Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Ben yolda izliyorum. Bir arada görmeye pek alışık olmadığımız hayvanlar bunlar. Karmakarışık duruyorlar; alacalı inekler, danalar, öküzler, buzağılar, kıvırcık tüylü koçlar, koyunlar, kuzular, yabani keçiler, zıp zıp zıplayan oğlaklar, birkaç domuz, bir at, yüzlerce tavuk, horozlar, ördekler, kazlar; tavşan, geyik, keklik, bıldırcın, sülün gibi av hayvanları, hatta bir iki eşek. Çayırlığın ötesindeki denizde balıklar; kefaller, mercanlar, levrekler, hamsiler, barbunyalar, suyun yüzeyinde dolaşan irili ufaklı, her boydan binlerce balık; kalamarlar, ahtapotlar, midyeler, deniztarakları, pavuryalar... Sürüye doğru yürüyorum. Beni fark edince otlamayı, eşinmeyi, geviş getirmeyi kesiyor, yüzüme bakmaya başlıyorlar. Hayvan yüzünde anlam olmaz sanırdım ama bunlar basbayağı ciddi bir bakışla süzüyorlar beni. Bazıları düşmanca, bazıları öfkeyle, çoğu da sitemli bir ifadeyle bakıyor. En yakınımda küçücük, bembeyaz, kıvır kıvır tüylü bir kuzucuk duruyor. Hayvanlarla dostça bir ilişki kurabilmek için kuzunun önüne çömelip ona güzel sözler söylemeye çalışıyorum. Kuzu meleyerek kaçıyor, annesinin yanına gidiyor, ona sokulup ağlıyor. Hayvanların hepsi kendi dillerinde homurdanmaya, huysuzlanmaya, tepinmeye başlıyorlar. “Neden böylesiniz?” diye soruyorum onlara. “Size bir kötülüğüm dokunmaz ki. Dostunuzum ben, kuzu niye kaçıyor?” Kuzunun annesi “Çünkü sen onu yedin” diyor. Şaşırıyorum “Nasıl yedim?” diye soruyorum. “Yedin işte!” diyor koyun. “Pirzolalarını, küçük butlarını yedin, hatta ciğerlerini, böbreklerini silip süpürdün.” O zaman durumu biraz anlamaya başlıyorum, düşmanca bakışların anlamını kavrıyorum. Bir ineğin açıklamasıyla yanılmadığım ortaya çıkıyor: “Biz senin bugüne kadar yediğin hayvanlarız” diyor. “Hepimizin etini yedin. En azından bir parçamızı yedin.” “Şu atı da mı yedim?” diyorum. “Evet” diyor at burnundan soluyarak. “Hani Rusya’da çalışırken arkadaşlarınla Kırgızistan’a bir gezi yapmıştınız; orada size yılkı eti yedirmişlerdi, hatırlıyor musun?” “Galiba hatırlıyorum” diyorum. “Hatta Kırgız geleneği olarak önce kulaklarımı sana ve arkadaşına ikram etmişlerdi.” “Evet” diyorum. “İyice hatırladım şimdi. Çok sert bir kıkırdaktı, yemesi çok zordu ama herkes yüzüme bakıyordu sofrada, ayıp olmasın diye çiğnemek zorunda kalmıştım.” At “İşte onlar benim kulaklarımdı” diyor gücenik bir ifadeyle. “Emin misiniz?” diyorum. “Burada binlerceniz var. Hepinizi yemiş olamam.” Görmüş geçirmiş bir manda “İnsanoğlu yer!” diyor. “Her insan ömrü boyunca iki bin, üç bin hayvan yer.” O zaman önüme bakıyorum. “Özür dilerim, hepinizden özür dilerim” diyorum. Doru at “Ama bunun bize bir faydası yok artık” diyor. “Mesela ceza olarak siz de beni yiyebilirsiniz” diyorum. Manda “İşte her şeyin püf noktası da burada” diyor. “Biz istesek bile seni yiyemeyiz, çünkü hepimiz ot yiyen hayvanlarız. Siz insanlar, et yiyen vahşi yaratıkları, kurtları, çakalları yemiyorsunuz. Onlar sizin kardeşleriniz” diyor. “Sana bir soru sorabilir miyim?” Yemiş olduğum hayvana bir borçluluk duygusu içinde “Sor lütfen!” diyorum. “Niye bizim gibi kimseye zararı olmayan, sadece otla beslenen hayvanları yiyorsunuz da et yiyenlere dokunmuyorsunuz? Aranızda bir anlaşma mı var? Avcı avcıya ilişmiyor mu? Kurt, çakal, kaplan, köpek, kedi niçin sofranıza gelmiyor?” Önce itiraz etmek istiyorum ama düşününce anlıyorum ki haklı. Hatta Sümerlerden bu yana bütün kutsal kitaplarda “kesici dişleri olan hayvanları yememe” kuralı olduğunu hatırlıyorum hayal meyal. Bir yerlerde okumuştum; evet hatırlıyorum. “Haklısın” diyorum mandaya. “Kusura bakma, cevabı bilmiyorum.” Sonra bir kez daha hepsinden özür dileyip gözlerimi açıyor, yatak odama geri dönüyorum. Hayvanlar aklımdan silinip gidiyor.
··
29 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.