Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Agâh Sırrı Levend'in mükemmel yazısı
MEHMET EMİN YURDAKUL'UN KİŞİLİĞİ Agâh Sırrı Levend Bir toplumda beliren yeni düşünce akımlarını, değişen edebiyat ve sanat hareketlerini, kendilerini meydana getiren nedenleri incelemeden, yalnız görünüşlerine bakarak açıklamaya çalışmak çok yanıltıcı olur. Kişisel bir heves ürünü gibi görünen bir eserin bile, sonradan yeni bir devrin başlamasına yol açtığı, bir toplum hareketinin müjdecisi olduğu görülür. Değişme ihtiyacını yaratan nedenler çeşitlidir: Toplumun yapısı, ansızın gelen bir felâketle, ya da uzun süren yıpratıcı bir savaşın doğurduğu bezginlikler ve bunalımlarla sarsıntılar geçirir. Bu hal devrimlere ve köklü değişmelere yol açar. Politikada, yönetimde, ekonomide, bilimde ve teknikte beliren bu değişiklik, -elbet sanatta da kendini gösterecek, edebiyat da toplumdaki bu değişikliği adım adım izleyecektir. Değişme isteği, bu gibi büyük sarsıntılar olmaksızın da doğabilir: Uzun süre içine dönük, kendi sınırlan içinde kapalı yaşayan bir toplumda, dışarıdan sızan yabancı etkilerle, yenileşen zamana uyma ihtiyacı belirir. Bu etki altında yeni bir devir açılır, yeni bir hayat başlar. Aydınlar bu yeni hayatın felsefesini yapmaya koyulurlar. Birtakım kurallar ortaya atarak, halkın bu yeniliği benimsemesinde önayak olurlar. Edebiyat da bu yeni hayatı bütün yönleriyle yansıtmaya çalışır. Yenilik değişmez bir değer ölçüsü değildir. Bir süre beğenilip sanat çevrelerini kaplayan bir akım, taklitçiler çoğaldıkça yıpranıp usanç verir. Daha eskiye dönüldüğü gibi, eskiyi temelinden yıkan yeni cilveler de gösterebilir. Yeninin her zaman eskiden daha alımlı ve daha üstün olması gerekmez. Geçici bir heves ürünü de olabilir. Eski edebiyatta «garabet» diye adlandırılan bu zorlama yenilik sevimsiz görünür. Bir aralık taklit edenler çıksa da, uzun süre tutunamaz, yerini başka akımlara bırakır. Eskiye sarılıp kalmanın uyandırdığı tepkilerin bu konuda büyük rolü vardır. Batıda görülen çeşitli akımlar hep bu nedenlerle başlamış, bir süre sanat alanını kapladıktan sonra sönüp gitmiştir. Türk edebiyatında da durum böyle olmuştur: Divan edebiyatı, ümmet çağındaki dinî hayatı yansıtır. Tevhitleri, münacatları, naatları, miraceyeleri, gazelleri, kasideleri, mesnevileri, hikâyeleri, gerçek ve temelsiz inançları kapsayan eserleriyle bu devir hayatının aynasıdır. Bu çağda başka bir hayat düşünülmediği gibi, başka bir edebiyat da söz konusu değildir. Toplum hiç bir değişme ve yenileşme ihtiyacım duymaz, halinden memnundur. Bu içine kapanık hayat da, bunu yansıtan edebiyat da yüzyıllarla böylece sürüp gitmiştir. Tanzimat, gelişen ve ilerleyen dünyaya sırtını çevirip kendi âleminde kapalı yaşamanın daha çok sürüp gidemeyeceği anlaşılan bir devri temsil eder. Doğuyu Batıdan ayıran kapı aralanmış, düşünceler sızmaya başlamış, toplumda yenileşme ihtiyacı belirmiş, yeni düşüncelerle beslenmiş genç bir kuşak yetişmiştir. Tanzimat edebiyatı ister istemez toplumda uyanan bu yenileşme ve değişme ihtiyacını yansıtacaktı. Böylelikle divan şiirinden büsbütün ayrı yeni bir şiir doğmuş, hikâyeleri, romanları, tiyatroları ve eleştirmeleriyle yeni bir edebiyat başlamıştır. Çevre bu yeni edebiyatın yayılmasına henüz elverişli değildir. Ama-ruhları inançla dolu ateşli bir avuç genç, durmadan çalışarak topluma önayak olmuş, yeni kuşakları hazırlamıştır. Sonraları Servet-i Fünun dergisinde toplanan genç kuşak, bu yeniliği daha sistemli yaymaya çalıştı; daha verimli ve daha etkili oldu. Bu gençlerin eserlerinde her şey yeni görünüyordu. Yalnız dil, Arapça ve Farsça sözlüklerden yığın yığın taşıdıktan kelimelerle yine ağırdı. Toplumun muhtaç olduğu yenilikte değildi. Fransız edebiyatının etkisi altında yeni kavramları belirten tamlamaları ve bileşik sıfatlarıyla eskiye de benzemiyordu. Gençler bu süslü dili sanatları için gerekli buluyorlar, sade yazmayı, halkın katma inme sayıyorlardı. Oysa dilde sadeleşme İsteği uyanmış, aydınlar arasında tartışılmaya başlanmıştı. Gençlerin en büyük kusuru, toplumda beliren bu isteği görmemeleridir. Onlar yalnız bunu görmemekle kalmadılar, daha sonraları karşı çıkıp yeni akımı baltalamaya çalıştılar. Böyle davranmakta kendilerini zorunlu saydılar. Dilde tutucu görünmeyi daha yararlı buldular. Batıdan gelen bir sanat cilvesinin kurbanı oldular. Bu yüzden dilde eskilere de yaranamadılar. Ama hayat yürüyordu. Edebiyat değişir, daha canlı, daha gerçek olma yolunu tutarken, dil olduğu yerde kalamazdı. Nergisî’lerin dili bir yana, Halit Ziya’nın, Cenap’ın, Süleyman Nazif'in çetrefil dilini de yadırgayanlar vardı. Elbet dil de değişecek, toplumun ihtiyacına uygun bir sadeliğe kavuşacaktı. Halk yığınları okumak, öğrenmek, uyanmak, dünyayı anlamak istiyordu. Yalnız aydınlarca anlaşılabilen bu çetrefil dille beklenen kalkınma sağlanamazdı. 1897 Yunan Harbi çok güzel bir fırsat oldu. Türk ordusunun sessiz kahramanlığı, çoktan beri boğulan erkekçe seslerin yükselmesine meydan verdi. Servet-i Fünun şairleri en güzel eserlerini kaleme aldılar. Fikret «Kenan'ın Gazası» m, Halit Ziya «Osman» ı, Cenap «Eytam-ı Şüheda» yı, Hüseyin Cahit «Topal» ı, Ali Ekrem «Vasiyet» i yazdı. Ancak, Mehmetçiğin bu şanlı gazasını kendi diliyle kutlayacak bir şiir de gerekirdi. Bir şiir ki, onun ve köyünde onu bekleyenlerin saf ve masum ruhlarında yankılar uyandırsın. İşte bunu Mehmet Emin yaptı. Yunan Harbi’nden biraz önce başlayarak, temiz bir dille ve hece vezniyle yazdığı manzumelerini, çevresinin ne diyeceğini düşünmeden arka arkaya yayınladı. Sonra da ilk dokuz manzumeyi Türkçe Şiirler başlığı altında toplayarak, «Türk kardeşlerime çoban armağanı çam sakızı» diye sundu. Kitapta, Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamit, Şemseddin Sami, Rıza Tevfik, Fazlı Netip’in «takriz»leri vardır. Bu yazılardan anlıyoruz ki, şair, kitabım bastırmadan önce, bu dokuz gibi güvendiği kişilere bir mektupla göndermiş ve mektubunda: «Doğru yolda mı yürüyorum? Yoksa uçurumlara mı düşeceğim?» diye kendilerinden sormuştur. Bu mektuba cevap gönderenler de, tuttuğu yolun doğru olduğunu söyleyerek şairi övmüşlerdir. Hele Rıza Tevfik, 17 sayfa süren yazısında, bu şiirleri ayrı ayrı inceleyerek yorumlamakta, temiz Türkçeyi ve hece veznini övdükten sonra, düşüncelerini şu cümlelerle özetlemektedir: Zat-ı âliniz muktedir kaleminizi «şi’r-i millî» nin ihyası uğranda kullanıyorsunuz. Feyz-bar olan tabiatınız sizi bedialar, harikalar icat edecek kadar bahtiyar kılmış. Yazınız! Gösterdiğiniz yol şiiri millîmiz için bir şahrah-ı terakkidir. Sizi o yolda takip edenler bulunur. Şemseddin Sami ise şunları söylüyor: Edebiyat ve alelhusus şiir hissiyat ve efkâr-ı milliyenin tasvirinden, lisan-ı edebi herkesin söylediği lisanın d üz güncesinden ibaret olmak iktiza eder. O hissiyat ve efkâr istediği kadar teali etsin, o lisan istediği kadar mükemmel ve musanna* olsun; lâkin yine temeli, kökü, mebdei «avam» dediğimiz efrad-ı ümmetin kalbinde, beyninde, dilinde olmalıdır. Efkâr ve hissl- yat-ı milliyenin millî bir lisanla ifadesi: işte şiir, işte edebiyat!.. Bu şiirler arasında en çok beğenilip sevilen «Anadolu’dan Bir Ses yahut Cenge Giderken» başlığını taşıyandır, önce 1897’de Selanik’te Astr gazetesinde çıkan bu şiir şöyle başlar : Ben bir Türküm; dinim, cinsim uludur. Sinem, özüm ateş ile doludur. İnsan olan vatanının kuludur. Türk evlâdı evde durmaz; giderim! İddiasız görünen bu manzume, dili, deyişi, vezni ve konusu bakımından o zaman için yepyenidir. Saflığı ve içtenliğiyle gönülleri çekmektedir. Gerçi bu şiirler iddiasız görünüyor, ama şair hiç de iddiasız değildir. Mektubunda: «Doğru yolda mı yürüyorum? Yoksa uçuruma mı düşeceğim?» derken duraksar görünen şair, aslında kararlıdır; kendisine güveni vardır. «Biz Nasıl Şiir İsteriz» başlıklı şiirinde yolunu çizmiştir. Biz o şiir isteriz ki çifte giden babalar, Ekin biçen genç kızlarla odun kesen analar, Yanık sesin dinlerlerken göz yaşların silsinler. O, ulusunun büyüklüğüne, yurduna kıskançlıkla bağlı olduğuna inanmıştır. «Yunan Sınırını Geçerken» başlıklı manzumesinde şöyle diyor: Hangi Türk’tür gerdanına urgan, kement urdurur? Hangi Türk’tür mescidine Çanlı kule kurdurur? Milletimiz köle olmaz; böyle günde kim durur? Biz Türkleriz; Kızılırmak olur böyle taşarız! Acaba Mehmet Emin'i bu yola götüren etken nedir? Mehmet Emin ilk edebi zevkini, okuma yazma bilmeyen babasının dinlemek üzere kendisine okuttuğu Kerem ile Aşk, Aşık Garip, Battal Gazi gibi halk hikâyelerinden almıştır. Aynı zamanda ona halka giden yolu bulduran ilk işaret de, çocukken okuduğu bu hikâyelerin babasında uyandırdığını gördüğü ilgi olmuştur. Daha sonra Namık Kemal’i okuyarak içi yurt ve ulus sevgisi ile dolan Mehmet Emin, sonradan meclisine devam ettiği Şeyh Cemaleddin-i Efganî’nin etkisiyle yurduna yararlı olmak ülküsünü benimsemiş ve ülküsüne kavuşmak için, seçtiği bu alana atılmakta gecikmemiştir. Bu yolda yazdığı ilk manzumelerini Cemalettin-i Efgani’nin beğenmesi, onu daha da yüreklendirmiştir. Mehmet Emin Cemalettin-i Efganî’yi büyük bir «mürşit» olarak tanır. Gençlik çağlarım anlatırken «beni yoğuran odur» der TÜRKÇE ŞİİRLERİN UYANDIRDIĞI YANKILAR: Türkçe Şiirler basılıp yayınlanınca çevrede büyük bir yankı uyandırdı. Bu şiirleri, zaferin verdiği sevinç ve esinle yazılmış geçici bir heves ürünü sanarak beğenenler olduğu gibi, dudak büküp küçümseyenler, hattâ alay edenler de çıktı. Ebüzziya Tevfik ile Ahmet Rasim beğenmeyenlerin başında gelir. Ahmet Rasim, Ahmet Mithat’a yazdığı bir mektupta şöyle diyor: Türk şiiri denilen yakışıksız biçimsiz şeylerle kulub-ı safi- ye-i ümmette cevelân eden hiss-i muhterem-i şairiyeti lekedar etmek reva değildir. Ahmet Mithat ile Şemseddin Sami de bu çığın beğenenler arasındadır. Ahmet Mithat, Tank gazetesinde Ahmet Rasim’e cevap verdiği gibi, Şemseddin Sami de Sabah gazetesinde çıkan “Edebiyat-ı Müstakbelemiz” başlıklı yazısında, Türkçe Şiirler adiyle pek güzel bir kitabın çıktığını bildirerek Mehmet Emin Beyin beklenen çığırı açtığını, bu eserin «Edebiyat-ı Müstakbelemiz» binasının temel taşı olduğunu söyledikten sonra Söyle devam ediyor: Mehmet Emin Beyefendi bu risale ile iktifa etmeyecektir; o yolda, sırf Türkçe bir lisanla ve Türk hissiyatını musavvir eş’ar söylemede devam ediyor ve devam ettikçe daha mükemmellerini söylemede kesb-i meleke edeceğinde şüphe yoktur. Fikren hasıl olan terakki ile lisanen vuku bulan bu inkılâp bir yere gelip, mezcedince ve o efkâr ve hissiyat-ı tabiiye bu sade lisanla ifade olunmaya başlayıp, Acemane efkâr bir tarafa bırakıldığı gibi, Acemane lisan dahi bir tarafa atılınca, mükemmel bir Türk edebiyatı vücuda gelecektir ki, İşte unvan-ı makalede «Edebiyat-ı Müstakbelemiz» dediğimiz edebiyat budur. Servet-i Fünuncular önceleri çekingen davranmışlar, düşüncelerini ancak üstü kapalı sözlerle belirtmişlerdir. Fikret, Servet-i Fünun'da çıkan «Tasfiye-i Lisan» başlıklı yazısında şöyle söylüyor: Eğer anlaşılmadığı iddia edilen şeyler birkaç şiirden, birkaç makale-i edebiyeden ibaretse, varsın avam onlan anlamasın...... Ona da gösterilecek, ona da hissettirilecek, duyurulacak şeyler var, onun da öğreneceği İlimler var; onun da okuyacağı şiirler makaleler var. Bunlar tabii onun anlayacağı lisanla yazılır. İşte Mehmet Emln Bey’in Türkçe şiirleri. Emin Bey şayan-ı gıpta bir sevk-1 hamiyetle -İhtimal ki pek yalandan şahid-i saadette sefaletleri olduğu- köylüleri, çiftçileri düşünüyor; onlar için mütehassis müteessir oluyor; onların eşvak u ekdânna ter- ceman olmak istiyor. Halit Ziya da yine Servet-i Fünun’da çıkan yazısında, bir sırasına getirerek şöyle diyor: Nazımda büyük bir eser-i muvaffakiyet görüldü. Türkçe şiirlerin letâfetinden hep telezzüz ettik. Niçin Türkçe nesirler de olmasın? Bu sözlerde beğenme ve değerlendirme değil, bir küçümseme gizlidir. Mehmet Emin, Türkçe Şiirleri yayınladıktan sonra açtığı yolda yürüdü, önce Servetti Fünun’da «Kibritçi Kız» ile «Kesildi mi Ellerin»; 1904’te İzmir’de Muktebes dergisinde «Hayat Kavgası»; 1905’te Selânik’te Çocuk Bahçesi dergisinde, arka arkaya «Çiftçilik», «İlk Yara», «Bir Delikanlı’ya», «Çocuklar», «Demircinin öğüdü», «Bırak Yapma», «Bahtiyarlık», «Zavallılar», «Sürücü», «10 Para Ver», «Demir», «Yavrumun Mezarında», «ölü Kafası», «Barbaros», «Ey Genç Çiftçi», «Yavrumuzu Çoğaltalım», «Ömür Yolunda yahut Yolcu», «Sokak Kapısı önünde», «Çekiç Altında», «İmtihan», «Zavallı Kayıkçı» şiirleriyle, «İhtiyar Değirmenci» başlıklı bir yazısı çıktı. Görüldü ki şair, o zamana dek işlenmemiş, işlenmesi düşünülmemiş konulara değinmekte, toplumsal dertlerimizi ve ihtiyaçlarımızı dile getirmektedir. Bu şiirleri yazmak için o, masa başına oturup esin perisini beklemiyor. Çevresine bakıyor; yoksulluktan bunalmış insanları, tarlada çalışmaktan beli bükülmüş anaları, öküzleri, bakımsız çocukları, işsizleri görüyor, onlara acıyor. Bizi de acındırmaya çalışarak bu dertlerle ilgilenmeye çağırıyor, öte yandan ihtiyaçlarımızı düşünüyor. Çiftçiliği, demirciliği, şu mübarek yurdun kalkınması için gereken çalışma yollarını gösteriyor. Bunları bıkmadan, usanmadan ısrarla yapıyor. O zaman anlaşıldı ki, bu şiirler geçici birer hevesin ürünleri değil, tasarlanmış, bilerek ve isteyerek açılmış bir çığırın başlangıcıdır. Bu gerçek ortaya çıkınca, vaktiyle Türkçe Şiirler’i beğenmiş görünenler, bu kez Mehmet Emin’i «avam şairi» saymakta gecikmediler. Çünkü onların şiir anlayışı buna uymuyordu. Öte yandan. Tevfik Fikret düşüncelerini değiştirdi. «Kesildi mi Ellerin» manzumesi Servet-i Fünun’da çıktıktan sonra Mehmet Emin’e gönderdiği 1901 (25 Mart 1317) tarihli mektubunda bu manzume için «şiir-i nefis» diyor. «Zavallılar» başlıklı manzume henüz Çocuk Bahçesi dergisinde çıkmadan önce, Halit Ziya’nın da bulunduğu bir toplantıda, bu şiiri Mehmet Emin’in kendi ağzından dinleyen Fikret, şaire gönderdiği 1902 (8 ocak 1318) tarihli mektubunda, «Zavallılar» şiirini uzun uzadıya övdükten sonra; Halit Ziya’nın şu düşüncesini kaydediyor: Tercihe mahal yok; evzan-ı aruz, vezn-i hecai, hangisi olursa olsun madem ki bugün tekellüm ettiğimiz lisana uyuyor, ikisini de kullanırız. Hüner onları müfit ve müessir bir yolda kullanmaktır. Türkçe Şiirler üzerindeki tartışmalar Selânik’te çıkan Çocuk Bahçesi dergisinde devam etti. Bu tartışma, derginin 1905 (8 eylül 1321) tarihli 32. sayısında Rıza Tevfik’in Türkçe şiirleri öven bir yazısı üzerine başlamış oldu. Ömer Naci «Ev- zan-ı şi’riyemize dair» başlıklı yazısıyla bunu karşıladı. Rıza Tevfik’in cevapları bunu izledi. Raif Necdet’le Hüseyin Cahit de söze karıştı. Sonunda Ömer Naci’nin 1905 (1 kânunuevvel 1321) tarihli 43. sayıda çıkan yazısı üzerine dergi kapatıldı; tartışma da böylece sona ermiş oldu. Yurt dışı Türklerden Mehmet Emin’i ilk kutlayan, Kırım Türklerinden Gaspıralı İsmail Beydir. O tarihlerde İmparatorluğun dışında bulunan Türkler, İstanbul’da çıkan eserleri, edebiyat tartışmalarını dikkatle izliyorlardı. Gaspıralı, Mehmet Emin’e yazdığı mektupta, bu şiirlerin, Türk dili konuşulan her yerde bütün Türkler arasında okunacağını bildirmektedir. Gerçekten Türklerin yaşadığı ülkelerde bu şiirler sevilip okunmuştur. Nitekim Bakü’de 1917’de Keşgûl-i Negam adiyle 4. kez hasılan ve «Türk millî mekteplerinin âlî sınıflarında okunan millet ve vatan nağmelerinden ber-güzidelerini havi bir mecmuadır» kaydıyla yayınlanan eserde, Mehmet Emin’in «Cenge Giderken» manzumesi «Marşı» başlığı altında yer almaktadır. Yabancı Türkologlardan E.J.W. Gibb Mehmet Emin’e Londra’dan gönderdiği (1 Haziran 1899 tarihli mektubunda, şairi kutladıktan sonra: «Fikr-i âcizanemce Türk şiirinin doğra mazmunu ile doğra tarz-ı ifadesini siz buldunuz. Sizi 6 asır beklemiştir efendim.» diyor. Ayrıca A. Histary of Ottoman. Poetry adlı eserinde (c. 1, s. 134, not 1) bu kitabın çıktığını haber vererek, bu şiirlerle Türk halkının sesinin ilk kez edebiyatta işitileceğini söylüyor. Macar Türkologlarından. Vambery de, şaire bir mektup göndermiş ve Türkçe şiirleri dil bakımından övmüştür. Strassburg Üniversitesi Profesörlerinden P. Hora da Oeschichte der Türkischen Modem (Leibzig 1902, 2. bas. 1909) adlı eserinde şairin Türklüğüne ve milletseverliğine işaret ederek, Anadolu’dan Bir Ses adlı manzumesinde «Ben Bir Türküm» diye haykıran Mehmet Emin’in bu manzume ile gerçekten bir halk İlahisi yarattığını kaydetmiştir. Türkolog Vladimir Minorskiy ise, Türkçe Şiirleri Rus diline çevirmiş ve bu şiirleri dil, sanat ve toplum bakımından inceleyerek 1903’te «Mehmet Emin Bey’in Milli Şiirleri» adiyle yayımlamıştır. MEŞRUTİYETTEN SONRA: Mehmet Emin, Meşrutiyetten önceki devirde «Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü Mehmet Emin» imzasıyla Türkçe şiirler yazan bir şair olarak tanınır. Onun herkesçe bilinen adı «Türkçe Şiirler sahibi Mehmet Emin Bey»dir. Sıfatı da onu sevenlerce «Türk şairi», «millî şair» dir. O, edebî çevrelerdeki dedikodulara karışmamış, hatta kendi şiirleri hakkında uzayıp giden tartışmalara, yapılan sataşmalara da kayıtsız kalmış, daha doğrusu öyle görünmüştür. Meşrutiyetin ilânından sonra, Mehmet Emin’i toplumda beliren Türkçülük akımına önayak olmak için bütün varlığıyla ortaya atılmış görüyoruz. Şairimiz, yıllardır özlemini çektiği özgür havaya kavuşunca, politikaya da karışmakla birlikte, kendini daha çok ülküsüne vermiş, ona bağlı kalmıştır. Mehmet Emin’in bu devirdeki şiirleri, önce Selânik’te çıkan Bahçe dergisinde görüldü. Bu şiirler «Bize Diyorlar ki», «İlim», «Sanat», «Para», «Hakkaniyet», «İtiraz Edenlere», «Kur’a Neferi», «Yazı Masası Başında», «Bırak Şu Kuşçağızı», «Matbuat Nizamnamesi yahut İlk Hücum», «Zavallı Kayıkçı» başlıklarım taşır. Bunlar arasında «Barbaros İspanya’ya Giderken» ve «Çoban» başlıklı iki yazısı da vardır. 1908 (25 Ocak 1324)de, öteden beri Türkçü olarak tanınan birkaç kişi ile Türk kültürüne yakın ilgi duyan yazarlar birleşerek Türk Derneğini kurmuşlardı. Mehmet Emin o sırada Trabzon’da Rüsumat Nazırlığında bulunduğu için ilk toplantılarına katılamadığı bu derneğin üyelerindendir. Mehmet Emin, daha sonra vali vekili olarak Hicaz’da, bir süre de valilikle Sivas’ta bulunduktan sonra 1911 mayısında İstanbul’a dönmüş, 1911 (18 Ağustos 1327) de ülkücü arkadaşlarıyla birlikte Türk Yurdu Cemiyetini kurmuş, Türk Yurdu dergisinin de imtiyazını almıştır. Yine bu yıl içinde, Askeri Tıbbiyeliler kendi aralarında toplanarak, Türk ulusunu çöküntüden kurtarmak için alınacak tedbirleri düşünmüşler, gençliği kültür alanında birleştirecek politika dışı bir derneğin kurulmasına ihtiyaç olduğunu belirterek, bu konudaki düşüncelerini 11 Mayıs 1911 tarihli mektupla tanınmış kişilerden sormuşlardır. Mehmet Emin de bu mektubu alanlar arasındadır. Bu çağın üzerine toplantılar yapılarak, kurulması gereken demesin esasları konuşulmuş, 20 Haziran 1911’de Tıbbiyeden gelen delegelerle birlikte yapılan son toplantıda “Türk Ocağı”nın kurulmasına karar verilmiştir. Ocağın kurucuları Mehmet Emin, Ahmet Ferit, Ağaoğlu Ahmet, Doktor Fuat Sabit’tir. Geçici Yönetim Kurulu başkanlığına Mehmet Emin, ikinci başkanlığa Akçuraoğlu Yusuf, kâtipliğe Mehmet Ali Tevfik, veznedarlığa Fuat Sabit seçilmişlerdir. Mehmet Emin 1911 ağustosunda Erzurum valiliğine atanmış olduğundan, İstanbul’dan ayrılmadan önce, Türk Yurdu dergisinin imtiyazını Akçuraoğlu’ya bırakmıştır. Derginin 1911 (17 teşrinisani 1327) de çıkan ilk sayısında, Mehmet Emin’in «Demirci» şiiri görülür. Derginin üçüncü ve daha sonraki sayılarında Mehmet Emin’in şiirleri, «Türk Yurdu» başlıklı bir yazısı vardır. Erzurum’da 1 yıl kaldıktan sonra İstanbul’a dönen Mehmet Emin, Balkan Harbi’nin doğurduğu felâketleri acı acı haykırmış, o tarihe dek yazdığı şiirleri Türk Sazı adıyla yayınladığı kitapta toplamıştır. 1913’te Musul’dan mebus seçilmiş, Birinci Dünya Harbi yıllarını eserlerini hazırlamakla geçirmiş, mütarekenin ilk uğursuz günlerini de görmüştür. Mehmet Emin, Yunan ordularının İzmir’e çıkması üzerine hazırlanan mitingde, Sultanahmet camiinde uzun şiirini okumuş, daha sonra Türk'ün Hukuku’nu yazmış ve İstanbul’da daha çok kalamayarak, arkadaşı Akçuraoğlu ile birlikte Kurtuluş Savaşma katılmak üzere 1921 (1 Nisan 1337) de İnebolu’ya çıkmıştır. Mehmet Emin, bu tarihten sonra Anadolu’da, Atatürk’ün yolunda ve bütün varlığıyla yurdun ve ulusun hizmetindedir. Mustafa Kemal, Ankara başlıklı uzun şiirleri bu devrin başlıca ürünlerindendir. ' Mehmet Emin, Meşrutiyet devrinde gittikçe gelişen Türkçülük akımı içinde herkesin sevip aradığı, şiirlerini kendisinden dinlemeye can attığı bir şairdi. O, geniş alnını daha da geniş gösteren saçsız başı, dudaklarını örten pos bıyıklan, yanaklarını hafifçe örttükten sonra çenesinde sivrilen düzgün ve kısa kesilmiş ak sakalı ve şefkatle bakan yeşil-elâ gözleriyle dinleyenlere ışık saçıyor; güven, inanç ve umut veriyordu. O, yazdığı şiirlerle edebiyatta kendisine çizdiği yolu belirtmiş, ne yapmak istediğini açıkça göstermişti. Ama bir öncü olarak, bu yoldaki düşüncelerini bir program halinde ortaya koymamış, bir bildiri yayınlamak gereğini duymamıştı. Meşrutiyetin ilk aylarında Bahçe dergisinde «Türkçe Şiirler, Mehmet Emin Bey, Kendi Ağızından» başlığı altında çıkan bir yazıyla, amacım ve ülküsünü hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek kesinlikle belirtmiş oldu. Bu yazıda şair, eski edebiyattan «deyiş» ve «vezin», yolunda ayrıldığını söyleyerek bu konudaki düşüncelerini açıklıyor; Kendisinin bir balıkçı kulübesinde dünyaya gözünü açmış bir halk çocuğu olduğunu kaydettikten sonra, kitaplıklarımızı dolduran yığın yığın eserlerin içinde halkın okuyup nurlanacağı kaç kitap vardır, diye soruyor. Sonra kendi amacını anlatarak sözlerine şöyle devam ediyor: Vatanın kendisine öğrettiği şeyleri öğrenemeyenlere öğretmek ve elindeki çerağı, ona elde edemeyip karanlıkta kalanlara göstermek kendisinin borcu olan, velhasıl kendi kanını taşıyan ve kendi diliyle konuşan, kendi düşüncesi ve kendi duygusuyla yaşayan, bütün hemşerilerine karşı bir iş görmek isteyen bir Türk’e nasıl yazı yazmak lâzım gelirse İşte öyle, diyerek «deyiş» te kendisine çizdiği yolu açıklıyor. «Vezin» için de söyle diyor: Benim vezin için hocam tabiattır, tabiatın sesidir, hayattır. Sonunda yazısını şu cümlelerle bitiriyor: Benim ne güzellik perisinin arkasından dolaşır ruhum var; ne de avam âleminden kalemimi geri sektirecek kibrim var. Elimde dört telli bir kemense ile zavallıların gizli dertlerini söyler kaba bir sesim var. Bir yaralı yüreğim var ki fenalıklar isin çırpınır. Bir çift ağlar gözüm var ki öksüzler kapılarında yaş döker, işte o kadar. Bu sözler, şairin ömrü boyunca titizlikle izlediği bir program niteliğindedir. Şimdi şairimizi daha iyi anlayabiliriz: Yurt baştan başa bakımsız ve yoksuldur: Şu Rumeli bir anasız öksüz gibi Anadolu hicran dolu göğüs gibi Yoksulluğun ve bilgisizliğin sürüp gitmesinden açman, yurdunun bir an önce şenlendiğini görmemekle büyük bir acı duyan şair, elbet ulusunun felâketli hayatını söyleyecek, dertlilerin göz yaşını silecek şiirler yazacaktır. Ama bu şiirin uyumunda, ince bir musiki âletinin insan ruhunda derin yankılar uyandıran yüksek «belâgat» i yokmuş; ne zararı var? O bunu biliyor. Elindeki şu üç telli sazla ne yapılırsa onu yapıyor: Zavallı ben, elimdeki şu üç telli saz ile Milletimin felâketli hayatım söyleyim; Dertlilerin göz yaşını çevrem ile sileyim. Gerçekten Mehmet Emin şiirden bunu bekliyordu. Onun sanat anlayışı da belli ve açıktır! Hayır, sanat yalınız bir süslü hayal, vezin değil; Yalnız itanı bir eğlence, yalnız bir zevk için değil Bence büyük sanatkâr, peygamberler soyundandır Yüreğinde mustarip ruhlar için acı titrer; Onun dili, Allah’ın konuştuğu bir lisandır Yüreklere aşk, iman, ümit, rüya ilham eder. Şairin felâket günlerinde haykırmasına şaşmamalıdır: Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. Şairin hicran dolu sesinde, başkalarına umut ve güven veren bir teselli vardır. Çok şefkatli bir baba ve çok duygulu bir yurt çocuğu olan Mehmet Emin için mutluluk, ancak çocuklarının yüzünde parlayan gülümsemeden, güzellik de yurdunun ye yurttaşlarının hayrı için harcanacak iyilikten doğabilir. Onun sanattan beklediği budur. Mehmet Emin, Ruşen Eşref Ünaydın’ın bir sorusuna: itikadımca şiir güzellik için olmakla beraber İyilik içindir de diyor. Onun eserlerinde ilk göze çarpan nitelik, halkçılık ve milliyetçiliktir. Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’ya şöyle söylüyor: Eşim hayat ve gönül yoldaşım Şebinkarahisarlı bir Türk kızıdır. Onunla, evlendiğim gaman benimle konuştuğu öz Türkçe bana kendi dilimin özünü anlatmıştı. Ben, İstanbul lehçesini anamdan, hahamdan; sonra Anadolu lehçesini karımdan öğrendim. Onun saf, asil ruhunun kaynaklarından Türklük aşkının kandırılmaz kevserini içtim. Şair Şebinkarahisar’da, gözleri yaşlı yetimlere, bağrı yanık dullara, ağlamaktan gözleri kör olmuş ihtiyarlara rastladığını, milli ruhunu, millî ıstırabını, millî ülküsünü buradan aldığını anlattıktan sonra: Benim milliyetçiliğimin asıl kaynağı işte budar, diyor. İlk manzumeleriyle ulusal bilinci müjdeleyen Mehmet Emin, milliyetçiliği Meşrutiyet devrinden sonra kutsal bir dava olarak ele aldı. Bu davayı yürütmeyi, bu ülküyü gençlere aşılamayı bir görev bildi: Şiirlerinde şu mısralara yer veriyor: Fakat bunu yaratacak yalnız milli duygudur Milliyetler asırlardan akıp gelen sellerdir Önlerine ne çıkarsa siler, yıkar, devirir. Şairin «millî edebiyat» konusundaki düşünceleri de ilginçtir. Vatan kavramı da onda aşama geçirmiştir. İlk manzumelerinde: Düşmanımı vatanıma saldırtmam derken belirtmek istediği vatan, Türkiye sınırlarıyla çevrilmiş vatandır. Meşrutiyet Devriminden sonra yazdığı «10 Temmuz» şiirinde bile: Bundan sonra her Osmanlı şu Türkiye toprağında Mabediyle, mektebiyle, her şeyiyle hür olacak demişti. Sonraları, devrin öteki düşünürlerinde olduğu gibi. Mehmet Emin’de de bu kavram genişledi, İmparatorluğun sınırlarını aştı; uzak Türk diyarlarına, hatta daha ötelere uzandı. Artık onda da Turancılık siyasal bir ülkü oldu, önce Anadolu’dan, Kızılırmak’tan, Söğüt’ten bahsederken, sonraları Türk yurduna armağan ettiği «Ey Türk Uyan» şiirinde şunları söyledi: Ey milletim, yüz milyon yine senin neslindir; Saf Kafkas’la Arcıyas Hiçbir vakit Türkleri kardeşlikten ayırmaz; Bu mübarek dağlar da senin birer ilindir. Ana vatan : Çuvaş’ı, Azeri’yi, Başkurt’u, Sart’ı, Fin’i, Kalmuk'u aynı kanla yoğurdu. Bu saf kanı taşıyan Her bir İnsan, aşiret, Türk diliyle konuşan Her bir şehir, memleket Senin birer evladın, Senin birer oymağın; Senin yurdun, bucağın. Milyonlarca o asil, o ateşli kalplerin Hepsi Türk’ün aşkıyla tek kalp gibi çarpacak. Artık eski şan ve şeref günlerini hatırlayan şair, krallara baş eğdiren ırkının türküsünü söyleyerek beş bin yıllık geçmişi özlemle anmaktadır. Her halde bu gürlerin uzak Türk diyarlarında ilgi ve yankı uyandırdığına şüphe yoktur. O milliyetçi olduğu kadar da «insaniyet»çidir. Onun yurdunun yoksulları için inleyen ve haykıran sesinde bütün insanlara acıyan bir şefkat duygusu gizlidir. Mehmet Emin’de din kavramı, ilk gürlerinden başlayarak, değişmez bir kanı halinde devam eder. «Cenge Giderken» manzumesinde: “Ben bir Türküm; dinim, Cinsim uludur” diyerek, milliyetinin yanında dinine de aynı değeri vermiş, Allah’a, Peygamber’e ve Kur’an'a nasıl saf bir imanla bağlanmışsa, sonra yazdığı gürlerde aynı inancı göstermiştir: Esir millet yaratmayan âdil Allah Bize dahi kalkın dedi Ve burada Allah bütün dilekleri yaratır Allah'ımın «sana» kıble tanıttığı Kâbeler, Cebrail’in sana Kur’an getirdiği tepeler Ezan sesi gelen her yer bugün seni gözlüyor. Hilâfetin serağını ellerinde tutansın; Muhammed’in bıraktığı sürülere çobansın; Her Müslüman memleketi yaşatmağa memursun. Bu parçalara bakıp da onun «İttihat-ı İslâm» ı savunduğunu sanmamalıdır. Osmanlı padişahının aynı zamanda Müslümanların halifesi olduğunu düşünerek geniş ülkelerin elimizden çıkacağından ürken şair, şöyle devam ediyor: Artık uyan! necat günü gelmiştir Şu Türklüğü felâketten kurtarmak! Onu yine selâmete çıkarmak Senin için en mübarek bir iştir. Sonunda da: Yüz milyon Türk, eski, yeni Türkistan, Bütün dünya ve istikbal hep senin! diyerek asıl amacı göstermiştir.. Ara sıra. onun İslamlıktan önceki çağlan hatırlayarak, «Allah» yerine «Gök Tanrı» dediği, kımız sunan Altay bakirelerinden bahsettiği de olur. Ama bunlar ancak uzak geçmişi dile getirerek tarihi anılara değinmek içindir. Onun halka seslenirken, Anibal’lerden, Dârâ’lardan, Ramses’lerden, ilaheler dolaşan Olimp’lerden söz etmesi de yine aynı nedenle tarihi anılara değinmek istemesindendir.' Balkan Harbi’nden başlayarak birbirini izleyen felaketlerin ağırlığı altında, umut ve yüreklilik vermek için Ordunun Destanı’nı yazarak, kimi kez derin bir kırgınlıkla «İsyan ve Dua» ederek şan ve şeref günlerini bekleyen şair, sonunda umutlarının gerçekleştiğini görüyor. Kurtuluş Savaşı zaferle sona ermiş ve memleket kurtulmuştur. Bundan sonraki şiirler de elbet bu zafere ve bu zaferin kahramanına ait olacaktır. Mehmet Emin Yurdakul, yalnız bu konularla yetinmemiştir. Başka konuları da ele alarak «ölü Kafası», «ölüm», «Para», «Hakkaniyet» ayrıca «Gutenberg», «Martin Luther» ve «Kristof Kolomb» başlıklı manzumeler yazmış, bu manzumelerle, «Bu tarz ve bu lisanla fikrî mevzular yazılamaz» diyenlere cevap vermek istemiştir. Buraya dek eserlerini gözden geçirerek ülküsünü göstermeye çalıştığımız -Mehmet Emin Yurdakul’un şiirlerinin estetik değerine geline#; Bunların saf ve katıksız şiir olmadığını söylemek zorundayız. Bu şiirler, sanat kaygısı taşıyan şairin, bireysel heyecanlarını değil, belki yurdunun ve ulusunun hayrı için çalışan bir öncünün, toplumu saran yoksulluk ve felaket karşısında duyduğu acılan yansıtıyor. Bizi hayal dünyasına çekmiyor; düşündürüyor, sarsıyor ve acındırıyor. Bunları geçmek zorunda olduğumuz yolun başında bize amacı gösteren, gün görmüş, acı çekmiş bir kılavuzun tok sesi olarak dinleyince, bu şiirlere hangi yönden değer vermek gerekeceği anlaşılır. O, şiirlerini Kalabalık önünde okumak için yazmış gibidir. Gerçekte onun şiirlerini kendi ağzından dinlerken duyduğumuz heyecan, biraz da dokunaklı sesinin tatlı bir uyum taşımasından ileri gelmektedir. Nasıl ki, «Zavallılar» şiirini Fikret’le Halit Ziya’nın bulunduğu toplantıda okumakla kendilerini büyülemiş, hele Fikret’i büsbütün kazanmıştır. Mehmet Emin özel konuşmalarında da bu tok ve uyumlu/sesiyle dinleyenler üzerinde aynı etkiyi bırakmasını bilmiştir. O, başkalarıyla olan ilişkilerinde çok dikkatlidir. Denilebilir ki, dikkat onda göze çarpan başlıca özelliktir. Mehmet Emin, giyinişinde, konuşmalarında ve davranışında her zaman dikkatli olmuştur. Onun, kendi hakkında söylenenlere kayıtsız göründüğüne bakarak, gerçekten kayıtsız olduğunu sanmak çok yanlış olur. Tersine o çok duygulu, hatta biraz alıngandır. Ailesine ve çocuklarına düşkün olduğu gibi, 'çevresine karşı da uyanıktır. Sevdiklerini büyük bir şefkatle izler, sevmediklerine ise kırgınlığını s aklayamaz. Onun kişiliğini tamamlamak için bir noktaya daha işaret etmek yerinde olur. Yurdakul, büyük bir psikolog olarak insanları kendisine çekmesini çok iyi bilir. İlk dokuz şiirini bastırmadan önce tarımmış yazarlara gönderip düşüncelerini sormakla, onları cevap vermek zorunda bırakmış, böylece kendilerini önceden bağlamıştır. Mehmet Emin, her şeye karşı gösterdiği dikkati yalnız eserlerinde gösterememiştir. Onun şiirlerinde dil ve deyiş bakımından dikkatsizlikler görülür. İlk göze çarpan, mısralarda ve beyitlerde ritmin bulunmamasıdır. Bu, İstanbul ağızuıa uymayan, Anadolu ve Rumeli ağızlarına da benzemeyen bir deyiş meydana getirmektedir. Bir sert rüzgâr esse idi ovaların yüzünde Dertlilerin göz yaşını çevrem ile sileyim Seni dahi garip, yoksul bıraktık mısralarında «esseydi», «çevremle», «seni de» denmemesi, mısraları dörder heceli duraklara ayırmak zorluğundan ileri gelmiştir. Şu mısra da şivesizliğe örnek olabilir: Şimdi ise kovulmaklık isteniyor bu evce Şair hele kafiyelerde çok dikkatsizdir. «Almaz - bulmaz», «sırtında - altında» kelimelerini birbiriyle kafiye kapmaktan çekinmez. Mısralarını çok kez fiillerle bitmesi de, ritim bakmamdan ayrıca kusurludur. İlk manzumelerinde, eski sairler gibi, nesnelerdeki «i»yi kaldırarak, onlara «arkaik» bir biçim vermekten kaçınmamıştır. Yar yatağın düşman almaz giderim mısraında olduğu gibi. Bunları da belirttikten sonra yargımızı açıklayabiliriz: Bu manzumelerin estetik değeri ne olursa olsun, Mehmet Emin Yurdakul, yurt ve ulus dertlerini dile »getirerek edebiyatımızda muhtaç olduğumuz çığın açmış, dili ve deyişi sadeleştirmiş, küçümsenen hece veznine sürüm kazandırmış» yeni kuşakların bu vezni işlemelerine ortam hazırlamış bir şairdir. Şiirlerinde Türk olduğunu gururla haykırarak, milliyetçilik akımına ön ayak olmuş öncülerimizdendir. Bu özellikleriyle Mehmet Emin Yurdakul’un edebiyat tarihimizde ayrı ve önemli bir yeri vardır.
·
1.890 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.