Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

172 syf.
·
Puan vermedi
Kendi uydurduğu hikâyelere esir olan insan
Romanyalı ünlü din tarihçisi Mircea Eliade’nin “Ebedî Dönüş” kuramı, sanırım, onun en bilinen kuramı. Buna göre mitler, kabaca ifade etmek gerekirse, kutsal olarak görülen olayların (evrenin yaratılışı, yeryüzündeki canlılığın ortaya çıkışı, bir şehrin kuruluşu üzerine üretilen ana hikâyeler, vb.) ilk meydana gelişlerini her seferinde yeniden canlandırırlar. Bu çok parlak bir görüş ve çoğu insan topluluğunun mit ve ritüellerinin mantığına uyduğu iddia ediliyor (Bu noktada yazarın “Ebedî Dönüş Miti” kitabını tavsiye ederim). M. Eliade ve onun meslektaşlarına duyduğum büyük saygıyı koruyarak ve de cahilce konuşmak pahasına şunları da belirtmek isterim: Modern çağ öncesinde yaşayan insanlar ve toplulukların fikir dünyaları ve rasyonaliteleri hakkında söz söylemenin, aslında önemli ölçüde varsayımlarda bulunmaktan ibaret olduğunu düşünüyorum. Gerçi bilimin her dalında durum böyledir ama, bazen birkaç bin yıl öncesi zamanlar hakkında söz söylemeyi gerektiren bu alandaki çalışmalarda durum özellikle böyle olsa gerek. Yazılı kaynakları okuyarak ve günümüzde de varlığını sürdüren geleneksel insan topluluklarını gözlemleyerek eski insanların fikir ve inançlarında bazı düzenliliklerin tespit edilebildiğini, hatta bunların şaşırtıcı derecede yaygın olabildiklerini de biliyorum. Yine de “sonraki nesillere de aktarılan” bu düzenliliklerin “akademik çalışmalara konu olamayacak kadar” “uydurma” ve “rastgele” olabileceği, bunlardaki evrenselliklerin (?) ise homo sapiens türünün her coğrafyada sahip olduğu fiziksel ve zihinsel benzerliklerden kaynaklandığı düşüncesini kafamdan atamıyorum. Örneğin “Güneş”e veya “Yağmur”a dünyanın pek çok bölgesinde ve öteden beri olumlu özellikler atfedilmesi bana gayet doğal geliyor. Nihayet insanlar yiyeceklerini bu ikisinden sağlamıştır ve sağlamaktadırlar. Geri kalanı, birtakım tesadüflerin ve topluluğun önde gelenlerinin hayal güçlerinin baskın rol oynadığı hikâye anlatma yeteneğine kalmış. Veya “Cinsellik” karşısında Mezopotamya’daki toplulukların takındığı tutum ile, onlarla hiç tanışmamış Güney Amerika yerlilerinin takındığı tutum arasındaki şaşırtıcı benzerlik de ortak biyolojimizin bir cilvesi olup, buna ilave olarak yine karmaşık hikâyeler anlatmayı mümkün kılan beyin yapımızın bir üretimi olabilirler. Kısacası ortada, bir zamanlar atılmış bazı bütüncül “yalanlar” mevcut (Elbette bu yalanların söylendiği insanlar için, ortada hakikatin ta kendisi durmaktadır). Bunların bir araştırma konusu hâline gelebilmesi için, “Bu mit neden o şekilde değil de bu şekilde uyduruldu?” sorusunun sorulması gerekiyor. Bunu araştırmak, ele alınan topluluğun yaşam koşulları hakkında önemli bilgiler verebilecektir. “Etkileri hâlâ devam eden bu inanışın ve ritüelin izlerini geçmişin nerelerinde bulabiliriz?” sorusu da, mitleri çok mühim bir akademik araştırmanın konusu hâline getirir. Ama bu türden daraltıcı, işlevsel ve maksatlı sorular sorulmadan, sözü edilen konularda genel ve geçerli kuramlar oluşturulabilir mi, emin değilim. İnsan beyninin nasıl işlediğine, böylece hikâyelerimizi nasıl ürettiğimize dair bilgimiz arttıkça, bu belki mümkün hâle gelebilir. Zaten hangi hikâyenin kendiliğinden bir değeri vardır ki? Hangi hikâye veya düzenli davranış, oluşturulduğu şartların ya da yöneldiği amacın bilgisi olmadan bir anlam taşıyabilir? (Çok dindar insanlar hariç. Onlar, hikâyelerin yalnızca kendilerine önem verebiliyorlar. Ama onlar bile yeri geldiğinde bazı kutsal sözlerin arkasındaki esas niyetlerden söz açmak zorunda kalmıyorlar mı?) Yukarıdaki fikirler, tarihçilerin farkında olmadıkları hususlar değildir elbette. Hâşâ! Ben yalnızca M. Eliade’nin kitabının bendeki yansımalarını ifade etmeye ve bazı amatör kuşkularımı dile getirmeye çalıştım. Tüm zorluklarına karşın, tarihi araştıranların (din tarihçileri, etnologlar, antropologlar, vb.) samimi çabalarına her şeyden çok saygı göstermek gerek. Ayaklarımızı yere bastıran, onlardır. Hem o Arap atasözünde de dediği gibi: Tamamı anlaşılamayanın tamamı da bırakılmaz. Ne de olsa birtakım çıkarımlarda bulunabileceğimiz yazılı-sözlü kaynaklara ve sağduyuya sahibiz. Tembelliğimizi, aşırı kuşkuculuk maskesi ardına saklamayalım. “İnsan, kendi uydurduğu hikâyelerin esiri olan bir hayvandır” diyerek, konuya uygun düşen ve kendi uydurduğum bir aforizma ile bu yazıyı tamamlıyorum.
Okültizm, Büyücülük ve Kültürel Modalar
Okültizm, Büyücülük ve Kültürel ModalarMircea Eliade · Doğu Batı Yayınları · 2017111 okunma
·
69 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.