Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

LAİKLİK VE DİN - 2 Laikliğin Hiristiyanlığa özgü bir durum olduğunu ve Müslümanlıkla bağdaşmayacağını öne sürenlerin kullandıkları temel mantığın şu olduğunu biliyoruz: "İslam dini sadece din işlerini değil, devlet ișlerini ve özel hukuk alanında düzenlemektedir. Öyleyse bir İslam ülkesinde laiklik olamaz". Oysa bu sav, daha çıkış noktasında, sanıldığı kadar doğru değildir. Müslümanlık siyasal sistemle ilgili ayrıntılı kurallar getirmediği gibi, özel hukuk alanını da ayrıntılı bir biçimde düzenlememiştir. Prof. Neşet Çağatay'in da dedigi gibi; "Kuran'da hukuksal hüküm bildiren sadece elli kadar ayet vardır, gerisi ahlak kurallarıdır. Bu nedenle bu kadar az hüküm, peygamber zamanında bile yetmemis, peygamberin kendisi de kural koymus, görevli olarak Medine dışına yolladığı arkadaşlarına da, Kuran'da ve sünnette örnek bulunmazsa, kendi görüşleri doğrultusunda hüküm vermelerini önermiştir". "Şeriat" denilen din hukuku sadece evlenme, boşanma ve nafaka gibi konuları, yani aile hukukunu içeriyordu. O konuda bile Kuran sadece ana hükümleri koyuyor, ayrıntı getirmiyordu. Üstelik Hz. Peygamber zamanında bile Kuran'daki hükümlerin aynen uygulanmadığı oluyordu. Örnegin Peygamberin kendisi, bir borcunu öderken üstüne faiz anlamina gelebilecek bir ek yapmıştı. Hz. Ömer, savaş ganimetlerinin bölüştürülmesiyle ilgili bir Kuran hükmüne uymamıştı. Bu tür davranışların, özellikle Abbasi halifeleri arasında çok sayıda örneği vardı. Bugün İslam dinini benimsemiş olan toplumlarda çok sayıda mezhep ve çok daha fazla sayıda tarikat varlığını sürdürmektedir. Bu farklı mezhep ve tarikatlar, farklı bir din anlayışına ve farklı kurallara uymayı savunmaktadırlar. Her biri kendi doğrusunun "tek" olduğuna inanmakta ve diğerlerini kabul etmemekte, yanlış saymaktadır. Laikliğe karşı çıkan, İslam hukukunu uygulama iddiasında olan toplumlarda, birbirlerinden cok farklı kural ve uygulamalara rastlanabilmektedir. Peygamberin söz ve yaptıklarından oluşan "Sünnet"in bir hukuk kaynağı olarak yetmeyecegini savunan Kaddafi'nin, ünlü "Yeşil Kitap"ının üç cildinin hiçbir yerinde Kuran'dan söz edilmemektedir. Din temeline dayalı bir devlet, ister istemez "tek doğru'yu temsil ettiğini öne sürer. Bu nedenle de, o "tek doğru" yu kendisi gibi anlayıp yorumlamayana bile hoşgörü gösteremez. Örneğin Osmanlı Devleti, baska dinden olanlara belirli bir hoşgörü gösterip, kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine izin verdiği halde, Müslüman Türk halkına ayni hosgörüyü göstermemiştir. Onbeşinci yüzyıl ortalarından başlayarak, Osmanlı Imparatorluğu'nda Türkçe Kuran "günah" sayılıp yasaklanmıştır. Oysa Türk Müslümanlarının büyük coğunluğunun bağli olduğu var sayılan Hanefiliğin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife've göre, Kuran'ın çevirisi de Kuran sayılmaktadır. Ve Tanrı Kuran'da şöyle demektedir: "Sen Arap olduğun için biz bu kitabı Arapça indirdik. Biz her topluluğa kendi diliyle seslenen bir görevli gönderdik... Biz bu kitabı size okuyasınız, anlayasınız, buyruklarımıza, yasaklarımıza göre davranasınız diye gönderdik". Buna karşın Müslüman Türk halkı, Kuran'ı Türkçe olarak okuyup öğrenebilme olanağına, ancak laik cumhuriyet döneminde sahip olabilmiştir. Bati'da Hristiyanlık adına Engizisyon işkenceleri yapıldığı ne ölçüde doğru ise, içindeki Tanrı aşkı yadsınamaz olan bir Hallaç-ı Mansur'un derisinin İslam adına yüzüldüğü de bir gerçektir. Laik bir devlette orucunu tutana, namazını kılana kimse karışamaz. Ama bir din devletinde, oruç tutmayana, namaz kılmayana, başını örtmeyene baskı yapılabilir, hatta bu nedenden dolayı öldürülebilir. Örneğin Suudi Arabistan'da, dine uyumu sağlama amaciyla halka baskı yapma yetkisine sahip bir "din polisi" bulunur. Oysa İslam dininin kendisi din adına baskı yapılmasını yasaklamaktadır ve şöyle demektedir: "Eğer Tanrı isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi birden inanmış olurdu. Yine de sen insanlanı inansınlar diye zorlayıp duracak mısın?" Laiklik, dini devre dışı bırakmak anlamına gelmez, din adına baskı yapmak, zor kullanmak isteyenleri devre dışı bırakmak anlamına gelir. Bu nedenle de özgürlük ve demokrasinin ön koşulu olarak ortaya çıkar. Demokrasinin ancak birbirlerini dengeleyen güçlerin varlığı oranında gerçekleşebileceğini biliyoruz. Din ve devlet işlerinin tek elde toplanması, başka bir deyişle, din gücü ile siyasal iktidarın birleşmesi, demokrasiyi zorlaştıran bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Batı'da zaman içinde devletten ayrılan kilisenin, ayrı bir güç olarak siyasal iktidarı sınırlandırmaya yönelmesi, özgürlükçü bir siyasal sistemin oluşumunu kolaylaştırmıştır. Oysa laikliği kabul etmeyen İslam ülkelerinde, demokrasiye bir türlü yaklaşılamamaktadır. Aslında İslam dininin katı ve değişmez bir yapı oluşturduğu söylenemez. Hazreti Muhammed'in kendisi, Kuran'daki hükümlerin, zamana ve yere göre değişebileceğini belirtmişti. Önce gelen bir ayetteki hükümlerin sonraki bir ayetle değiştirildiği ve hatta tamamen ortadan kaldırıldığı durumlara rastlanabiliyordu. ... Osmanlı devlet ve toplum yaşamında da, dinsel kurallardan çok siyasal iktidar tarafından konulan kurallar geçerliydi. Ünlü "Kanunnamenin yapıcısı Fatih Sultan Mehmet'ten, "Kanuni" adıyla tanınan Sultan Süleyman'a kadar bir çok Osmanlı padişahi gerçek bir yasa koyucuydu. Osmanli padişahlari Hac'ca gitmezlerdi. Devlet ve toprak düzenini belirleyen yasalar dinsel hukukla uyum içinde değildi. Seyhülislamlar 16. yüzyıla gelinceye kadar devlet islerine ve "örfi hukuk" alanina karışmazlardı. Yunanistan'dan heykel getirildiği, Gentile Bellini gibi ressamların padişahlarca korunduğu dönemler vardi. Ama Müslüman olmayan topluluklara gösterilen hosgörü, Sünni olmayan Müslümanlara gösterilmiyordu.
·
71 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.