Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

CEMİL MERİÇ'İ TANIMA
Cemil Meriç, diyalektiği bir metot olarak uygulayan 'serazat' bir düşünür; sonunda titreyip kendine/yuvaya dönmüş, hidayete ermiş, hak yolunu bulmuş eski bir Marksist; Batı'yı tanıdığı ölçüde, ışığın ancak Doğu'dan gelebileceğinin farkına varmış eski bir batıcı; Doğu ile Batı ve/veya 'muhteşem bir mazi' ile 'muhteşem bir istikbal'i birbirlerine bağlamanın yılmaz misyoneri, Avrasya idealinin öncüsü veya Cemil Meriççiliğin babası; müzik zevk ve anlayışından dil ve din konusundaki görüş ve tavırlarına kadar Türk-İslam sentezinin ete kemiğe bürünmüş prototipi, son ve mükemmel Osmanlı veya bu temelde.komple ve sistematik bir düşünür; derin inanç sahibi modem bir mistik; komple ve sistematik bir düşünür; post-modernizmin ilk yerli ve öncü temsilcisi; otodidakt ve malumatfuruş bir lise/Fransızca hocası... Kendisi hakkında bu kadar çok çeşitli ve birbirine zıt/birbirinden uzak tanımlamalar getirilen başka birisi herhalde çok az bulunur. Ancak, her şeyden önce şunu söyleyelim ki, Cemil Meriç belirli bir anda bir şey söylüyorsa, o an itibariyle, o, doğruluğundan emin olduğu şeydir; yani "başka türlüsü de olur, doğru çeşit çeşittir, herkese göre değişir" demez; kısacası, postmodernizmden izler taşıyor olmak, Cemil Meriç'e yakıştırılabilecek en son şeydir. Tam tersine Cemil Meriç, 'tam ve mutlak olan'ın peşindedir ve bu öylesine tutarlı, istikrarlı ve kararlı bir peşindeliktir ki, paradoksal bir biçimde, kendisine tutarsız dedirtecek her şeyin kaynağında da işte bu 'tam ve mutlak olan'ı arayış yatar. Cemil Meriç, hiçbir yazısını, öyle bir iki defada yazmak ne kelime, elinden çıkıp da yayıncıya gidene kadar en az beş on defa elden geçirdikten sonra bitirebilen; ama bir defa yayınlandıktan sonra da o hâliyle bırakmayıp, mutlaka yeniden yeniden ele alan, değiştiren düzelten birisidir. Ve sadece yazı konusunda değil, her konu ve alandaki her değiştirme/düzeltmenin bir önceki versiyonu şu ya da bu ölçüde olumsuzlanması da demek olduğunu dikkate alırsak Cemil Meriç'in yapıtı bir bütün olarak ele alındığında ortaya çıkabilecek olan bütün tutarsızlıklar, aslında kendisinin tam ve mutlak olana ulaşmak açısından sürekli bir çaba içinde olduğrmrm ve bu açıdan da kendi kendisiyle ne denli tutarlı kaldığının birer göstergesidirler. Herkesin gözünde farklı bir Cemil Meriç; ancak, kendisine en son yakıştırılabilecek şey, post-modernlik. Çünkü o, hep mutlak ve mükemmelin peşinde oldu. En basit bir yazısını bile bir kerede yazmasına/noktalamasına, "aman, işte bu sefer de bu kadar olsrm" demesine izin vermeyen bir titizlik: "Öyle de olur, böyle de" diye bir şey olmaz Cemil Hoca'nın gözünde. Tanrı var mıdır, yok mudur; bu, insanın kendi aklıyla çözebileceği bir sorun değildir; zira Tanrı, tanımı gereği 'yoktan var eden'dir, oysa insan 'yok'u tasavvur edemez; daha doğrusu 'yok', insanın tasavvur edemediğine verdiği addır; dolayısıyla da 'var'lığın nerede, nasıl, neyle başladığına ilişkin hiçbir akli bilgi üretemez; öyleyse burada iş inanca kalmıştır ve de inanç, öznesi olunmayan bilgi, insan ise, özne olamadığı yerde/ölçüde/sürece, ait olduğu türün kalıplarına 'göre' devinen/davranan herhangi bir canlı nesne; tabii bu durumda, 'inanmak' da, insanın kendi psikolojik konforu uğruna özne'likten şu ya da bu ölçüde feragat/ istifa etmesi, kendi manevi-ahlaki bütünlüğünü kendi elleriyle parçalaması ... Cemil Meriç için 'tam ve mutlak'ı arayış, varoluşsal bir sorundur; zira kendisini herhangi bir şeye göre tanımlamayı/kurmayı kendisine yediremez. Ancak kendi 'tam ve mutlak'ını kurmanın insanın kudreti dahilinde olmadığını da bilir. Bu durumda yapabileceği tek şey, kendi 'ben'indeki bütün 'göre'likleri teker teker ayıklamaktır; yani 'bitti' sandığınız anda yeniden başlamak zorunda kaldığınız negatif bir işlem. Böyle bir insanın en çok isteyeceği şey, -'tam ve mutlak'lığı kesin tek varlık olarak- Tanrı'ya inanmaktır. Cemil Meriç de, inanmak için -kendi tabiriyle- 'iki kolunu vermeye hazır'dır: Cemil Hoca, bütün 'facetta'lannın ötesinde, Fransız Aydınlanması'nın en has evlatlarından biridir; yani 'inanma'nın konforunun tümüyle farkında, ancak 'inanma' - nın bir bilgi öznesi olmaktan istifa etmek demek olduğunun bilincinde ve de söz konusu konfor uğruna öznelikten vazgeçemeyecek kadar haysiyetli. Şöyle de söyleyebiliriz: Cemil Meriç için 'inanmak', çıktığı yolu peşinen anlamsız kılmak olacaktır. Aydınlanma 'filozofu, Tanrı'yı etik bir problem çerçevesinde ele alır; ontolojik/epistemolojik değil: Tanrı vardır veya yoktur, hiç fark etmez; insan bu dünyadaki yolunu kendisi çizecek, ölçütlerini kendisi koyacaktır. Cemil Meriç'in "Batı'nın farkı, Tanrıyı parantez içine almasıdır'' derken kastettiği de budur. Tanrı, 'yoktan var eden'dir; oysa insan 'yok'u tasavvur edemez ki, 'var'lığın nerede, nasıl, neyle başladığına ilişkin bir bilgi üretebilsin. Bu durumda iş inanca kalmıştır; inanç ise -yukarıda dedik ya- öznesi olunmayan bilgidir ve de insan, özne olamadığı ölçüde, mensubu olduğu türün kalıplarına 'göre' devinen/davranan herhangi bir canlı nesne. Bu noktada hemen şunu da söyleyelim: Cemil Meriç'ten bir sağcı-dinci çıkartma çabaları cahilliğin, eblehliğin, sığlığın ve madrabazlığın hep bir arada zirve yaptığı muhteşem bir maskaralıktır. Bunların kendi düşünürleri yoktur ve de zaten olamaz; zira dincilik dogmatikliği gerektirir, dogmatiklik ise düşünceyi hadım, düşünürü de -ilk fırsatta- katletmeyi. 'Kendi düşünürleri'ni kendi dışlarından devşirmek zorundadırlar. Cemil Meriç'i bu yolda kullanabilecekleri bir malzeme gibi görmeleri ise, paradoksal ve dramatik olarak Hoca'nın her türlü dogmaya moda olup yaygınlık kazandığı ölçüde artan bir şiddetle karşı çıkmış olmasının bir sonucudur. Şu anekdotu anlatırsak burada ne demek istediğimiz bayağı bir açıklık kazanacaktır: 13 Mart 1971 Cumartesi, Hoca'nın Göztepe'deki evindeyiz. Ordu bir gün önce muhtıra vermiş, son dört-beş yılını 'ordumuzun devrimci geleneği'nin garantisi altında 'ordu-gençlik el ele' yapılacak bir darbeyle 'milli demokratik devrimi' gerçekleştirip sosyalizmin önünü açma hayalleri ve çabaları içinde geçirmiş 18 'devrimci kuruluş' da, daha o günün akşaıruna varmadan ortak bir bildiri yayınlayıp bu müdahaleyi anti-feodal ve antiemperyalist millici bir adım olarak kutlamış, Cumhuriyet'in ertesi günkü nüshasındaki yazılarında İlhan Selçuk, bu bildirinin altını kendisinin de imzalayacağını söylerken Oktay Akbal, "Dün Atatürk Anıt-kabir'deki mezarından doğruldu Meclis'e/ Çankaya'ya doğru yürüdü" diyerek müdahaleyi kutluyordu. İşte böyle bir ortamda Cemil Hoca'nın ilk söylediği söz "Bu bizim solcular pek bir sevindiler bu muhtıraya; ama bayram etmeyi bir an önce bırakıp, kendilerine kaçıp saklanacakları bir yer aramaya başlasınlar'' olduydu, kısık kısık gülerek. 'Göre'liği kabul etmeyen Cemil Meriç, 'gibi'liği hiç mi hiç kabul etmez. Birileri 'gibi'leşen, kendi kendisini yine kendi elleriyle, kendisi 'gibi'leştiği her kim ise onun az-gelişmiş/eksik/tamamlanmamış bir örneği/onun karşısında ast-insan konwnuna indirgemiş olmaktadır; bunu birilerinin hoşuna gitmek/gözüne girmek, belirli bir çıkar sağlamak için yapmak ise haysiyetsizliğin artık en uç noktasıdır; ayrıca murat edilen sonuca da ulaştırmaz. 'Batılılaşma, Çağdaşlaşma, Avrupalılaşma, Modernleşme vb .. .': Bunların hepsi, birer ast-insanlaşma sürecidir; hangi temelde/ türden olursa olsun (din, ırk, kültür vb ... ), bunlara karşı her tepki de -isterse yobazlık kertesine ulaşsın- en meşrusundan bir nefis müdafaası. Nefis, insanın sadece vücudunu değil, kültürünü de içerir: Fransız'ın nefsi salyangoz yemeyi çekerken, aynı hayvancık benim ancak midemi bulandırır. Hoca, bu noktada, şunu da yakalar: Kültürler arasında herhangi bir hiyerarşi kurulamaz; salyangoz yemeyi sevmek de, salyangozdan iğrenmek de, birbirinden, ne daha üstün/iyi/doğru ne de daha erdemlidir. Sözlükte salyangoz ile 'escargot' kelimeleri birbirlerini birebir karşılasa da, bunların bir Türk ile bir Fransız'ın kafasında çağrıştırdıkları kesinlikle aynı olmayacaktır; dolayısıyla mükemmel tercüme diye bir şey olamayacağı gibi, dil kadar iyi işleyen başka bir ideolojik mekanizma da yoktur. Salyangoz, yani sümüklü böcek (hem sümüklü hem böcek) dedikten sonra, çocuğunuza, ayrıca "Aman evladım, sakın ha salyangoz yeme" demenize gerek kalmaz. Bir yabancı dili çok iyi bilmesinin Cemil Meriç'in düşünce zenginliğinde büyük rol oynadığı açıktır ve kendisi de bunun farkındadır; ''Yabancı dil, insanın kendi zihnine tuttuğu aynadır" der. Bir yabancı dili, o dilin en büyük ustalarının eserlerini Türkçeye çevirebilecek kadar iyi bilmesi sayesinde, aslında mükemmel tercümenin hiçbir zaman mümkün olmadığının bilincine varmıştır. Bu arada hemen şunu da kaydetmek gerekir: Mükemmel/tam tercümenin olanaksızlığının bilincine varması da, Cemil Meriç'in çok iyi Fransızca bilmesinin doğrudan/mekanik bir sonucu değil, diyalektik bir sürecin ürünüdür. Cemil Meriç, tam/mükemmel tercümenin olanaksızlığının farkına varmıştır; zira tercümenin, tercüme edilecek sözü söyleyenin/ metni yazanın o anda ve orada kendi insanlarına neyi anlatmayı murat ediyor idiyse, aynı şeyi şimdi ve burada bizim insanlarımıza da anlatacak şekilde yeniden söylemek/kaleme almak demek olduğunun bilincinde ve bunu gerçekleştirmenin peşindedir. Yani kendisi, tercümenin ne olduğu/olması gerektiği konusunda böyle bir bilince sahip ve bu bilinç doğrultusunda biçimlenmiş bir cehdin öznesi olmasaydı, mükemmel tercümenin de olanaksız olduğunun farkına varmış olamazdı. Cemil Meriç'in 'gibi'leşmemede izlediği yol ise şudur: Ne ki onun 'gibi' olmak için özel bir çaba sarfetmesine gerek yoktur/ onun 'gibi' olmamak için, özel bir çaba sarfetmesi gerekir, işte onların tümüyle barışık olmak/barışmaktır. Beyaz derili, erkek, Türk, Müslüman vb ... 'gibi' olmamak için ne denli özel bir çaba göstermesi gerekiyorsa işte o ölçüde de beyaz derili, erkek, Türk, Müslüman vb.dir. Bu yönde ilerleyip bütün 'gibi'liklerden arındığı, yalnız 'kendisi'nden ibaret kaldığı ölçüde, ister istemez kendi inzivasını da örmüş/kurmuş olur: Cemil Meriç'in yalnızlığı, 'kendim' dediği şeyin mimarisinden kaynaklanan zorunlu ve yapısal bir yalnızlıktır. Bu yalnızlık, aynı zamanda herkese/ her yere eşit uzaklıkta/yakınlıkta bulunmuyor, nereden bakılırsa bakılsın eşit derecede görülebilir olması da demektir: Cemil Meriç, düşünce dünyamızın 'münzevi yıldız'ıdır. Cemil Meriç, kendi ahlaki bütünlüğünü, kendi dışından konulmuş hiçbir ölçüte vurulabilir olınamak temelinde kurmaya çalışır. Zırh kalınlığını da, non-cemil'lik katsayısını da sıfıra indirgeme peşindedir. Bu durumda, neyi mesele yapıyorsa, bu kendisi için aynı zamanda bir haysiyet meselesidir de. Belki Cemil Meriç'in biricikliğinin temelinde yatan da budur; ama bir düşünür olarak en büyük handikabının kaynağı da: Her şeyi ahlald terimler çerçevesinde ele alır. Ahlaklılık veya ahlaksızlık ise gerçek bireysel özneler için mümkün olan bir durumdur; işte bundan dolayı bütün değerlendirme ve tahlillerinde, hem bireysel öznelere ve onların ahlaki özellik ve psikolojik saiklerine aşırı bir ağırlık tanır hem de toplumsal yapı ve kurumlan adeta nefis sahibi gerçek bireylermiş gibi ele alır. Kendi kendini hiçbir şeye 'göre' tanımlamamak ve hiçbir şeyin/ kimsenin de 'gibi'si olmamak: Bunlar doğrudan doğruya ahlaki alana ilişkin ilkelerdir; ahlaki alan ise akıl ve irade sahibi gerçek kişilerin varlığını öngörür. Ayrıca insan, kaçınılınaz olarak, hem 'göre'lidir hem de 'gibi'dir/'gibi'leşir. Zaten insan 'göre'li olınasa, yani mutlak bir hürlüğe sahip olsa, 'beşeri/toplumsal'ın bilimini yapmak da mümkün olınazdı. Toplumlar, bireylerin ahlaki tavırları, akıllılıklan-akılsızlıklan, iradelerinin güçlü veya güçsüz olınasıyla açıklanamayacağı gibi, birer toplumsal olgu olarak medeniyetlere, kiliselere, dinlere, devletlere, rejimlere vb... de ahlaki özellikler atfedilemez. Cemil Meriç, sosyolojiyi bir ideoloji olarak damgalarken, tabii ki hatalı, ancak kendi kendisiyle tutarlıdır. Cemil Meriç Tanzimat'tan bu yana bütün tarihimizi aydınların aldanmışlığı/aldatılmşlığı, olmadı hainliği, ajanlığı veya madrabazlığıyla açıklar. Aldatan/satın alan, dolayısıyla baş ahlaksız/ sahtekar Batı'dır; Doğu ise özünde yüce, bilgeliğin kaynağı ( ex Oriente lux/ışık Doğu' dan gelir), ancak günümüzde mazlum. Oysa varlık, salt bilgiyle ne inşa, ne de izah edilebilir olduğuna göre, tarih de yanlışlarla, aldatılınışlıklarla açıklanamaz. Yanlış, ama kimin açısından? Elinde bol miktarda döviz bulunan biri için devalüasyon hiç de yanlış bir karar/uygulama değildir. Ama Cemil Meriç, toplumsal karşıtlıklar ve çatışmaların ancak ve ancak sınıflar arasında bulunabileceği, Osmanlı'da ise sınıfların bulunmadığı, dolayısıyla eğer bir şeyler kötüye gitti/ gidiyor ise bunun · herkes için ortak bir yanlıştan, yanlışın da bilgisizlikten/aldanmışlıktan kaynaklanabileceği düşüncesinde sonuna kadar ısrarlıdır. Ayrıca, ne Doğu ne de Batı kendi içlerinde bütün zamanlar için geçerli mutlak bir homojenlik göstermediği gibi, medeniyetleri, dinleri, kiliseleri, devletleri ve rejimleri de sanki gerçek kişilermiş gibi ele alıp ahlaki terimler üzerinden değerlendirmesi de, Cemil Hoca'nın Batı 'gibi'leştirilme karşısındaki haklı tepkisinin, kendisinin düşünce berraklığına zarar verir bir şiddete ulaştığını göstermenin dışında pek bir anlam taşımaz. Siyasal rejimler konusunda "rejim fark etmez, önemli olan insanın dürüst olmasıdır" derken de, bir yandan ahlakçı tavrı yine ortaya çıkar, diğer yandan da toplumsalın bilimsel bir nesne olarak ele alınamazlığına olan inancı; kısacası, sosyolojiyi bir bilim olarak inkarı. Burada, Cemil Meriç'in, münferit epistemik cemaatler halinde tezahür eden birer toplumsal kurum durumundaki reel bilimler ile bir bilgi türü olarak bilimsel bilgi arasındaki farkı göz ardı ediyor olması büyük rol oynar. Cemil Hoca'nın gözden kaçırdığı, dürüstlüğün de bir toplumsal yapıdan diğerine farklı tür ve derecelerden yaptırımlara tabi olduğu, dolayısıyla belirli bir toplum ve/veya dönemdeki global dürüstlük katsayısını belirleyenin dürüstlerin kendileri olmadığıdır. Hatta kendisinin de dürüstlüğe bu kadar önem verip, "en iyi rejim, dürüstçe kendi adını/ne olduğunu söyleyen rejimdir'' demesi ile içinde bulunduğu rejim arasında diyalektik bir ilişki bulunduğunu ve bu ilişkiyi ortaya koymanın hiç de ideolojik olmayan bir beşeri bilim pratiği olduğunu görmezden gelir. Kendisini bu noktaya getiren ise, kendi tabiriyle 'kelimelerin pasaportu'na bakmaya dayanan metodolojisidir: Sadece kelimeler değil, doktrinler, düşünce sistemleri ve rejimler de nereden gelip, kimler tarafından ne biçimlerde kullanılmışlardır, onu inceler; tarihçelerini çıkartır, nerede, hangi koşullarda/saiklerle ortaya çıkıp nasıl uygulanmışlardır, sadece onlara bakar; buna karşılık, zaman-mekan ötesi kavramlar olarak, yani salt kendi iç yapıları ve inşa edilme biçimleri temelinde yeniden tanımlamaya hiç mi hiç girişmez. Sosyoloji ve benzeri sosyal bilimlerin tümünü son kertede birer ideoloji olarak damgalamaya, beşeri bilim diye bir şey olamayacağını söylemeye kendisini götüren de işte bu tavrıdır. Cemil Meriç tahlillerinin pek çoğunu, Osmanlı'da toplumsal sınıfların bulunmadığı tezi üzerine oturtur. Cemil Meriç, ruhuyla Aydınlanmacı, duygularıyla Osmanlıcıdır; ama bu Osmanlıcılığının aklını da zapt etmesindeki aracı-unsur, paradoksal olarak Marksçılığıdır. Toplumsal sınıf kavramını en klasik-ortodoks bir Marksist gibi anlar ve kullanır; yani salt üretim ilişkileri bağlamında. Aynı bir topyekfuı toplum çerçevesinde, ancak üretim ilişkileri temelinde değil de etnik, dinsel, mezhepsel, yöresel veya işlevsel bazda ve daha ziyade siyasal nitelikte bir sınıflaşmanın da pekfila mümkün olacağını, hiç aklına getirmez ve kendi düşünce dünyasının en köreltici dogmasını kendi eliyle inşa eder: Osmanlı'da kesinlikle sınıflar, dolayısıyla sınıflar arası çelişki, karşıtlık ve çatışmalar da yoknır. Osmanlı'da toplumsal sınıfların var olup olmadığı tartışması bir yana, toplumsal mücadeleler sanki sadece sınıflar arasında olabilirmiş/sınıftan farklı temellerde. toplumsal bölünme, karşıtlık ve mücadeleler olamazmış gibi Osmanlı'yı kendi içinde ahenkli bir bütünmüş gibi ele alır. İslam'da, ama özellikle de Osmanlı'da tefekkürün gelişmemesini de söz konusu ahenkle açıklar: İnsanlar zor durumda, uçurumla karşı karşıya kalmadıkça düşünmezler ve de Kur'an, Osmanlı'ya bütün meselelerini çözmesi için yeterince kuşatıcı bir kaynak, kılıç da bu kaynak doğrultusundaki çözümleri uygulamak için yeterli oluyordu. Kılıç, ancak, üretilene el koymak için bir araç olabilir; oysa beşeri/toplumsal hayat, doğal bir veri değil de ancak üretilirse varlık kazanabilen bir gerçeklik olduğuna göre, kılıca dayanan bir düzenin ilanihaye ayakta kalması zaten düşünülemeyeceği gibi, kendisinin yıkılmasını açıklamak üzere dış müdahalelere ve içeriden 'ihanet'lere müracaat etmeyi en az gerektirecek bir düzen olduğu açıktır. Ayrıca kendi kendisini yeniden üretmek için kendi dışındaki birilerinin ürettiklerine el koymak zorunda olup, kendi kendisinin yeniden üretimini kendi dışından sağlamaya mahkfun bir düzen üzerinde yükselen bir medeniyetin ne kadar şümullü, yani toplumsal gerçekliğin tümünü kapsama ve bütün katlarına nüfuz etme gücüne ne kadar sahip olabileceği de başlı başına bir tartışma konusudur. Osmanlı'nın ahenginden bahsedip, bu ahengin bozulmasını doğrudan doğruya kendi dışından kaynaklanan gelişmelerle açıklarken, diyelim bir yandan Celali İsyanlan'nın, diğer yandan da, kendisinin 'uşaklar' olarak vasıflandırdığı gayri-Müslim unsurlarla uşak olmayanlar arasındaki kaçınılmaz karşıtlık, gerilim ve mücadeleleri tümüyle göz ardı etmiş olur. Ayrıca, eğer tefekkür insanın wrda kalmasının fonksiyonunda ortaya çıkıyorsa, kılıç üzerine oturmuş bir düzen kadar, insanı wrda bırakıp düşünmek zorunda bırakabilecek başka ne olabilir ki? Osmanlı, düzeni ve işleyişi ancak dışsal etkenler tarafından bozulabilecek/bozulmuş ahenkli bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Cumhuriyet'in Anadolu'nun kadim Türklüğünü Sümerlerin/ Hititlerin Türk-soyluluğu üzerinden ispatlama girişimleri ile Anadolu'daki gayri-Müslim unsurların soycak tasfiyeleri arasındaki ilişki de yakalanaınayıp, meselenin yine bir bilgi.bilgisizlik- cehalet ve/veya İslam'ı-Osmanlı'yı tasfiyeye yeminli bir ajan/hain/misyoner komplosu çerçevesine hapsedilmesi de kaçınılmaz olacaktır. Cemil Meriç, Osmanlı'yı kendi içinde ahenkli bir bütünmüş gibi ele almasıyla simetrik sayılabilecek bir hataya Batı'dan bahsederken de düşer. "Batı tantanasıyla şuurumuzu fethetti" der. Burada, tarihi hatalarla, yanılgı, yanıltılma, kanma ve kandırılmalarla açıklamak gibi bir yanlışa da düşmektedir Cemil Meriç. Her şeyden önce, Batı'nın tantanasının fethettiği şuur, kimin şuuru; kendi içinde homojen bir bütün olarak bir Osmanlı veya Türkiye var da, onun şuuru mu? Cemil Meriç'in veya başka birilerinin gözünde tantanasal unsurlar olan bazı şeylerin alınmasını kendileri açısından varoluşsal wrunluluk olarak gören başka birileri olamaz mı? Ayrıca Batı'dan neyin alınıp neyin alınmayacağına karar verme konusunda herkes aynı güce sahip mi? Türkiye'deki Batı'yı, Batı'dan kalkarak açıklamak ya da suçlamak veya methetmek yanlış. Batı'yı kim, ne için Türkiye'ye getiriyor? Batı'nın nesini getiriyor? Adam önce Batı'nın subaylarını getiriyor, tophanesini getiriyor. Benim dedem yapmadı bunu; yani çiftçi, esnaf, zanaatkar vs ... değil, bürokrat-asker takunı yaptı. Batı diye tek bir Batı, Türkiye diye de tek ve homojen bir bütün olsa ve bu 'bütün', diyelim salt çiftçilerden oluşsaydı Batı diye alacağı şeyler herhfilde top veya gemi veya bunların mühendisliği olmazdı. Tekrar söylüyorum; Batının nesini, kim, ne için getiriyor? Buna bakmak zorundayız. Neymiş, Avrupa Birliği kriterleri: Bırakın efendim, biz NATO'ya ve Guantanamo, El-Gureyp kriterlerine bağlıyız. 'Sınır Tanımayan Doktorlar' da, bir Fransız olarak "Cezayir'de katliam yapıyoruz, bu alçaklıktır'' diyen Jean-Paul Sartre veya Gurvitch de Batı; ama NATO da Batı ve biz Batılı Sartre'ın hümanizmine değil, Batı'nın NATO'suna bağlıyız. Mesele bu! Ama meseleyi basite indirgersek şu örneği verebiliriz: Bisiklet ne zaman ortaya çıkıyor; daha doğrusu tümüyle masrafsız, ucuz bir nakil vasıtası olma yönünde evriliyor? Bu çok ilginç, sanayi devriminin en uç noktaya geldiği bir ortamda, 1880'lerde, Fransa'da, İngiltere'de. Bu da çok ilginç, Fransız ve İngiliz zekası 1880'1ere kadar bisikleti geliştiremedi de, sanayileşmenin en uç noktasında bunu başardı; yani bu bir tesadüf mü? Hayır! Proleterler merkezinden kovuldukları kentin merkezinde kurulan fabrikalara ucuza, kısa sürede ve kolayca gidip gelebilsinler diye nihai biçimini aldı bisiklet. Ama çok ilginçtir, Batı'nın en fakir kesimi açısından rasyonellik taşıyan bu araç, Türkiye'de ancak zengin çocuklarının binebildikleri bir eğlence aracı olarak alınmıştır. Bisiklet Batı'ysa proleter Batı'dır; oysa burada 'seçkin' Türkiye: Doğu-Batı farklılığı/karşıtlığı üzerinden yapılan her türlü toplumsal-tarihsel tahlil, ilk bakışta anti-emperyalistbir haysiyetlilik ve yurtseverlik görünümü veriyor olsa da, aslında bizim içimizdeki sömürü ve tahakküm ilişkilerini egemenler lehine gözlerden gizlemeye fevkalade müsait en çiğinden ve en sığından bir ideolojik çarpıtmadan başka bir şey değildir. Cemil Meriç'e göre ideolojiler, mutlaka sınıfsal birer yarım hakikat, dolayısıyla da bilim karşıtıdır; entelektüel ise mutlaka bir sınıfın sözcüsü, sentezcisidir. Kendisine göre Osmanlı'da(Türkiye'de sınıflar bulunmadığına göre, "benim de entelektüel olamamam gerekir"i tartışır: Hoca sonuna kadar dürüst/kendisiyle tutarlıdır. Ancak böylesi bir kavrayış çerçevesinde bütün mesele, düşünen insanlar arasındaki iletişim kopukluğuna, bireysel veya grupsal inatlaşma ve karşıtlıklara indirgenecektir; 1970'li yılların öğrenci ve gençlik olayları da, toplumda ortak normların çökmüş, yenilerinin ise tesis edilememiş olmasından, 'anomi' - den kaynaklanan bir 'kör döğüşü'dür. Çözüm ise, diyalogdadır: ''Türkiye evlatlarını yiyor" der Cemil Meriç. Ama bu Türkiye, daha doğrusu 'yiyen' kimdir; kimleri kimlere yedirtmektedir? Tahlilde, sıruflaşmış veya sınıfsı farklı çıkar grupları ve zümreler, toplumsal güçler ve de onların ulusal ve/veya uluslararası düzeydeki bağlantı, bloklaşma ve karşıtlıkları hiç mi hiç yer almayınca, çözümde en ön plana çıkanın da diyalog olması kaçınılmazdır: Kitaplarını, en 'sağ'dan en 'sol'a, düşünce ve siyaset alanında etkili olabileceğini düşündüğü herkese gönderir; diyaloga davet eden ithaflar da ekleyerek -yeter ki bir tepki versinler, bir etkilenmişlik emaresi göstersinler. Her kim ki yazılarını/ eserlerini yayınlayacak, aralarında hiçbir ayırım gözetmez; ister ki farklı farklı yerlerde tekrar tekrar yayınlansınlar, herkes okusun diye: Kimseye 'göre' yazmamıştır ki, okuyacaklar konusunda bir önceliği, tercihi olsun. Evinin kapısı da herkese açıktır; kitaplarını yollarken adresini de ekler: Gelsinler de beyinleri bir nebzecik olsun tokatlansın. Zira Cemil Meriç, entelektüeli her şeyden önce 'amel' (eylem) adamı olarak görür ve kendisinin öncelikli eylem formatı 'beyin tokatlamak'tır; insanlar nasslarından kurtulsunlar, en azından şüpheye düşsünler diye. Cemil Meriç'in, az yukarıda eleştirdiğimiz 'kelimelerin maceraları'nı anlatmakla yetinip nihai bir tanımlarını kurmaktan ısrarla uzak durması, belki de esas amacının, insanları -bu arada kendi kendisini de- mağaralarından çıkartıyorum derken -isterse en görkemlisinden bir saray olsun- yine başka bir kapalı mekana hapsediyor da olabilirim endişesiyle, sadece yola çıkmalarını sağlamak, kendi başlarına yürür hfile getirmek olmasından kaynaklanıyordu. Şöyk de söyleyebiliriz: Cemil Meriç, insanları birbirleriyle diyaloga sokmak isterken, insana kendi kendisiyle diyaloga girmeyi öğretiyordu. Güle güle uyusun.
478 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.