Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Doğu Uygarlıklarının Birlik İlkeleri Bugün Batı uygarlığında birleştirici bir ilke bulmak çok zordur. Hatta doğal olarak, daima ortak bir zihniyet teşkil etmek üzere birleşen bir takım temayüllere dayanan birliğin de onun için temel ilke olan ve Ortaçağ'da "Hıristiyan dünyası" (Christendom) denilen şeyi oluşturan dinî nitelikteki geleneksel bağın -Rönesans ve Reform döneminden itibaren- kopmasıyla, bu uygarlığın kendisi gibi artık ilkesi olmayan bir birlik haline gelmiş olduğu söylenilebilir. Batı entellektüalitesi özgül olarak kısıtlı olan etkinlik sınırları içinde, bu bağlamda, başka türden hiçbir geleneksel ögeye sahip olamazdı; bu çevrede (Batı âleminde) genelleşemeyecek olan istisnaların dışında, böyle bir ögenin ancak dinî düzeyde olabileceğini düşünüyoruz. Avrupa ırkının birliğine gelince, belirtmiş olduğumuz gibi, ırk olarak bir uygarlığın birliğine temel oluşturmak için fazlasıyla göreli ve fazlasıyla zayıftır. Dolayısıyla hiçbir etkin ve bilinçli bağa sahip olmayan birçok Avrupalı uygarlığın varlığı söz konusu olmuştur. Aslında "Hıristiyan dünyası"nın temel birliğinden kaptıktan sonra, onun yerine kararsız ve belirsiz çabalardan sonra ikincil nitelikte parçacıkları halinde ve küçük "milliyet" birlikleri oluştu. Ancak Avrupa'nın zihinsel sapmasına dek ve o sapmaya rağmen, önceki yüzyıllardan miras kalmış olan tek formasyonun etkisini muhafaza ediyordu. Sapmayı getirmiş olan etkenler her tarafı, değişik ölçülerde olmakla birlikte benzer biçimde etkilemişti. Sonuç yine bir ortak zihniyet oldu, buradan la tüm bölünmelere rağmen ortak kılan, ancak yasal olarak ne türden olursa olsun, herhangi bir ilkeye bağlı olmak yerine, deyim yerindeyse artık bir "ilke yokluğu”na hizmet eder hale gelerek, bu ortak zihniyeti onarılmaz bir entellektüel çöküşe mahkûm eden bir uygarlık çıktı. Kuşkusuz bunun, Batı'nın o zamandan itibaren tamamen yönelmiş olduğu maddeci gelişmenin bedeli olduğu söylenilebilir. Zira birbiriyle bağdaşmayan gelişmeler söz konusuydu; fakat ne olursa olsun bu, kanaatimizce, gerçekten çok pahalı bir bedeldi. Bu çok kısa bakış, öncelikle, Doğu’da niçin Batı'daki milletler benzeri bir şeyin bulunmadığını anlamayı mümkün kılıyor: zira sonuç itibarıyla, bir uygarlıkta ulusların zuhuru –derûnî birliğin yitirilmesinin sonucu olan, kısmî bir dağılmanın belirtisidir. Tekrar belirtelim ki, Batı'da bile milliyet kavrayışı modern bir şeydir. Daha önceleri, ne Yunan sitelerinde, ne Roma İmparatorluğu'nda -ki, özgün sitenin, az çok dolaylı olarak Ortaçağ'a dek uzanan yayılmalarını içeriyordu-, ne Kelt tarzı konfederasyonlar ya da halk birliklerinde, hatta ne de organize devletlerde bunun benzeri olan herhangi birşey vardı. Öte yandan, eski "Hıristiyanlık" birliğine, temelde geleneğe dayalı ve zaten özel bir tarzda –dinî tarzda- kavranılan birliğe ilişkin olarak söylemiş olduğumuz, İslâm âleminin birlik anlayışına da aşağı yukarı uygulanabilir. Doğu uygarlıkları arasında Batı'ya en yakın olanı İslâm uygarlığıdır. Hatta gerek nitelikleri, gerekse coğrafi konumu itibarıyla, çeşitli açılardan Doğu ile Batı arasında bir aracı konumda yer aldığı bile söylenebilir. Yine geleneğin birbirinden derinlemesine farklı olan iki tarzının varlığı söz konusudur: Biri saf Doğulu tarz, diğeri Batı uygarlığındaki dinî tarz. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm, onun dışında -şayet, "din" terimine birazcık kesin ve net olarak tanımlanmış bir anlam veriliyorsa- "din" teriminin uygulanmasının çok zor olduğu, bir ve aynı bütünün üç ögesi gibidirler. Ancak, İslâm'da, bu ciddi dinî yan gerçekte en dışsal (zâhirî) yöndür. Bunlar daha sonra değineceğimiz noktalardır. Ne olursa olsun, şimdilik yalnızca yön dikkate alınacak olursa, İslâm aleminin tüm organizasyonu, dinî olarak nitelendirilebilecek olan bir geleneğe dayalıdır: bugün Avrupa'da görülenin tersine, din sosyal düzenin bir ögesi değildir, sosyal düzen, ilkesini ve varlık nedenini dinde bularak tümüyle din ile bütünleşir. Müslüman halklarla ilişki içinde olan Avrupalıların, maalesef hiçbir zaman iyice anlayamamış oldukları husus budur; ve bu anlayamama en kaba ve en içinden çıkılmaz siyasal hataların yapılmasına neden olmuştur. Ancak burada bu hususların üzerinde hiç durmak istemiyoruz, sadece yeri gelmişken bunları belirtmek istedik. Bu bağlamda, sadece iki önemli vurgulama yapacağız: birincisi, gerçekten ciddi bir "panislamizm”in tüm olası temelini oluşturan "Halife"liğin herhangi bir ulusal hükümet biçimiyle hiçbir ölçüde bağdaşabilir olmadığıdır. Bu, "manevi" otorite ile "maddî" iktidar arasında kesin bir ayrılık hatta zidlık varsayan Avrupalıları iyice yoldan çıkarıcı nitelikteki bir husustur. İkincisi, İslâm'da çeşitli "milliyet'lerin söz konusu olabileceğini öne sürmek için -Batı üniversitelerindeki eğitimin geleneksel anlayışlarını tamamen bozmuş olduğu ve "modernizm"lerinin reklamını yapmak için kendilerine "genç" müslümanlar olarak nitelendiren- bazılarındaki cehalete sahip olmak gerekir. Yine İslâm konusunda bir noktanın daha, yani İslâmın geleneksel dilinin birliği konusunun üzerinde durmamız gerekiyor. Bu dilin Arapça olduğunu belirtmemiz lâzım; ancak bu, daha düşük ve dilbilgisi açısından daha basitleştirilmiş olan âmmî Arapçadan belirli bir ölçüde farklı olan fasih Arapçadır. Burada, Çin'deki yazılı dil ile konuşulan dil arasındakiyle biraz aynı türden olan bir farklılık vardır: geleneksel dil rolünü oynamak için gerekli istikrara sahip olanı fasih Arapçadır. Avam Arapçası ise günlük yaşamda kullanılan tüm diğer diller gibi, zamana ve bölgelere göre değişiklikler göstermektedir. Ancak bu değişiklikler Avrupa'daki kadar değildir: özellikle telaffuz ve bazı az çok özel terimlerin kullanımıyla ilişkilidir. Fazla bir lehçe farklılığı da yoktur. Tüm Arapça konuşanlar birbirleriyle mükemmelen anlaşırlar. Sonuçta, sıradan Arapça bile, Fas'tan Iran Körfezi'ne dek tek bir dil oluşturur ve az ya da çok farklı Arap lehçelerinin var olduğu iddiası, müsteşriklerin uydurmasıdır. Farsçaya gelince, müslüman geleneği açısından fazla önem taşımasa bile, tasavvufî bazı metinlerde kullanılmış olması, ona yine de, İslâm'ın en Doğu kesimin bile tartışılmaz bir önem kazandırmaktadır. Hindu uygarlığına gelecek olursak, bu uygarlık da tamamen geleneksel bir birliğe sahiptir. Ayrı ırklara mensup diğer bazı ögelerin en azından bir kısmının dışında, hepsi de "Hindu" olarak adlandırılan, çok farklı ırklara ya da etnik gruplara mensup ögeler içerir. Bazıları ilk başta bunun böyle olmadığını öne sürmektedirler, fakat bunların iddiaları -müsteşriklerin çok verimli hayal güçlerinin bir ürününden başka hiçbir şey olmayan- sözde bir "Ârî ırkî”ın varlığından başka hiçbir şeye dayanmaz. Söz konusu ırkın adının türetilmiş olduğu, Sanskritçe ârya terimi, gerçekte hiçbir zaman –hangi ırktan olurlarsa olsunlar ki, bu hususun değerlendirmesinin yapılacağı yer burası değildir- ilk üç kasta mensup olanları ifade etmek için kullanılan ayırıcı bir sıfattan başka bir şey değildir. Diğer bir çok şey gibi, kastlar müessesesi de Batı'da yanlış anlaşılmıştır. Bu konuyla uzaktan yakından ilişkili olan her şey her türden yoruma konu olmuştur; bu hususa başka bir bölümde değineceğiz. Şimdilik bilinmesi gereken husus, Hindu birliğinin tamamen yine tüm bir sosyal düzeni kapsayan ancak basit imkânlara uygulanan bir geleneğin kabulüne dayandığıdır: basit imkânlara dayanan diyoruz, zira bu gelenek hiç de-Islâm'daki gibi- dinî değildir, saf entellektüel ve öz olarak metafizik bir gelenektir. İslâm geleneğine ilişkin olarak değinmiş olduğumuz şu bâtınîlik ve zâhirîlik Hint'te yoktur. Bu durum -İslâm'ın zâhirî yönünün mümkün kıldığı, Batı ile yakınlaştırmalar yapmayı, Hint için imkânsız kılmaktadır. Burada Batılı dinlerle benzeşen hiçbir şey yoktur ve bunun tersini savunanlar, bunu yapmakla Doğulu düşünce tarzlarını hiç bilmediklerini ortaya koyan, yüzeysel gözlemcilerdir. Konumuz sadece Hint uygarlığı olduğuna göre, şimdilik sözü fazla uzatmayalım. Çin uygarlığı, belirtmiş olduğumuz gibi birliği, esas olarak derûnî doğasındaki bir ırk birliği olan tek uygarlıktır. Bu bağlamda, karakteristik ögesi Çinliler'in gen (jen) dedikleridir. Bu ise yaklaşık olarak, "ırk dayanışması” diye ifade edilebilecek olan kavrayıştır. Varoluşun hem sürekliliğini, hem de ortaklaşalığını içeren bu dayanışma anlayışı, varolan insanlığın "ilk nedeni” metafizik ilkesinin uyarlanması olan "yaşam fikri" ile özdeştir. Çin kurumlarının istisnai istikrarının nedeni, bu teorinin -tüm pratik sonuçları işin içine katılarak-sosyal alana uyarlanmasıdır. Sosyal düzeyin burada tamamen, ırkın temel prototipi (ilkörneği) olan aileye dayanmasını anlaşılabilir kılan da bu kavrayıştır. Batı'da, ailenin yine ilk çekirdeği oluşturduğu ve “atalar kültü"nün -tüm sonuçlarıyla birlikte- modernlerin anlamakta biraz güçlük çektikleri bir önem taşıdığı antik sitede, bir noktaya kadar buna benzer şey bulunabilir. Ancak her türlü ferdiyetçiliğe karşıt olan -örneğin, ferdî mülkiyeti ve ferdî mirası kabul etmeyen, aile ortamından isteyerek ya da istemeyerek kopmuş olan insana yaşamı bir tür imkânsız kılan- bir aile kavrayışının Çin'in dışında hiçbir yerde bulunduğunu zannetmiyoruz. Çin toplumunda aile, en azından kastların Hindu toplumunda oynadığı rol kadar önemli bir rol oynar. Fakat ilke tamamen farklıdır. Öte yandan, geleneğin özgün metafizik kısmı, Çin'de, başka herhangi bir yerde olduğundan daha fazla, tüm geri kalandan -yani, sonuçta, geleneğin çeşitli göreli durumlarındaki uygulamalarından- net olarak ayrılmıştır. Ancak ne denli derin de olsa, bu ayrılışın sonuçta, uygarlığın zâhirî tarzlarının tüm gerçek ilkelerden yoksun kalmasına yol açacak olan kesin bir kopmaya dek varmadığını belirtmeye gerek yoktur. Böyle bir durumu, aşırı biçimiyle, sadece -tüm geleneksel değerlerden yoksun kalmış olan fakat geçmişin (artık anlaşılmayan) bazı kalıntılarını kendileriyle birlikte sürüklemiş olan sivil kurumların, kimi kez en ufak bir varoluş nedeni olmadan ve riayet edilmesi sözcüğün tam anlamıyla bir "hurafe"den başka şey olmayan, düzenli bir âyin parodisi (taklit, yansılama) etkisi yaptıkları- Batı'da söz konusudur. Bu, büyük Doğu uygarlıklarının her birinin birliklerinin, güncel Batı uygarlığınkinden tamamen başka türde olduklarını ve bunları kendisine dayandıkları ilkelerin tarihî şartlardan çok farklı biçimde derin ve onlardan bağımsız, dolayısıyla da kesin süreklilik sağlayıcı niteliklerini yeterince belirttik. Yukarıdan itibaren varmış olduğumuz sonuçlar, bundan sonra sunulacak olanlarda, söz konusu uygarlıklardan çalışmamızı anlaşılır kılmak için gerekli örnekler alıntılandığında, kendiliğinden tamamlanacaktır.
·
81 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.