Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

başlangıçta diyalektik vardı
O güne kadar, adını bile duymadığım "bir Acem şairi"nden; gergin ve gerilimli, bir "yatılı" lise ortamında, iki rubai okuyup, allak bullak olmuştum: Dilimize 'Kilisli' Rifat Bey, "Divan" üslubuyla çevirmişti: ne yağlı ne gevşek; felsefesi katı -hatta merhametsiz- bir üslup; son derece yoğun, bir "beyhude-lik hissi"! Elinizdeki kitaba, bu iki rubaiden birisiyle giriliyor, ötekisiyle çıkılıyor: Yarım yüzyıllık, üstelik Marksist olduğuna inanan, "toplumcu" bir şairin "bıraktığı mesaj"; böyle "bezgin" ve "kötümser" mi olmalı? Acaba sahiden kötümser mi? Soru bugün açıkça sorulsa da, alnıma soğuk bir tabanca namlusu gibi dayanışı, hayli eskidir: 40 karanlığı. Milli Şef'in Türkiye'si, İngiltere, Rusya ve Almanya arasına sıkışmış; darlıklar, yokluklar içinde kıvranıyor; Nâzım hapiste, Dinamo sürgün; "toplumcu" sanat dergileri, ya çıkar çıkmaz kapatılıyor, ya mahkeme mahkeme sürünüyor; Sansaryan Hanı'ndaki iki tatsız ikamet arasında, Şiir Demeti diye çıkan, şiir dergisini okuyoruz; o dergide de, Nâsırüddin-i Tûsî'yi, yâni Tûs'lu Nasreddin'i! Rubailer beni, iki sebepten, fena vurmuştu. Birinci sebep: Nâzım'ın, o sıralar cezaevinde yazıp, el yazısıyla çoğaltılmış "serbest rubailer" inden bir nüshasını, bulabildiğimiz için: Nâzım, yine pekâlâ Nâzım Hikmet kalarak, Klasik Türk Şiiri'nin eşi az bulunur ahengini, bu şiirlerine yoğunlaştırmıştır. İkinci sebep, "beyhudelik hissi"nin, hele radyo bültenlerinde her gece binlerce ölüden söz edilirken, insanın kolay kolay yakasını kurtaramayacağı, adamakıllı "beşeri" bir his olmasından! Simsiyah ve ürkütücü yankılarla dolu, çıkmaz; işte o zaman, dipsiz bir kuyu gibi, önümde açılıyordu: "Toplumcu gerçekçilik", resmi ideolojide "geleceğin ruh mühendisliği" ve "bilimsel bir iyimserlik" olarak sunulmuştu; bununla, bin yıllık doğu tasavvufunun (mistisizminin) "fanilik" düşüncesini, nasıl uyuşturabilirdiniz? Bu soru, sanırım bugün de, aynı derecede güncel, gerçekçi ve geçerli bir sorudur; yoksa o iki rubaiyi bu kitabın başına ve sonuna oturtup, niye şu satırları yazmak ihtiyacını hissedeyim? tohum / ağaç/orman... Mamak Muhabere Okulu'nda, subay namzetiyim, sanırım 1956. Buz çıtırtılarının, görünmez böcekler gibi gezindiği; kalın ve karlı bir gecede, 02-04 arası, cephanelik nöbeti. Sesi partal, gün görmüş uzak köpekler, yorgun ve münzevi havliyor; soludukça, ağzımda burnumda, buhar salkımları. Gar tarafından beklenmedik bir tren düdüğü, ki nedense içime tehlikeli ihtimalleri, başa çıkılmaz özlemleri salıveriyor: Marşandiz katarı olmalı. Siyah cam yansımalı çıplak gökyüzünde ne görüyorum, eşi az bulunur, pırıltılı bir yıldız zenginliği: Nâzım Hikmet'i hatırlamamak mümkün mü? O rubailerden en etkileyicisini: bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece pırıldamakta devam edecek, ben basıp gidince de, bu bahçe, bu nemli toprak, çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da, bana bağlı olmadan vardı ve bende bu aslın, 'sureti' çıktı sadece (1945) O dakika zihnimde, sanki çözüm belirmişti: "beyhudelik hissi", bireysel diyalektik çatışmada, tez'in, anti-tez'e yenildiği; sentez'in bütünü içinde özümsenme- ye başladığı an olamaz mı? Hayatımız (tez), ölüm'e (antitez) yenilmek üzeredir; bunu bütün hücrelerinizde hissediyorsunuz, hâkim his, derin bir "beyhudelik hissi" olmayacak mıdır? Metoduna sahip diyalektik bir sanatçı, "mecburi" bir "siyasi" (parti) iyimserliğinin tutsağı değil; zaten, olması da gerekmiyor; "iyimserliğinin", toplumsal diyalektik gelişmedeki, tohum / ağaç/ağaçlar (orman) zincirinde saklı olduğunu bilmesi yeterli: Tohum, insan olur o ölüme yenik düşer ama ondan insanlar üremiştir: Gelişme devam eder. İkinci (çıkış) rubaisinde Nâsirüddin-i Tûsî, toplumsal çatışmada, tez'in antitez'e başeğdiği dönemleri sıralıyor; monarşi, cumhuriyet'te kaybedecektir; cumhuriyet, cumhuriyetler'e çoğalır; fakat demokrasi'ye kaybeder; demokrasi, demokrasiler'e çoğalır, sosyalizm'e başeğer; tabii, sosyalizmler de çoğalır ve ilh... "Formel" mantık, "düğüm üstüne düğümü bir defada olmuş bitmiş kabul ediyor; o sabit, mutlak ve değişmezdir; oysa diyalektik mantığın değerlendirmesi farklı: Çözülmeyen düğüm yoktur, çözümü belirleyecek olan, koşullardır. Sentez öncesi kötümserliği hissetmek, anlamak, hatta paylaşmak, sanatçının görevi; ama onu "sentez"e ve "sentez" sonrasının doğurgan çelişkilerine bağlamak da! Bu, "diyalektik" sanatın, sanatçıya yüklediği "toplumsal sorumluluk"; şu var ki asla Andrey Jdanof'un "yüklediği" handiyse "askeri" vazifeyle karıştırılmamalı; onunkisi, bir tercih imkânı değil, bir "emir"di; oysa sanatçının yaratma özgürlüğünü en geniş sınırlara ulaştıran, diyalektiğin çevik ve sürekli değişkenliğidir: Heraklitos'tan beri, "akan suya kilit vurulamayacağını" bilmiyor muyuz? İçim genişlemiş, yüreğim ferahlamıştı: Artık ne ayazın bilenmiş soğuğunu hissediyordum, ne nöbetin ağırlığını! 04-06 nöbetçisi, devriye onbaşısıyla birlikte nöbeti devralmaya geldiğinde, artık başka bir adamdım. Kimi Sevsem, Sensin!.. şiirleri, bu değişkenliğin son on yılda Türk şiirine yansımaları; aynen, ondan önceki on yıllarda okura ulaşmış, okurunca paylaşılmış şiirler gibi. o "ses" ki bizimdir... Bayburtlu Zihnî'nin en ünlü koşmasını, daha ortaokulda iken, ezberime almıştım: "... vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş, yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı; camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş sâkiler meclisten çekmiş ayağı ..." Şiirin tamamı, Türkçenin aynı şiir ahengiyle örülmüştür; vezninden kafiyelerine, imgelerinden, onları somutlaştıran kelimelerine, tam bir Türk şiir sentezidir. Bunu "günümüzün Türkçesine" çeviriniz; Bayburtlu Zihnî de, ondan önce Tevfik Fikret'in, Cenab'ın, Yahya Kemal ya da Hâşim'in uğradığı felakete uğrayacaktır; tatsız tuzsuz, bir metin! "Yeni" Türkçe, şiirimizin "klasiklerini"; uydurulan kelimeler, bin yıllık çağrışım yükünden mahrum olduğu için, derinliği olmayan "metinlere" dönüştürmektedir. Lise yıllarımda, Rûhi Nâci Bey'in, Türk Şiir Ahengi adlı eserini okumuştum; o ahenk, Batı Türkleri'nin -"ümmet dilleri"nden, dolayısıyla "şiirleri"nden- geliştirdiği bir ahenktir; çeşitli katkılarla, İç Asya'dan Ön Asya'ya taşınmış bir "ses". Şiir, avcılıkta, av öncesi; tarım toplumunda, ekim ya da hasat öncesi "törenler" de; musiki ve raksla (dans) doğmuştur; "üretim"le nasıl dolaysız bağlantılıysa, ahenkle de öyle, dolaysız bağlantılıdır; ahenginden soyutlanmış şiir, üçüncü boyutunu yitirmiş, zavallı bir metine dönüşüyor; onu kimse ezberlemez, ezberleyemez; ezberlenemeyen şiirin, nesiller boyu yaşadığı görülmemiştir. Divan Edebiyatı'nda, şiirin "bestesi" aruzda gizli: Açık ve kapalı hecelerin örgüsü, kafiye ve rediflerin usturuplu seçimiyle desteklendi mi, unutulmaz beyitler oluşturulur: Şeyhülislâm Yahya'yı kim hatırlıyor: "... sun sagarı sâki bana mestâne desünler / uslanmadı gitti gör o divâne desünler ...", ya da Nâbi Efendi'nin, ünlü gazelinden, o şahane giriş: "... Cem'in tamâma erüp devri, câm kalmıştır / o câmdan da bu mecliste nâm kalmıştır. Râsih gibi adı az fakat gazeli çok bilinen bir şair bile, o sadece o giriş beyitiyle, "unutulmazlar" arasında sayılmıyor mu? "... süzme çeşmin gelmesün müjgân müjgân üstüne / urma zahm-i sineme peykân peykân üstüne..." Bin senenin derinliklerinden süzüle süzüle gelen bu "ses", hangi "ses"tir tahmin edebilir misiniz? Ezan'daki, Mevlit'teki; Mohaç Karargâhı ya da Viyana Muhasarası'ndaki Mehterân'dan dağılan, ya da ninelerin söylediği ninnilerle, Ramazan davulcularının beyitleriyle, Karagöz'le Hacivat'ın "meselleri"; meddah'ların taklitleri ve âşıklar'ın üç telli sazıyla, içimize sindirdiği o "ses" ki; Türk kulağı onu dakikasında tanır, dakikasında özdeşleşir onunla. Türk şairi, şiirine bu sesi "göçüremezse", Türk halkına "ecnebi"dir; Türk halkına "ecnebi" bir Türk şairi yaşayamaz: Kâğıt üstünde kalır. Atillâ İlhan 15 Aralık 2000 (Maçka) İstanbul
Sayfa 9 - Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okudu
·
290 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.