Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

192 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
17 günde okudu
Özet ve Değerlendirme (spoiler içerir)
Russel bu eserinde dışsal etkenlerden bağımsız kendisinin de deyimiyle hatalı ahlak-dünya görüşlerinden ve yanlış yaşam alışkanlıklarından kaynaklanan yaygın mutsuzluk nedenlerini irdelemiş ve okura çözüm önerileri sunmuştur. Başlıklar kapsamında değindiği sebepleri ve çözüm önerilerini kendi adıma daha kalıcı kılmak istedim ve mümkün olduğunca özetlemeye çalıştım. Özet İnsanlar neden mutsuz olur? Russel bu eserinde Görünürde herhangi bir sebepleri olmadığı halde mutsuz olan ve bu yüzden mutsuzluklarının kaçınılmaz olduğunu düşünen çağdaş toplum insanlarının mutsuzluk sebeplerini irdeleyerek onları yol göstermeyi ummuştur. Russell’a göre mutsuzluk yanlış yaşam alışkanlıkları yanlış dünya görüşleri ve yanlış ahlak anlayışları gibi sebeplerden kaynaklanmaktadır. Russel kendisinin mutluluğa yönelik yaklaşımından da bahseder. Yaşamının ilk dönemlerinde mutluluğa uzak olan Russell, yapmaktan hoşlandığı şeyleri keşfetmesi ve bunları elde etmesinin yansıra olağandışı beklentilerinden de sıyrılmasıyla mutluluğa yaklaşmasına değinir. Ayrıca dikkatimizi kendimiz dışındakilere yoğunlaştırmamız gerektiğine de değinir. Ona göre kendi yanlışlarımızla kusurlarımızla günahlarımızla uğraşmayı bırakmamız için dikkatimizi çevremize yöneltmeliyizdir. Dış uğraşlar bulmamız gerekmektedir. Çevremizle ilgilenmemizi engelleyen birtakım içsel tutumlar vardır; kendisine tutkun olmak, megaloman olmak ve günahkâr olmak. Kendisini dini inancına aykırı tutumları sebebiyle günahkâr hisseden kişi ne kendisini suçlamaktan geri durur ne de günahkâr davranışlarını bırakmaya yanaşır. Günahkâr davranışları onun haz almasını sağlar fakat için için inancı sebebiyle suçluluk hisseder. İnancıyla bağdaşır beklentilerini karşılayamayan günahkâr çevresi onun dinen meşru kabul edilen eğlenme yollarını da kapatır. Russell’a göre bu kişinin mutluluğu bulabilmesi kendisine küçüklüğünde itibaren aşılanan dini duygulardan sıyrılmasıyla mümkündür. Kendisine tutkunlar ise yaptıkları her eylemle toplumun hayranlığını kazanabilmeyi hedefler. Bencil beklentilerle kalkıştıkları her iş hüsrandır. Çünkü bir işte başarılı olabilmek o işin malzemesine yakın ilgi ve alaka duyabilmekten o işin tekniğiyle ilgilenebilmekten geçmektedir. Ayrıca toplumun saygınlığını kazanabilmeyi yaşam amacı edinen kişi bu beklentiyle kendi isteklerini de bu amaç uğruna sınırlar. Bu yüzden herkesin hayranlığını kazanabilse dahi bu feragat mutlu olabilmesini engeller. Megalomanlar ise saygıya ve güce taparlar. Kendilerine saygı duyulmasını kendilerinden korkulmasını isterler. Bu güç tutkusu bu tanrı olma sevdası onların gerçeğe aykırı hayaller peşinde harap olmasını da beraberinde getirir. Bu üç içsel tutum dışında kişinin mutluluğa ulaşmasına engel olan bir diğer tutumsa mutsuzlukla övünülmesidir. Kimi mutsuz insanlar mutsuzluğuyla övünürler bu kişilerin mutlu olabilmeleri için ise öncelikle mutluluğun özenilecek bir duygu olduğunu öğrenebilmeleri gerekir. Byron Mutsuzluğu Yaygın bir düşünceye göre ne kadar çok bilirsen o kadar çok huzursuz olursun. Bu düşüncede olan kişiler mutsuzluklarını bilgelikleriyle özdeşleştirirler. Russell’a göre evreni anlamaya çalışmak bize acı vermeye başlamışsa farklı konuları düşünmeli mantığımızın mutluluğumuza Russell’ın deyimiyle ambargo koymasına müsaade etmemeliyiz. Bilginin ve aklın mutluluğa engel olduğunu düşünen mutsuzluklarını kıvanç sebebi gören kişiler esasında yaşadıkları koşulları ve duygu durumlarını bilimsel bir gerçek gibi kabul etmiş hatta aydın bir kişinin mutlu olabilmesine imkan verememişlerdir. Kimileri ise bulundukları çağdan ötürü kendilerini bedbaht ilan etmiş ve eski çağ insanlarının faziletlerinden dem vurmuş ve mistik inançlarının unutulmasından, eski ahlak anlayışlarının yozlaşmasından yakınmışlardır. Bu noktada Russell çağdaş toplumun davranışlarını eskiye oranla rağbet göremeyen ve bu yüzden yaşanılan şimdide iğreti duran mistik inanç kalıplarıyla değerlendirmenin olaylara yaklaşımımıza etkisinden bahseder. Bu inançlar kimi saldırgan öğeleri bünyelerinde barındırmalarından yahut yerlerine geçecek kökleşmiş ahlak anlayışlarının mevcut olamamasından ötürü bu inancı taşıyan kişileri umutsuz ve öfkeli hissettirir. Russell’e göre bu inanç kaynaklı içsel huzursuzluğun çözümü geçmişe özlem duymaktan değil içinde bulunulan şimdiye uymayan mistik inançlardan sıyrılmaktan geçer. Russell’a göre mutluluğa ulaşmamıza engel olan bir diğer faktör ise çaba eksikliğidir. Mutlu olabilmemiz için her şeye sahip olmamamız gerekir. Homosapiens her şeye sahip olamamalı bir hedef uğruna çaba harcamak zorunda kalmalıdır. Russell bölüm başında da belirtiği gibi aydınlara has mutsuzluk olarak nitelendirdiği Byron mutsuzluğuna sahip kişilere kitaplardan sıyrılarak yaşama aktif bir şekilde dâhil olmalarını tavsiye eder. Salt karamsarlıktan uzaklaşılarak yaşama dair gerçek hislerin ancak bu şekilde farkına varılabileceğine dikkat çeker ve kendini unuturcasına çalışmak zorunda kalınabilecek bir işin mutluluğun eksik kalan öğesi olan çaba eksikliğini sağlayabileceğini de ekler. Rekabet İş adamlarında yaygın olan ihtiyaç dışı sürekli çalışma bağımlılığı başarıya ve beraberinde gelen saygınlığa yönelik takıntıdan kaynaklıdır. Başarıyı yaşam amacı haline getiren ve tanımlanan bu başarıya sahip olmayanları zavallı atfeden bu tarz işkolikler yoğun ve gergin bir döngüye hapsolurlar. Başarıya olan takıntıları yorgunluklarını atmak üzere seçenekleri anlamsız bulmalarına sebep olur. Çünkü başarı hırsı onları sürekli hareket halinde olmaya güdülemekte ve tüm enerjilerini bu takıntıya harcamalarını gerektirmektedir. Rekabet ve başarı mutluluk için gereklidir fakat başarının yaşam amacı haline getirilmesi iradenin geliştirilmesine duyguların ve algıların ise körelmesine sebep olur bu ölçüde başarı takıntısı kişinin dingin bir hayat sürebilmesine engel olur. Russell’a göre bu noktada önemli olan kendisinin de belirttiği gibi “Ölçülü bir hayatta, makul ve sakin zevklerin rolünü kabul etmekle mümkündür. Can sıkıntısı ve Heyecan Russela göre can sıkıntısı belli ölçüde gereklidir. Yapıcı eserler ortaya koyabilmek bu yaratıcı can sıkıntılarına katlanmaktan geçer. Can sıkıntısının bu yaratıcı tarafını fark edememek yahut can sıkıntısından sürekli kaçmaya çalışmak ve heyecan peşinde koşmak daha fazlasını istememize ve günün sonunda sürekli yetinemememize sebep olur. Ve bu yetinememeyi dizginleme dürtüsü de can sıkıntısını beraberinde getirir. Russela göre can sıkıntısının gerekli ve olağan olduğunun farkına varılması gerekir. Ayrıca insan yeryüzünün bir parçasıdır. İnsan doğası, doğayla doğanın yapısıyla uyumludur. Ve doğa hem hareketi hem de hareketsizliği beraberinde barındırır. Doğadaki bitkilerin gelişimlerini tamamlayabilmeleri mevsimlerin döngüsü belli seviyede dinginliği de içermektedir. Fakat insanın doğadan giderek uzaklaşmış ve bu onun doğanın bir parçası olduğunu içgüdülerinin doğayla olan paralelliğini unutmasına neden olmuştur. Russela göre mutlu bir hayat bu sakinlikten ve dinginlikten geçmektedir. Yorgunluk Yorgunluk denilince genellikle fiziksel yorgunluk anlaşılmıştır. Oysa bu kısımda Russell kendisinden pek söz edilmeyen sinirsel yorgunluğa değinir. Sinirsel yorgunluk üzüntü ve endişe kökenlidir. Kimileri vardır sürekli öncelikli olmayan endişeler üretirler. Kimileri için bu endişe işlerine ilişkindir işlerine ilişkin bir takım kaygıları sebebiyle ileride ortaya çıkabilecek sorunlarla meşguldürler. Bu endişe kişinin mevcut sorunların odaklanmasını ve enerjisini mevcut sorunlara harcamasını engeller. Russell bu kişilere her sorunu o sorunun mevcut olduğu zamanda düşünmeleri konusunda iradelerinin otokontrolünü ellerine almaları noktasında çaba harcamayı önerir. Kimi endişeler diğer insanların hakkımızdaki düşüncelerine ilişkindir. Russell bu tarz durumlarda en kötü senaryonun düşünülmesini tavsiye eder. Ve bu en kötü senaryonun sandığımız kadar önemli olup olmadığını irdelememizi ister. Ve nihayetinde sandığımız kadar önemli olmadığımızı belirtir ve olası kötü senaryolarımızın da bir o kadar önemsiz olduğuna dikkat çeker. Endişelerimiz korkularımızın görünümleridir. Russell korkularımızdan kurtulabilmemizin onlarla yüzleşmekle mümkün olabileceğini belirtir. Korkularımızı tüm yönleriyle enine boyuna fırsatını buldukça düşünmemizi ister. Bu korkularımızın bize korkutucu gelen gizemli havasının dağılmasına ve daha fazla ele almak istemeyeceğimiz kadar bayağılaşmasını neden olur. Ve son olarak duygusal dayanaklardan yoksul salt haz birlikteliklerine değinilir. Bu tarz birliktelikler aşkın, sevginin bulunduğu cinsel birlikteliklerin aksine kişilerin içgüdüsel doyumsuzluk ve hazza yönelik hayal kırıklıkları yaşamalarına sebep olur. Bu durum sinirsel yorgunluğu da beraberinde getirir ve sinirsel yorgunluk verimliliği düşüren önemli bir etkendir. Ayrıca bu tarz birliktelikler evlilikten alınabilecek heyecanı da olumsuz etkiler. Çünkü sinirsel yorgunluk kişinin hayattı soluk ve renksiz görmesine çevreye karşı ilgisizliğe sebep olur. Bu yüzden hem çalışma hayatındaki verimliliğin hem de mutlu bir evlilik için aranan heyecanın korunabilmesi salt hazların tatmini için yaşanan cinsel birlikteliklerden uzak durulmasını da gerektirir. Sinirsel yorgunluk yaşam kalitemizi etkileyen önemli bir faktördür ve Russela göre doğadan uzaklaşmış olmamızın bu yorgunluk türünde yadsınmaz rolü vardır. Çekememezlik Mutlu olmamamıza engel olan nedenlerden biri de çekememezliktir. Çekememezlik bizim sahip olmadıklarımıza odaklanmamıza neden olur. Bu açıdan rekabet çekememezlik de oldukça etkilidir. İmkânlarımız bizim için yeterli olsa dahi daha iyi imkânlara sahip diğerleri olduğunu bilmek kişiyi huzursuz eder hatta bu çekememezlik takıntılı hale gelirse saldırganlığa da neden olur. Bu noktada kıyaslamaktan uzak durmamız ve bizi kıyaslamaya götüren düşüncelerden uzaklaşabilmek adına düşüncelerimiz üzerindeki otokontrolümüzü güçlendirmemiz gerekir. Sosyal basamaklar arası gelir farklılıkları kişileri adalet arayışına itmiş. Bu itici güç demokrasi, sosyalizm gibi yönetim biçimlerinin gündeme gelmesini sebep olmuştur. Bu yararlı bir gelişme olsa da Russela göre bu tarz adalet arayışları temelini çekememezlikten almamalıdır. Münferitten olumsuz olan çekememezliğin adalet adalet arayışı içeren ülkülerde yararlı olabilmesi beklenemez. Çekememezliğe neden olan durumlardan biri ise mütevazı olmaktır. Mütevazı olmak kişinin kendi performansını ortaya koyabilmesini olumsuz etkiler bu da etrafındaki performansını ortaya koyabilen başarılı insanları kıskanmasına sebep olur. Bu noktada her birey kendi değerinin farkına varmalıdır. Çekememezliğe sebep olan bir başka durum ise yorgunluktur. Yorgun hissettiğinden hayatından yeterli verimi alamayan kişiler daha az çaba gerektiren işlerle uğraşan kişilere kıskançlık duyarlar. Çekememezliğe sebep olan bu türdeki yorgunluğun sebebi içgüdülerin doyumsuzluğudur. İçgüdüsel doyumun yaşanmadığı evliliklerde bu tarzda yorgunluklara rastlanır. Günah duygusu Önceki zamanlarda vicdan tanrının sesi kabul edilmiş günah işlemek ise bu vicdanın sesine aykırı davranmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat bu görüş son zamanlarda giderek önemini yitirmiştir çünkü bu tanrının sesi olarak kabul edilen vicdan toplumdan topluma değişmekte ve o toplumun örf ve adetlerinden izler taşımaktadır. Günah olarak nitelendirilen pek çok durum vardır bunlardan biri de sırrımızın açığa çıkmasından korkmamızdır. Bir suç işleyen kimseler sırlarının açığa çıkmalarına yönelik korkularını günahla özdeşleştirir ve bu korkudan pişman olmak yahut tövbe etmekle kurtulmayı denerler. Günah duygusunun ortaya çıkmasına sebep olan bir başka durum ise çocuklukta öğretilen ahlaki normlardır. Kişi her ne kadar farkına varmasa da çocukken öğretilen ahlaki normlar bilinçaltında bu normlara aykırı davranışlara yönelik olumsuz tepkiler oluşturur. Ahlak anlayışımızın mantığa ve gerçeklere dayanması gerekir. Çocukken bize aşılanan ahlak anlayışı mantığımıza ve aklımıza ters geliyorsa bunun üzerine gitmeli bilinçaltımızda var olan bu mantıksız ahlak anlayışını kökünden kazımaya çalışmalıyız. Yani kendi mantığımıza ve gerçeklerimize dayanan ahlak anlayışımızı bilinçaltımıza yerleştirmeye çalışmalıyız bu şekilde hem bilinçaltımız ve hem de bilincimiz uyum sağlar ve bu da yaptığımız davranışlarımızdan ötürü herhangi bir suçluluk duymamızı engeller. Çocukken aşılanan ahlak anlayışlarımız cinsiyetlere yönelik yaklaşımlarımızda önemlidir. Cinselliğin ve cinselliği çağrıştıran organların tabulaştırılması kişinin cinselliği bayağı bulmasına ve ilişkilerinden cinselliği uzak tutmaya yahut tam anlamıyla cinsellikten haz alamamasına sebep olur. Bu noktada Russell’a göre çocuklara zamanından önce(ergenlik çağı) bu tarz ahlak öğretileri aşılamamalı zamanı gelince ise mantığa ve sağlam temellere dayanan ahlak anlayışları anlatılmalıdır. Günah duygusu kişinin suçlu hissetmesine sebep olur kendini günahkâr hisseden kişi kendisini değersiz görür. Etrafında günahkâr olarak nitelendiremeyeceği kişileri çekemez ve onlardan nefret eder. Bu da kişinin insan ilişkilerini olumsuz etkiler. Bu noktada mantığa dayanan ahlak anlayışlarımıza da aykırı davranışlar gerçekleştirmiş olabiliriz ki bu noktada dahi günahkâr hissetmek bize yardımcı olmaz. Bu tarz durumlarda kendimizi günahkâr saymak yerine insanların da kimi zaman kötülükler yapabileceğini bilmeli ve kötülük yapmamıza sebep olan koşulları yok etmek için çabalamalıyız. Günah duygusu önemlidir bize mantıklı gelmeyen ve bilinçaltımıza yer etmiş bir ahlak anlayışı bize mantıklı gelmediğinden davranışlarımıza yansımaz fakat bu aykırılık onu bilinçaltımızdan atamadığımızdan bizi huzursuz etmeye devam eder. Huzurlu hissedebilmemiz için bilincimizle ve bilinçaltımız uyum içerisinde olmalıdır. İnsanlar bilinçleri ve bilinçaltları arasındaki bu tarz çatışmalardan kaçınabilmek için bilinçlerini kaybedebilecekleri hazlara heyecanlara yönelirler. Fakat bu tarz hazlar kişiyi doyuruculuk sağlamaz bu noktada mantığımızla bilinçaltı ahlak anlayışlarımızı irdelemeli ve bize mantıksız geldiğine emin olduktan sonra onu kökünden kazıyarak yerine kendi sağlam dayanaklara sahip, mantıklı ahlak anlayışlarımızı yerleştirmeliyiz. İşkence korkusu Kimileri çevrelerini kendileri için daimi bir tehdit olarak görür. İnsanlar kötü niyetlidir ve bizlere kötülük yapmak için fırsat kollamaktadır. Russell’a bu ruh haline işkence korkusu olarak tanımlamış ve bu ruh haline sebep olan dört faktörü açıklamıştır. Bunlardan ilki insanlara karşılıksız olarak iyilik yaptığını iddia eden fakat iyiliklerinin karşılığını alamayınca tüm insanları nankörlükle suçlayan insan davranışıdır. Sandığımızın aksine yaptığımız iyiliklerin pek azı bencilce sebeplere dayanmaz. Bu şekilde hisseden kişiler bu gerçeğin farkına varmalı tamamen özverili olduğumuzu düşündüğümüz pek çok durumun gerçekte bencilce sebeplere dayandığını anlamalıdır. Aksi takdirde insanların vefasız olduğunu düşünürüz ve bu işkence korkusuna kapılmamıza sebep olur. Ayrıca bu noktada insanların birtakım kötü davranışlarıyla genellemeye varılmaması tüm insanlığa küsülmemesi de önemlidir. Bu tarz genellemeler de işkence korkusuna kapılmalarına sebep olur. Bu duyguya sebep olan ikinci durum yeteneklerimizi abartmamız kendimizi değeri bilinemeyen yetenek dehaları zannetmemizdir. Bir konuda yeteneğimiz olduğunu düşünüyorsak ve bu yeteneğimiz beklentilerimizi aksine pek takdir alamamışsa gerçekten de yeteneğimiz olmadığı ihtimali üzerinde de durmalı hemen yeteneği değeri anlaşılamamış deha havalarına girmemeliyiz. Çünkü hemen yeteneği anlaşılamamış deha havasına girmemiz bize hak ettiğimizi düşündüğümüz takdiri veremeyen insanlara karşı olumsuz duygular beslememize, onların yeteneğimize ilişkin tutumlarını kişisel algılamamıza sebep olur. Böyle düşünen bir kişiye göre yeteneğine gerekli ilgi gösterilmemiştir çünkü kendisi yeteneğini toplumsal düzeni sürdürenlerin çıkarlarına aykırıdır kendisinin yeteneği adeta anarşisttir. Kendisinin yeteneği başkalarının yeteneklerinin aksine kimseye yaltaklık etmemiş ve bu yüzden gerekli ilgiyi görememiştir. İşte bu tarz düşünceler çevremizi bir tehdit bir düşman olarak görmemize ve neticede işkence korkusuna kapılmamıza sebep olur. Bu duyguya sebep olan bir başka durumsa etrafımızdakilerin bize en az kendimiz kadar ilgi duymalarını beklemektir. Bu durumda insanlardan makul olmayan özverilerde bulunulmasını isteriz. İnsanların makul oranda bencil olmaları gerekir bu mutlu olunabilmesi açısından önemlidir. Bu yüzden insanların bizimle en az kendimiz kadar ilgileneceklerini düşünmek ve bu tarz bir özveri beklemek mantıklı değildir. Bir diğer sebep ise insanların düşündüğümüzün aksine bizimle o kadar da ilgilenmediklerinin farkına varmamızdır. Yani insanların her davranışını tehdit olarak algılamamız ve onların bize kötülük etme fırsatı kolladıklarını düşünmemiz yersizdir çünkü sandığımızın aksine insanlar bize daimi olarak kötülük etmeye çalışabilecek kadar dahi umursamazlar. İşkence korkusu olan kişilere anlayışla yaklaşılmalı ve onların bu korkularının sebeplerini anlayabilmeleri sağlanmalıdır. Kamuoyu korkusu İçinde bulunduğumuz çevrenin bizden hoşnut olmasını isteriz. Geleneksel toplumlarda kişiler geleneklere uyum sağladığından bu tarz bir sorunla pek karşılaşılmaz. Bu tarz toplumlarda farklılık göze batar insanlar genellikle toplumsal baskıdan tek tiptir ve bulunduğu çevreden farklı görüşlere sahip olan bir genç toplumun baskısıyla karşı karşıya kalır. Bu durumdaki gençler bu durumu genellerler ve kendileriyle aynı görüşte kişiler bulamayacaklarını daima içinde bulundukları çevreyle çatışacaklarını düşünür umutsuz ve mutsuz hissederler. Kendilerini fikirlerini tam anlamıyla ortaya koyamaz farklılıklarını yapılandırmaya çekinirler. Bu yöndeki umutsuzlukları gerek bizimle aynı görüşte gerekse bambaşka fikirlere sahip pek çok insan vardır fakat tecrübesizlikleri bu gerçeği görmelerine engel olur. İçinde bulunduğumuz toplumdan farklı dünya görüşlerimiz farklı fikirlerimiz varsa bu fikirleri içinde bulunduğumuz topluma meydan okurcasına ortaya koymamalıyız bu noktada sevecen bir tutum benimsemeliyiz. Farklılarımızdan ötürü içinde bulunduğumuz toplumun bizi sindirmesine elbette ki izin vermemeliyiz fakat bu farklılıkları salt topluma aykırılık oluşturmak için ortaya koyuyormuşçasına ifade etmemeye de dikkat etmeliyiz. Toplumun tepkisini sevecenlikle karşılamalı onlarla bir problemimizin olmadığını bu farklılığımızın salt onların doğrularına meydan okumaya çalışmaktan ibaret olmadığının anlatmaya çalışmalıyız. Toplumun bizi değiştiremeye yönelik tepkilerine agresiflikten uzak bir kayıtsızlıkla karşılık vermeliyiz bizi değiştirmelerine izin vermemeli fakat bu yöndeki tercihimizi sevecenlikle ifade etmeye özen göstermeliyiz. Russell’ın ifadesiyle de belirtmek gerekirse aç kalmamıza yahut hapse düşmemize sebep olmayacak ölçüde toplumun görüşlerini dikkate almamız kâfidir. Fazlası toplumu hoşnut etmek uğruna kendi yaşamımızdan harcamamıza yani kendimize toplum eliyle zorbalık yapılmasına müsaade etmemiz olur. Mutlu olmak hala mümkün müdür? Mutlu olabilmek için kimi kati yargılardan kurtulmamız gerekir. Çevreye zarar verilmediği müddetçe herhangi bir uğraş mutluluğumuza sebep olabilir bu noktada kimi uğraşların basit olması mutluluğumuza engel olmamalıdır. Yeteneklerimiz uğraşlarımıza yön verir ve gerekli takdiri alan bir uğraş mutlu olmamızı sağlar. Uğraşların bizi mutlu edebilmesi yeteneklerimize yaklaşımımızla da alakalıdır. Yeteneklerimiz küçümsememiz pasif kalmamıza yeteneklerimizi gözümüzde büyültmemiz uğraşlarımızın ilgi çekiciliğini kaybetmesine sebep olur. Uğraşlarımızın bizi mutlu edebilmesi yeteneklerimizi belli ölçüde aşan şaşırtıcılıklara sahip olmasındandır. Bu yüzden yöneldiğimiz uğraşlar yeteneğimizi belli ölçüde aşabilecek bizi uğraştırabilecek düzeyde karmaşıklığa da sahip olmalıdır. Güçsüzlük atıl bir durumdur içinde bulunulan durumdan kurtulamayacağını düşünmek bu yüzden pasif kalmaktır konfor bu pasifliği pekiştirir. Pasif kaçınılabilecek bir konfora sahip olmamak bizim güçsüzlük olarak nitelendirildiğimiz durumları değiştirebilmek için harekete geçmeye zorlar. Bu da bizi huzursuz eden güçsüzlüklerin aşılmasına yardımcı olur. Mutlu olabilmek insanlara çevreye duyulan alaka ve sevgiyle de yakından ilgilidir. İnsanlara yönelik sevgimiz de karşılık beklememeli insanlara yönelik alakamızda içten olmalı bu sevgi ve alakayı görev bilinciyle yerine getirmemeliyiz. İnsanlar üzerinde egemenlik kurmaya yahut salt onların hayranlığını kazanmaya yönelik ben merkezli yaklaşımlardan kaçınmalıyız. Çevreye ilgi duymalı çevremizi tanımak için çaba harcamalıyız. İlgi alanlarımızı geliştirmek yeteneklerimizin artmasına ve dış çevreyle daha fazla meşgul olabilmemizi sağlar. Bu da mutluluk için gereklidir. Çünkü Russell’a göre ilginin benliğimize yönelmesi mutsuzluğa çevreye dış uğraşlara yönelmesi ise mutluluğa sebep olmaktadır. Keyif Russell insanların yemek yemeye yönelik tutumlarının hayata yönelik yaklaşımlarını belirttiğine dikkat çeker. Yemek yemeği bir görev bilinciyle güç kazanabilmek adına yiyen kişilerin dünyanın zevklerinden elini ayağını çekmiş olduğunu, yemeği olması gerekenden fazla yiyen oburların zevk düşkünleri olduğunu, yemek yemekten zevk almayan kişilerin Byron mutsuzluğuna sahip olduğunu yemeği gerektiği kadar ve zevkle yiyen kişilerin ise hayattan haz almasını bilen fakat aşırıya kaçmayan kişiler olduğunu belirtir. Oburlar dışında diğer tip yemek yiyenler yemek yemekten haz alanlardan kendilerini üstün görür yemek yemekten haz almayı basitlik alameti sayarlar. Oysa bu noktada yemek yemekten haz almanın bayağı, ayıplanacak bir durum olduğuna aksi bir durumla övünülmesi gerektiğine ilişkin bir parametremiz yoktur. Fakat yemek yemekten haz alanlar hayata uyum sağlamış kişilerdir. Deneyimler biriktirebilmek hayata dâhil olabilmeyi hayata dâhil olabilmek ise çevremize etrafımıza ilgimizi kaybetmememizi gerektirir. Hayattan keyif alabilmek istiyorsak ilgi ve alakamızı kendimize yöneltmemeli, dış dünyadan kendimizi izole etmemeliyiz. Bu noktada dış dünyaya ilişkin ilgi alanları edinmek zamanımızı geçirmek başımıza gelen olumsuz durumları daha kolay atlatabilmek ve hayattan keyif alabilmek adına önemlidir. Hayattan keyif alabilmek önemlidir fakat haz düşkünlüğü makul değildir. Ölçülü olmak önemlidir keyif duygusu toplumun beklentileri, sağlımız ve sevdiklerimize karşı sorumluluklarımız ölçüsünde sınırlandırılabilmelidir. Bu durumda belli bir haz uğruna pek çok haz feda edilir. Bu tarz bir özveri kişinin uzun vadede aleyhine olur. Hayattan keyif alabilmemize engel olan bir diğer durum ise toplumun gereklerine uyabilmek adına içgüdülerimizi sınırlandırmak zorunda kalmamızdır(mesela sırf iş ilişkilerimizde yararı dokunur diye ilgilenmediğimiz insanlarla bağlantı kurarız.). Fakat toplumun yapısını muhafaza edebilmesi için bu tarz bir sınırlandırma gereklidir. Toplum içgüdülerimizi cinsiyetimizden ötürü sınırlandırmamız da istet, toplumda kadınların hareketli olması hoş karşılanmaz ağırbaşlı olmaları beklenir. Kadınlar hoşlandıkları erkekle açık bir şekilde ilgilenemez ilk adımı atamazlar. İçgüdülerini bu ölçüde törpüleyen kadınlar hayattan zevk alamaz hale gelirler fakat erdemli olmaları daha önemlidir. Kendileri gibi ağırbaşlı olmayan rahat kadınlar bu erdemden yoksundur ve bu övünülmesi gereken bir meziyettir. Oysa tıpkı erkekler gibi kadınların da mutlu olabilmeleri hayattan keyif alabilmelerinden geçmektedir. Sevgi Hayattan hoşnutsuz olmanın keyif alamamamın sebeplerinden birisi de sevilmemektir. Kendimize ve çevremize güvenebilmek sevilmemizi gerektirir. Kimi insanların diğer insanlardan korkmaları ve yakın ilişkiden kaçınmaları çocukluklarında gerekli sevgiyi alamamalarındandır. Hayat karşılaşılan kötülükler de bu duyguya sebep olur. Çocuklukta gerekli sevginin alınmaması daha küçük yaşlarda melankolik tutumlara daha küçük yaşlarda çevreye ilginin azalmasına ve ideal bir düzen arayışına sebep olur. Sevgi kendimize ve çevremize güvenebilmemiz için önemlidir fakat eğer ebeveyn çocuğunun çevreden korkmasına sebep olarak kendine bağlamak isterse bu noktada sevgi kendisinden beklenen güveni oluşturamaz. Bu tarz bir sevgi kadın erkek ilişkilerinde de görülür. Olası tehlikeler yahut yaşanan talihsizlikleri karşı tarafa hatırlatarak onun bize bağlanmasını isteriz. Bu şekilde güvende hissedebilmesinin egemenliğimizin altına girmesiyle mümkün olabileceğini hissettiririz. Erkeklerin ürkek kadınlardan hoşlanmasının sebebi de bu egemenlik istemidir. Çevreye yönelik korku ilişkileri de olumsuz etkiler. Kendisin ve çevresine güvenemeyen kişi güven için gerekli olan sevgiye de ulaşamaz çünkü güvende kalabilmek adına içine kapanmaya meyillidir. Kendilerini güvende hissedebilecekleri ilişkileri tercih edenler de vardır bu tarz bir ilişkide temel hedef güvende hissedebilmektir. Fakat ilişki yaşamdan ortak ve beraber bir şekilde keyif alabilmeyi hedeflemelidir ki kendisinden beklenen hoşnutluğu oluşturabilsin. İlişkilerde ortak iyilik hedeflenmelidir fakat kimi ilişkilerde tek tarafın iyiliği ön plandadır. Bir taraf sürekli kendinden vererek fedakârlık ederken diğer taraf karşı tarafı hedeflerine ulaşmada bir basamak olarak görür. Bu ilişkiyle ilgilenmemesine ve ilişki için gerekli karşılıklı fedakârlıklardan kaçınılmasına sebep olur. Bu bencil tutum da esasında çevreye ve kendine güvenememenin bir sonucudur. Bu korkuyu yaşayanlar ilişkilerde dahi yakın olmamaya ilişkilerde dahi sınırlarını korumaya dikkat eder. Oysa karşı tarafın bizden memnun olmamasına yönelik korkuyla, kırılmamak adına yahut karşı tarafta beklediğini bulamayarak hayal kırıklığına uğramaktan çekinmek adına bu tarz önlemler almak hayattan keyif alınabilmesi için gerekli sevginin oluşumuna engeldir. Aile Ebeveynler ve çocuk arasındaki ilişik mutlu olunması için önemlidir. Aile kurumu eskiye oranla farklılaşmıştır. Kadınlar geçmişin aksine artık çalışabilmekte ve evliliği baba evinden kurtulabilmek için tek çare olarak görmemektedir. Fakat evlilik çalışan kadının tüm çabasını ev işlerine harcamasını gerektirdiğinden kadının evlenmesi kadın için büyük bir özveri gerektirmektedir. Kadından evlilikle beraber tüm çabasını ev işlerine ve çocuklarına yöneltmesi istenir bu büyük bir özveridir ve bu sorumluluk kadının mutsuz ve gergin olmasına ve bunu eşi ve çocuklarına da yansıtmasına sebep olur. Böylece kendini ailesine adayan kadın gün sonunda çekilemeyen kadın rolündedir. Kadının bu denli bir özveride bulunmasını beklenmemeli kadının evlilik sonrasında da çalışabilmeli ayrıca ev işleri ve çocuk yetiştirilmesinde gerektiğinde bu işin uzmanı kişilerden yardım alınmasına da müsaade edilmelidir. Aksi takdire bu özveri kadının mutlu olamamasına ve mutsuzluğunu ve yorgunluğunu ailesine yansıtmasına da sebep olur. Evlilik sonrasında tüm çabasını ailesine adaması beklenen kadın bu özverisini çocuklarına yönelik beklentilerine de yansıtır. Bu özverinin karşılığını alabilmek için bencil isteklerini çocuklarına dayatır. Aile kurumunda değişiklikler olduğuna değinilmişti. Eskiye oranla kültürlü ebeveynler çocuklarına yönelik davranışlarının çocuğuna yönelik etkisini bildiğinden daha temkinlidir. Demokrasi aile ilişkilerine dahi yansımış anne baba çocuk üzerindeki haklarını sorgular olmuştur. Bu çekingen tutum çocuğun rencide olmasını geçmişe oranla önler fakat bu ikircikli tutum gerekli ilgiyi alabilmesine de engel olur. Ailenin çocuğa yönelik bu tedirgin tutumu çocuğun ailesine olan güvenini de zedeler. Çocuğun mutluluğu için gerekli aile ortamı bu iki tip aile ortamından da izler taşımalı çocuk gerekli ilgi ve sevgiyi görebilmeli ve rencide edilmemeye kendisine saygı duyulmasına da özen gösterilmelidir. Çocuğa duyulan şefkat egemenlik dürtümüzle iç içedir korumamıza muhtaç gördüğümüz çocuğun yetiştirilmesi sürecinde bu iki dürtü karşı karşıya gelir. Çocuğun kendine yetebilmesi için ona duyduğumuz şefkat kisvesi kendimize bağımlı kılabilir. Çocuğa duyulan şefkat ona yardımcı olmamızı gerektirir fakat çocuk kendi sorumluluğunu da alabilmelidir kimi ebeveynler şefkat gösterdiklerini zannederek çocuklarının sorumluluk duygusunu zedeler ve onları kendilerine bağımlı kılar. Sürekli yapılan iyiliklerin fedakârlıkların hatırlatılması yahut çevreye karşı korkutulması bunun göstergesidir. Sorumluluk duygusu ve şefkat arasındaki ilişkiye dikkat edilmelidir. İş Bir iş bir uğraş bizi can sıkıntısından kurtarır. Her işin kişiyi mutlu etmediği doğrudur fakat mutlu etmese de iş kişiyi can sıkıntısının sebep olacağı mutsuzluktan kurtarır. Boş zamanlarımızı nasıl geçireceğimizi düşünme zahmetinden kurtarır. İşler bizim boş zamanımızın kıymetini bilmemize daha dolu dolu geçirmemizi sağlar. Ayrıca yapıcı yönümüzü de geliştirir. Ortaya koyduğumuz yapıtın her zaman geliştirilebilir bir takım yönleri vardır bu da bizi sürekli yapıt üzerine çaba harcamaya güdüler. Bu açıdan yapmak yıkmaktan daha tatmin edicidir çünkü yıkmak o an gerçekleşir ve yıkım sonucu Tabi nefretle dolu biri yapıcı eserler ortaya koymaya değil yapıcı eserleri yıkmaya meyillidir bu onun nefretinin dışavurumudur ve bu onu daha fazla mutlu eder nefretle dolu biri yapmaktan çok yıkmakla mutlu olur ki kendisinden de yıkmak yerine yapmasını beklemek içinde bulunduğu ruh halinden dolayı yersiz olur. Yapıcı yanımızı geliştirmek hünerlerimizin de beslenmesini sağlar. İşimizde gösterdiğimiz hünerlerimizin geliştirilmeye açık olması hünerlerimizi artık geliştiremeyeceğimiz ustalık seviyesinde olmamamız da işimizin bizi mutlu etmesini sağlar. İşimizin gereken saygıyı ve ilgiyi görmesi işimizde yükselebilme daha başarılı olabilme ve daha iyi yaşam standartlarına sahip olabilme ihtimalimiz de işimize yönelik tutkumuzu arttırır. Yapıcı yönlerimizi ortaya koyabildiğimiz hünerlerimizi sergileyebildiğimiz işler bizi faydalı hissettirir ve mutlu eder fakat çalıştığımız işin özgünlüğümüze engel olmaması da gerekir. Kendimizi tam anlamıyla ortaya koyamadığımız maddi kaygılar sebebiyle tek tipleştirilen eserler eser sahibinin işinden tatmin olamamasına sebep olur. Bu yüzden kişinin sevmediği işi yapması özsaygısını olumsuz etkiler ve mutlu olabilmemiz kendimize saygı duyabilmemizi de gerektirir. Kişisel olmayan ilgiler Akli melekelerimizi ve irademizi yoğun şekilde kullanmak zorunda kaldığımız işlerimizden arta kalan zamanlarımızı işten kaynaklanan duygusal yorgunluğumuzu alacak uğraşlarla geçirmeliyiz. İşimizi arta kalan zamanlarımıza da yaymak hem iş kaynaklı ruhsal yorgunluğu arttırır hem de işe verilen verimi de düşürür. Kişisel olmayan ilgiler maddi kaygı gütmeksizin dinlenmek adına yaptığımız işimizle alakası olmayan uğraşlardır. Bu tarz ilgiler gereklidir de. Hem ruhsal hem de zihinsel olarak dinlenmemizi hem de ilgilendiğimiz alanların bütünün çok küçük bir parçası olduğunu fark edebilmemizi de sağlar. Farklı alanlara ilişkin uğraşlar bütünün küçük parçası olduğumuzu hatırlatır ve işimizi işimizde gösterdiğimiz performansı olduğundan daha önemli görmemizin sebep olduğu yersiz kaygıları da sonlandırır. Yakınlarımızı kaybetmek başımıza çeşitli talihlerin gelmesi durumlarında üzüntümüzü sağlımız açısından verimli değerlendirebilmekte bu tarz ilgilerin önemi büyüktür. Bu tarz uğraşlar boş kalmamızı ve bu boşluk anlarında kendi gösteren hüznümüzü kontrol altında tutar. İş alanımıza ilişkin hedeflerimizde evren boyutunda yerimizi bilebilmeli insanlığın yıkıcı yönlerinin eskiye oranla daha kolay kontrol altına alınmasında mevcut ilerlememizi fark etmeli yıkıcı yönlerimizi bu ilerleyişle paralellik gösterebilecek biçimde kontrol altında tutabilmeli ve sınırlı ömrümüzü elimizdeki imkânların elverdiği ölçüde insanlığa verimli olabilecek şekilde kullanmayı hedef edinmeliyiz. Evren karşısındaki konumumuzu fark edebilmeli başımıza gelen talihsizliklerin insanlık tarihindeki önemsizliğini ve kaçınılmazlığını kavramalı kendimize ve geçici varlığımıza bu anlamda büyük anlamlar yüklememeliyiz. Çaba ve kabullenme Ölçülü olmak, çaba ve kabullenme arasındaki dengenin kurulması açısından da önemlidir. Eğer başımıza gelebilecek olası talihsizlikleri önleyebilme yetimiz yoksa hatta önleyebilecek gücümüz olmasına rağmen önleme uğruna harcadığımız çaba esas amaçlarımızı gerçekleştirebilme ihtimalimizi tehlikeye atıyorsa kabullenmemiz bizim için daha da gereklidir. Fakat bu kabullenme maddi çevremizle ihtiyaçlarımızı aksatacak biçimde alakamızı kesmemize neden olmamalıdır. Kontrol edemeyeceğimiz olaylar, gerçekleşemeyecek umutlar karşısında kadere teslim olmamız gerekir. Çaba harcadığımız başarısızlıklarımızı kabullenmek olumsuz duygularla baş edebilmek adına önemlidir ve bu tutumun yansıra uğruna çaba harcadığımız amaçlarımızda kişisel yarardan öte toplumsal yararı hedeflememiz de başarısızlıklarımızı daha kolay bir şekilde atlatabilmemizi sağlar. Fakat çalışkan insanlar kabullenmeyi iradelerine ve çalışma enerjilerini olumsuz etkileyeceğini düşünerek olumsuz karşılarlar. Çalışma motivasyonlarını koruyabilmek adına aldıkları bu tutum onların gerçekçi olmayan kimi hedefler uğruna yersiz çaba sarf etmelerine sebep olur. Oysa gerçekçi olmak ve çabamızla nelere ulaşabileceğimizin farkında olmak çabamızı daha etkin yönetebilmemizi sağlar. Mutlu insan Mutlu olabilmek ilginin tutkunun kişinin çevresine yönelmesiyle mümkündür. İlginin tutkunun kişinin kendisine yönelmesi (korku, çekememezlik, günah duygusu, kendine acıma ve kendine hayranlık) kendi davranışlarını hatalarını gereğinden fazla irdeleyerek mutsuz olmasına yahut ilişkilerde (megolaman, kendine tutkun gibi) odağına kendini koyarak bencil olmasına sebep olur. İlginin çevreye yönelmesi mutlu olunması için gereklidir. Mutlu olunması için neden mutsuz olduğu bilinmelidir. Örneğin günahkâr olduğunu düşünen biri bilinçaltına davranışlarının yanlış bir yanı olmadığı inancını yerleştirirse kendine mutsuz eden günahkârlık duygusundan kurtulabilir. Mutsuzluk bilinç düzeyindeki davranışlarla bilinçaltımızdaki algılarımızın inançlarımızın çatışmasıyla da oluşur bu yüzden bilinçaltımızdaki inançlarımızı fark edebilmeli ve bize daha makul gelen inançlarla değiştirebilmeli bu şekilde bilincimiz ve bilinçaltımız arasındaki çatışmanın önüne geçebiliriz. Bu çatışmayı önlememizin ardından dış çevreye ilişkin ilgi alanlarımızı belirlemeli ve odağımıza bu ilgi alanlarını koymalıyız. İnsanlarla ilişkilerimizde görev bilinciyle hareket etmemeli karşılık beklemeksizin içten ilgi ve alakayla muamele etmeliyiz. Mutluluğumuz mutsuzluğumuz istisnai dış etkenler dışında bizim içsel inançlarımızdan kaynaklanır ve bunları fark ederek değiştirebilmek bizim elimizdedir.
Mutlu Olma Sanatı
Mutlu Olma SanatıBertrand Russell · Say Yayınları · 20134,039 okunma
·
392 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.