Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

·
Puan vermedi
Dünya 1453'te Başladı!
“Latin külâhı görmektense Türk sarığını yeğleriz.” Konstantinopol, 1453 “Zulüm 1453’te başladı.” İstanbul, 2013 ….. Kızıl Elma simgesine adanan bir ömür. İnsan ruhlu şehirlerin yaşanmışlığı altında fark edilemeyen o manevi baskı, tüm kadim şehirlerin öz benliğinde hissedilir. Atina’dan, İskenderiye’ye, Semerkand'dan Eriha'ya, Şam’dan Roma’ya, Kudüs'ten İstanbul’a varıncaya kadar… Doğar, büyür, yaşlanır ve yaşamın hengamesini kaldıramayarak insanlar gibi yerini başkalarına devreder. Yeni yüzlerle ve genetik maneviyatın korunarak tüm sinerjinin tarih boyu devam ettiğine tanıklık ederiz. Büyük Roma İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu olarak üç büyük medeniyetin payitahtı olabilmiş tek kadim şehir: İstanbul. 566 yıl önce, insanlık tarihine damgasını vuran, fetih ile sadece bir şehri değil, ‘gönüller yapmayı’ ödev anlayışı bilen bir medeniyetin dönüm noktasıdır 1453. Diğer taraftan ise, 1000 yıllık değerler merkezinin devr-i teslimi, hiçbir gücün yıkamadığı kutsal surların düşüş tarihidir. Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı olmak, insanı, savaşları ve felsefeyi temel alan ilimlerin efendisi olmakla mümkündü. Savaşın beşiğinde şiirler yazan, kitapları insanla eşdeğer gören ve her anı “ya öğrenen ya öğreten” kaidesiyle tefekkür halinde geçiren bir insan ve bir hükümdar...
Dünyanın İlk Günü 1453
Dünyanın İlk Günü 1453
Bu günlerde çıktı karşıma. Daha doğrusu tevafuk olabilmesi için uygun bir tarihe çekildi tarafımdan. En iyi tarihi roman olarak görülmesinin çok daha öte boyutunda olduğunu söylememem için bir neden yok, son derece titizlikle ve akademik bilgilerin ışığında olarak kronolojik sıralamanın ihmal edilmediği muntazam bir çalışma ürünü. Fetihle ilgili aslında bir şey bilmediğimi sadece bir roman -ve akabindeki diğer dönem kitapları- yeterince gösterebildi. Birçok kişinin -yakın tarih hariç- önemli tarihleri es geçmesi bu konudaki bilgisizliği veya daha doğru ifadeyle yuvarlak bilgiyi tüm şiddetiyle kamçılamakta. Böylesi bir sessizliğin doğurduğu yabancılaşma karşısında pastada payım olmasın düşüncesiyle ‘zulüm’ kelimesinin üstü çizildi ve ‘lüzum’ kelimesi bu kitaba başlamadan evvel daha uygun bulundu… Roman 3 farklı bölüm üzerinden ele alınır. Fatih, hocaları ve efradının diyalogları anlatıcı üzerinden yanıt bulur. İkinci bölüm ise Mehmet’in Edirne’den itibaren yanında bulunan Seyyah Alberti Balbi’nin notlarından oluşur. Yeni bir kültürle kendisini iç içe bulan Balbi, yetiştiği kültür ile geldiği medeniyetin arasında bağ kurar; Batı’nın Türk algısının yanlışlığını, kendisine anlatılan gerçeklerle tasdik eder. Özellikle Mehmet’in hocalarından olan Molla Lütfi ile aralarındaki diyaloglar, üzerinden geçmeye değer niteliktedir. Bir diğer bölüm ise Bizans Alexender’i, nam-ı diğer yeniçeri İskender’in çocukluğundan itibaren yaşadığı sıkıntılarla, devşirme yolunda geçmişe duyduğu bir özlemin hikayesi anlatılır. Bölümleri birbiriyle karışık sırada okurken, ayrı hayatları birleştiren şeyin aşk ve özlemlerine tanık oluruz… Ölüm gölgesinin düştüğü bir tablo. “Zaten o bir resim değil, ölümün pençesinde bir hükümdar.” i.hizliresim.com/vazB5z.jpg Son Akşam Yemeği’nde Havarilerden daha alçak resmedilen Yahuda, Doktor Jacobo’ya rol model olabilirdi. Osmanlı ve İstanbul’a ilgisi olan L. Da Vinci, bir köprü yapmak üzere II. Bayezid’e başvurduğunda gavur addedilerek reddedilmişti. Gentile Bellini’ye portresini çizdiren Fatih, 49 yaşında bir ihanete uğramasaydı, iki dehayı aynı tarih sahnesinde görebilecektik. Ayasofya ve karşısında Leonardo’nun köprüsü… Talihin böylesi de yıldızın parlamadığı anlar olsa gerek. Kitabı zikretmişken Zweig’ın şu sübjektif alıntısını es geçmeyelim: “Mehmet hem dindar ve acımasızdır, hem de hırslı ve sinsidir. O bir yandan oluk gibi kan akıtan, öte yandan Sezar’ı ve Romalıların yaşam öykülerini Latincesinden okuyabilen, eğitimli ve sanatsever biridir. Melankolik bakışlı, sivri burunlu bu adam aralıksız çalışan, atılgan bir asker ve acımasız bir diplomattır. Bütün bu tehlikeli özelliklerinin ardında tek bir amaç vardır: O, gerçekleştirdikleriyle yeni Türk ulusunun askeri üstünlüğünü Avrupa’ya kabul ettirmiş olan büyükbabası Bayezit’ten ve babası Murat’tan daha da başarılı olacaktır. Artık şunu herkes hissetmekte ve bilmektedir: İlk darbe, Konstantin’in ve Justinianus’un krallık tacını süsleyen en son mücevher olan Bizans’a inecektir.” #203937477 Rum Ortodoksları ile Roma Katolikleri arasında cebelleşen din savaşları Kutsal mabet Ayasofya’nın ruhaniyetine ve dolayısıyla bin yıldır yıkılamayan sur Konstantinopol’e büyük zararlar vermişti. Batılı bir yazarın perspektifinden -ki sadece perspektiftir bu- Türkler kısmına geldiğinizde kin ve nefret kokularını hissederseniz. Objektif olduğu iddia edilen en baba yazarlar bile, aba altından sopa gösterir ifadelere yer verirler. Oysa altı kazınacak ne katliamlar vardır ki sadece söz konusu olmayı bekler. Çağın Roması’nın ölüm arenaları bir savaşın dışındaki en büyük caniliklerden biri olsa gerektir. Yine Voyvoda Vlad’ın esir aldığı düşmanlarını kazıklara çıkararak işkenceyle öldürmesi, İşgal ettiği topraklarda köle ticareti yapan Sırp despot George Brankovic katliamları, Ortaçağ Avrupa’sında yakılarak öldürülen cadılar, Pompei kavmini andıran eşcinsel ilişkiler ve karanlık sayılabilecek birçok garabet Fatih’in 15. Yüzyılına tekabül etmişti. Yüzyılın karanlıklarını okurken aynı olayların benzer biçimlerine rastlıyorsunuz ve zihninizde hiçbir şeyin aslında değişmediğini, her vakanın farklı versiyonlarının yaşandığını düşünürken o tekerrür denilen kelimeye iyiden iyiye ikna olurken buluyorsunuz kendinizi… Yeni bir düzeninin ihya olduğu, dünya üzerindeki en yüksek kanun olan İslam’ın tüm küffara ilan edildiği bir devir. Batılı yazarların gözüyle satırlara şahit olduğunuzda, zihninizdekine zıt bir tablo ile karşı karşıya kalmamanız içten bile değil. Dünden bugüne Türkler için söylenilen “barbar” kelimesi fethin vuku bulmasıyla doğrudan ilişkili. Zweig’ın Yıldızın Parladığı Anlar kitabında ve Montaigne’in Denemeler’inde geçen Konstantinopol’ün fethi, insanlık tarihi için, doğrudan söylenmese bile, bir leke olarak tanımlanır. 6 yıl önce duvarlara yazılan nefret cümlesi gibi. Hümanist olarak bilinen S. Runciman ve A. Toynbee gibi yazarların kin ve nefret kokan satırlarını da ayıklamak gerekir. Kitabının bir bölümünde fethe yer ayıran Zweig’ın düşünceleri, fetih ile ilgili malumatı olmayan bir insanı bile kitaptan uzaklaştırabilir. Kitabı ismiyle müsemma haline getirebilmek için koskoca İstanbul’un fethi, Bizanslılar tarafından açık unutulan bir kapının sonucu olduğuna bağlanılmıştı. Son Zweig okuyuşum olmalıydı. Bu yönde olan kitap ve makalelerdeki benzer düşüncelere denk geldikçe dönemin Rum tarihçisi Kritovulos’un eseri İstanbul’un Fethi’ne yeniden göz atmayı düşündüm. Malum İstanbul ve fetih 3 sayfayla ders konusu yapıldığından bu konudaki cehaletimizle kalmıştık. Ama öte yandan 1-2 kişiyi her sene 35 kez andığımızda, hatta ayak bastığı yerleri bile ezbere bildiğimizden geriye bakmaya pek de lüzum duymuyorduk, duymadık da zaten. Ta ki böyle bir kitapla tanışıncaya dek… Dönemin tarihçisi Kritovulos’un Fatih’e methiye olarak atfettiği kitabın, birinci kaynak olarak kabul edilen kitaplar arasında olduğunu belirtelim. Mehmet’in emriyle 3 gün süreyle yapılan yağmanın boyutu tüm detaylarıyla anlatılır bu kitapta. Kritovulos Tarihi, fethi ayrıntılarıyla sunarken şehirde oluşan büyük tahribata, tarihi ve sanat eserlerinin yok oluşuna da ayrı bir parantez açar. Şehirdeki yıkımın Fatih’te doğurduğu hüznü de buradan öğreniyoruz. Padişaha armağan edilen bir kitapta, bin yıllık sanat eserlerinin tarihe karıştığına tanıklık eden satırlar, elbette doğruluğu konusunda su götürmez bir yeri icap eder. Fatih’in kudretli ancak hunhar kişiliğini destekleyen düşünceleri de yine Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde görürüz. Her anını düşünceyle geçiren, dört bir yanı haritalarla, çizimlerle, hesaplamalarla çevrili olan, Bizans surlarının içindeki çatlakları bilecek derecede istihbaratı canlı tutan, Homeros’u, Firdevsi’yi ezbere bilen, zamanını alimlerle geçirmekten şevk duyan bir insanın düşmanlarına karşı olan acımasızlığı?.- ya da alimleri ölüme götürerek başlayan ve nice hadiselerle devam eden despotluk. Lequel? Nitekim aradan geçen 5 asır 20. yüzyıl dünyasına- ve hatta 21. yüzyıla- bir ışık tutamadı. Bugün tavan ile taban arasındaki uçurum, gelinen nokta hakkında birkaç sayfa yazmayı gerektirir boyutta. 20.yüzyıl koloni ülkelerinin elde ettiği yer altı ve yerüstü kaynaklar, bugün gelinen noktadaki refah düzeyinin aslan payı olmasa bile ekonomik etkisi olarak yadsınamaz. Ortaçağ, İskeletlerden kartpostal yapan Fransa’dan, dünyanın %80’ini işgal eden İngiltere’nin koloniciliğinden çok farklı değildi. Yaşadığımız yüzyıl teknoloji devrinin getirisiyle küreselleşen bir yüzyıl. 70 yılı kapsayan bir geçmişte ülkeler arası anlaşmazlık yeni bir savaşı doğurabilmişken, bugün olası nükleer savaşların yıkımı, haritaların silinmesi demek olduğundan ekonomik çıkarlar daralana, kıvrılana ve en sonunda patlayacak duruma gelene dek savaşların salt ekonomik saldırılar üzerinden planlandığı zaman, işte bu zamanlar. Bir siyasinin açıklaması bile piyasayı yerinden oynatıyorken savaş kelimesinin yüksek sesle konuşulmaya başlanması dünyayı nasıl bir küreselleşme krizinin içerisine sokar siz düşünün. Velhasıl kelam, bu çağ, toprağı kana bulamaktan zevk alan topluluk ’kan’larının devam ettiği, en ufak bir cürümün dünyada yarattığı infial zararlarının hesabı yapılarak devekuşu misali başını toprağa sokan, fakat sıkışıldığında, patlayacak raddeye gelindiğinde asıl nefretin nasıl dışarı çıkacağını izleyeceğimiz yeni bir çağa sahne olacak gibi… İnsanların kendinden olmayanları sömürdüğü, ben ve diğerleri politikasının esas alındığı bugün ve dün dünyasının ‘ilk günü’ bir söz söylenmişti ancak yankısı hiçbir yere ulaşmadı. *El eman* “Canınıza ve malınıza hiçbir zarar gelmeyecektir. Şimdi evlerinize gidin ve işlerinizin başına geçin.” Sultan Murat’ın tahtından feragat etmesiyle 2 yıl tahtta kalan Mehmet, yeniçeri ayaklanmasıyla tahtı tekrar babasına devreder. Küçük yaşta kısa bir stajerlikten geçmesi hem olgunlaşmasına, hem de ilim yolculuğunda geçireceği uzun saatlere zemin hazırlar. Manisa şehzadelik yıllarında Akşemsettin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi bilge insanlardan dersler alan Mehmet, tek hayalini ileride kendisini İki cihanın imparatoru yapacak olan planlara adar. Ancak incelikler her zaman çoktur, Şeyhinin dediği gibi, “Sana, seni öğreteceğim.” Cümlesinden yola çıkarak savaş sanatını ilmi merkezli birçok alanda süsleyerek taçlandırır. Çocukluğundan buyana alimlerle sohbet etmeyi alışkanlık haline getiren Mehmet’in kitaplarla da olan ilişkisi, dehasının parçalarından ibaret. Bir hükümdar ki, İbn Rüşt ve Gazali arasındaki tutarsızlık konusunu uzmanlarına tartıştırıyor, matematik ve astronomiye ilgi duyuyor ve sarayda bir kitap projesi başlatıyor. Neler yok ki. El Cezeri - Kitab-ı Hendesiye, İbn Haytam - Perspektif, El Hindi - Optik ve Göz Algısı, İbn Sina - El Kanun, Dede Korkut Hikayeleri, Homer, Mir Ali Şir, Ahmedi, El Razi, İbn Arabi, Füsus ve daha niceleri. Felsefe merakı, tasavvuf sevgisi, bitki merakı, Fatih'in zengin dünyasını gösteren değerlerin sadece bazıları. “Zaferin sırrı Hz. Peygamber’in izini takip etmektir.” şiarı aydınlığı ve yükselişi açıklayan ana gaye olsa gerekti. İmparatorluğun hüküm sürdüğü toprakların asayiş ve adalet nizamı bunun en büyük göstergesiydi. Kasıtlı yaptığı yanlış imardan dolayı Fatih tarafından kolu kesilerek cezalandırılan bir Rum mühendisin, olayı kadıya şikayet ederek davaya taşıdığı ibretlik bir hadise vardır. Kadı, betonların yerine koyulacağı ancak kesilen bir uzvun geri gelmeyeceğini düşünerek kısas hükmünü verir. Böyle bir durum karşısında gerçek aydınlığı kavrayan mühendis davasından feragat eder. İhtiyaç sahibini ihtiyacına kavuşturan sadaka taşları, insanlar tarafından güvenle açık bırakılan kapılar gibi olağanlıkların o zamanlar için sıradan durumlar olduklarını öğreniyoruz. “Ne hal üzere iseniz öyle yönetilirsiniz” hadisi de toplumun adalet, huzur, ahlak ve refah nizamının bir ödülü olmalıydı. Asıl başarı Fatih’i Fatih yapan gönül sultanlarının dünyasıydı. “Marifet, bir şehir kurmak kadar onda yaşayanların kalbini de imar etmektir.” Cümlesi, savaşların, kuşatmaların, ölümlerin ve fetihlerin ana gayesiydi. İslam’ın gösterdiği yol dünyaya barış getirmek, halkları zulümlerin pençesinden kurtarmak, adaleti zor kullanmadan göstermekti. Nitekim romanın yazılış gayelerinden birisinin de bu algıyı yıkmak olduğunu düşünüyorum. Azılı, agresif, holigan dönmelerin ismini duymaya bile tahammül edemediği ve duvarlara kazıdığı cümlenin en büyük yanıtı ise kitabın isminde saklı: Dünyanın İlk Günü. Senyör Alberti’nin seyahatnamelerinde en dikkat çekici bilgilerden biri, farklı milletlerin Osmanlı çatısı altındaki kapsayıcılığının bahis konusu yapılmasıdır. Mehmet’in en önemli adamlarından Veziriazam Çandarlı Halil ve Başhekim Yakup Paşaların Yahudi dönmeleri olduğunu ayırt etmek gerekir. Yeniçeri ocaklarında uygulanan devşirme usulü ve şehirdeki birçok tüccarın ermeni-yahudi kimliğini taşıdığını söylersek, Batılıların yerleştirmeye çalıştığı “Türkler," "Türk İmparatorluğu” ibareleri de bir anlam ifade etmez. Dikkatimi çeken bu husus hakkında Mehmet Metiner’in şu yazısı yenisafak.com/yazarlar/mehmet-metiner/herkesi-kapsayan-demokratik-bir-devlet-i-aliyye-anlayii-40102 okunmaya ve kitap öznelinde tartışılmaya değer nitelikte. Hayatın ve ölümün kader inancı olduğuna sıkı sıkıya inanan bir toplum için o yolda şehit olmak, bir asır önceki İstiklal Harbi’nde olduğu gibi ölmeye gitmek demekti. Teslimiyetin ve kulluğun öncüleri zaferin ve zarafetin kapısını aralamışlardı. Fütüvvet ahlakına onlar malikti. Bugün aramızda olan Sabetaycılar, kripto Yahudiler, yarı inançlılar, holigan dönmeler değil… Fatih, tüm sıfatlarından önce bir azim, bir kararlılık ve bir deha demektir… "Yerli ve yabancı tarihçiler şu konuda hemfikirlerdir ki 49 yaşında ölen Mehmet on yıl daha yaşasaydı bütün dünya tarihi değişecek, Doğu ve Batı kavramları bugünkü anlamlarını yitirecekti!" Osmanlılar, 56 gün sonra, Bin küsür yıldır ayakta duran Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarih defterinden ebediyen silmişti. Kutlu olsun.
Dünyanın İlk Günü 1453
Dünyanın İlk Günü 1453Beyazıt Akman · Kopernik Kitap · 20193,320 okunma
·
424 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.