Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

X Arabasına bindiğimiz zaman Prens: -Bakın aklıma ne geldi, dedi, bir yere gidip bir şeyler yesek. Ne dersiniz? -Bilmem ki Prens. Geceleri yemek yeme alışkanlığım yoktur. Sabit, kurnaz bakışını gözlerime dikerek: - Hem yer, hem konuşuruz, diye ekledi. "Anlaşıldı, açık konuşmak istiyor!" diye düşündüm. Benim de istediğim buydu zaten. Razı oldum. -Peki. Şu halde Büyük Morskaya'ya, B.'ye gidiyoruz! Biraz şaşırarak: - Lokantaya mı? diye sordum. -Evet. Olmaz mı? Geceleri genellikle evde yemem. Sizi davet etmeme izin verir misiniz? - Geceleri yemek yemediğimi söyledim ya. Bir kerelik ne olur canım. Hem sizi ben davet ediyorum. Yani, "Yemeğin parasını ben vereceğim," demek istiyordu; o maksatla söylediğine eminim. Lokantaya gitmeye razı oldum, ama hesabımı kendim ödemeye karar verdim. Gittik. Prens masamızı ayrı bir salonda hazırlattı. Zevkle, ustalıkla iki üç çeşit yemek seçti. Gerek ısmarladığı yemek, gerek getirttiği nefis şarap hep pahalı, keseme elverişli olmayan şeylerdi. Listeye bakıp bir yarım dağ tavuğuyla bir kadeh Lafitte şarabı ısmarladım. Prens itiraz etmek istedi: - Davetimi neden kabul etmek istemiyorsunuz? Gülünç doğrusu. Pardon mon ami¹ ama bu... bu artık aşırı titizlik, gurur değil de bir çeşit kibir. Bahse girerim, bunun altından sınıf farkı konusu çıkacak kesin! Beni kırıyorsunuz, inanın! Ama ben kararımdan dönmedim. - Peki, siz bilirsiniz. Zorla güzellik olmaz! Sizinle dostça konuşabilir miyim İvan Petrovic? - Bunu özellikle rica edecektim. - Öyleyse söyleyeyim, bu derece titizlik size ancak zarar - verir. Zaten sizin gibiler hep böyle hareket ederler ya! Bir yazar olarak toplumla devamlı temasta olmanız gerekirken, inadına her şeye sırt çeviriyorsunuz. Şu yediğiniz dağ tavuğu parçasından değil, bizim çevremize gösterdiğiniz aşırı ilgisizlikten doğacak zarardan söz ediyorum. Evet, böyle hareket etmekle geleceğiniz açısından çok şey kaybediyorsunuz. Ayrıca yazılarınızda sözünü ettiğiniz konuları, çevreyi inceden rica inceye bilmeniz gerekir: Romanlarınızda kontlar, prensler geçiyor, buduvarlardan¹ söz açılıyor... hoş benimki de laf! Şimdi sefaletten başka konuya dokunulmuyor ki: Kaybolan paltolar, müfettişler?, kavgacı subaylar, memurlar, eski yıllar, bölücüler; ezberledik artık. -Yanılıyorsunuz Prens: "Yüksek çevre" adını verdiğiniz topluluğa önce sıkıcı bulduğum, sonra da ilgimi çekeceğini tahmin etmediğim için girmiyorum. Ama yine de arada bir uğradığım oluyor... -Biliyorum, yılda bir kere Prens R.'ye gidersiniz. Zaten orada karşılaşmamış mıydık? Yılın geri kalan bölümünde de demokratik gururunuza bürünerek tavan aralarında çürüyorsunuz. Ama aranızda böyle yapmayanlar da var. Öyle serüven arayanlar var ki, benim bile midem bulanır. - Rica ederim Prens, konuyu değiştirip tavan aralarımızdan söz açmayalım. - Bakın şimdi, dostça konuşmama izin verdiğiniz halde yine darıldınız. Hoş, henüz dostluğunuzu kazanmam için bir sebep yok, bu bakımdan özür dilerim. Şarap fena değil. Buyurmaz mısınız, tadına bakın bari. Şişesinden bardağımı yarısına kadar doldurdu. - İşte böyle aziz İvan Petroviç, birine dostluğu zorla kabul ettirmenin yakışıksız bir hareket olduğunu bilirim ama, ne yapalım. Ha, şunu da söyleyeyim, tahmin ettiğiniz gibi çevremizdeki herkes sizleri aşağılayıp küçük görmez; tabii şimdi burada kara gözlerim için değil, konuşacağımıza söz verdiğimden oturduğunuzu çok iyi biliyorum. Doğru değil mi? Güldü, sonra çirkin bir sırıtışla ekledi: -Tanıdığınız birinin çıkarlarını koruduğunuz için ne diyeceğimi duymak istersiniz sanırım. Sabırsızca sözünü kestim: - Evet, yanılmıyorsunuz. (Prens'in, biri eline düşünce hemen ezmeye kalkan insanlardan olduğunu anlamıştım. Elindeydim, bana söylemek istediklerini ağzından duyma- dan oradan gidemeyeceğimi iyi biliyordu. Sesinin tonu da birden değişmiş, gitgide küstahlaşıp saygısızlaşmıştı.) Buraya bu maksatla geldim zaten. Yoksa... bu saate kadar kalır mıydım? Aslında, "Seninle kalır mıydım?" diyecek oldum ama, vazgeçtim ve sözü değiştirdim; bunu da Prens'ten çekindiğimden değil, sırf mendeburluğumdan, aşırı nezaketim yüzünden yaptım. Adamı, iyice çanak tuttuğu ve yapmaya can attığım halde bir türlü tersleyemiyordum. Sanırım Prens bunu gözlerimden anlamıştı, sözümü bitirinceye kadar tabansızlığımı neredeyse zevkle, alayla seyretti. Bakışında, "Ha göreyim seni yalancı pehlivan!" gibilerden bir anlam vardı. Sanki beni kışkırtıyordu, hatta söylediklerime alaycı bir kahkahayla karşılık verdi ve hafifçe dizime vurdu. "İyi eğlendirdin bizi!" der gibi baktı, içimden, "Dur sen!" diye geçirdim. Prens, ansızın: -Bugün nedense pek keyifliyim! diye bağırdı. Evet dostum, evet! Ben de şu bilinen kişi hakkında konuşmak istiyorum. Artık ne varsa kesin olarak ortaya dökmeli, bir sonuca varmalı. Umarım bu sefer beni tam anlarsınız. Demin size şu bildiğiniz paradan, altmış yaşına rağmen hâlâ bebek olan şu hımbıl babadan söz açmıştım... Eh! Bu konuyu yeniden ağza almaya değmez. Laf olsun diye sözünü etmiştim zaten. Kah kah kah!. Edebiyatçısınız, anlıyorsunuz herhalde... Şaşkınlık içinde bakıyordum. Henüz sarhoşa benzemiyordu. -O genç kıza gelince, yemin ederim ki ona saygım var, hatta seviyorum da. Emin olun. Yalnız biraz şımarık, ama elli yıl öncekilerin dediği gibi "Dikensiz gül olmaz". Doğru söz; dikenin çekiciliği de batması. Benim Aleksey aptal olmasina aptal ama, zevk sahibi, bu yüzden hoş gördüm onu. Evet, böyle kızlar benim de hoşuma gider. (Anlamlı bir şekilde dudaklarını büzdü.) Hatta kendime göre birtakım düşüncelerim var... Ama bu daha sonraya ait bir mesele. -Çok rica ederim Prens, başka konuya geçelim! -Yine heyecanlandınız. Peki, dediğiniz olsun, değiştirdim konuyu, değiştirdim. Yalnız size bir şey sormak istiyorum aziz dostum: Ona karşı çok mu büyük saygı besliyorsunuz? Haşin, sinirli bir tavırla: -Elbette, dedim. Prens, iğrenç bir sırıtışla gözlerini kısarak devam etti: -Tabii, seviyorsunuz da. -İleri gidiyorsunuz artık!.. - Peki, peki, bir daha söylemem. Sinirlenmeyin. Keyfime diyecek yok bugün! Çoktandır bugünkü gibi neşelenmemiştim. Şampanya mı içsek, ne dersiniz şairim? - İçmem, istemem. - Yoo, olmaz! Bugün mutlaka bana arkadaşlık etmelisiniz. Kendimi harika hissediyorum; duygulanacak kadar iyi yürekli olduğum için, tek başıma mutlu olamam. Bakarsınız, belki birbirimizle senli benli olacak kadar içeriz. Kah kah kah! Yoo genç dostum, beni henüz tanımıyorsunuz. Tanıyınca seveceğinizden eminim. Bugün benimle kederi, sevinci, neşeyi, gözyaşlarını paylaşmanızı istiyorum. Hoş, kendi hesabıma ağlayacağımı tahmin etmem. Ee, ne dersiniz İvan Petroviç? Ama konuşmamız istediğim gibi bir sonuca bağlanmazsa benim ilhamım söner gider, siz de bundan bir şey anlayamazsınız. Oysa burada bulaşmamızın tek sebebi bu konuşmayı yapmak değil mi? Küstahça bir göz kırpışla: -Hadi karar verin! diye ekledi. Beni açıkça sıkıştırıyordu. Razı oldum. "Beni sarhoş mu etmek istiyor yoksa?" diye düşünüyordum. Tam sırası gelmişken Prens'le ilgili, hayli zaman önce işittiğim bir söylentiyi anlatayım. Bu ağırbaşlı, çevresindeki en zarif kişizade örneklerinden sayılan adam, bazı geceler leşi çıkana kadar içer, gizli, iğrenç, esrarlı sefahat âlemlerine dalmaya bayılırmış... Bunların korkunç şeyler olduğunu da duydum... Söylendiğine göre, Alyoşa, babasının ara sıra içtiğini biliyormuş; bunu herkesten, en çok da Nataşa'dan saklamaya çalışırdı. Bir keresinde benimle konuşurken ağzından kaçırdı ama, hemen sözü değiştirdi, sorularımı cevapsız bıraktı. Ama bunu yalnız ondan değil, başkalarından da duymuş, hatta itiraf edeyim, inanmamıştım; şimdi ne olacağınıysa merakla bekliyordum. Şarabı getirdiler. Prens kadehlerimizi doldurdu. İçkiyi zevkle yudumlarken: - Beni azarlamış olsa da sevimli, pek sevimli bir kızcağız, diye devam etti. Fakat bu sevimli yaratıkların tatlılığı böyle anlardadır... Herhalde o geceki halini hatırlıyorsunuz?- beni kandırdığını, mat ettiğini sanıyordur. Kah kah kah! Kızarması da ne hoştu! Kadınlardan anlar mısınız? Solgun yanaklarının birden alevlenmesi ne güzel, dikkat ettiniz mi? Aa, siz yine kızıyorsunuz galiba? Kendimi tutamadım: -Evet, kızıyorum. Hem burada Natalya Nikolayevna'dan söz etmenizi de istemem! Yani bu şekilde söz etmenizi demek istiyorum. Bu... buna izin veremem! -Öyle mi? Peki, sizi memnun etmek için konuyu değiştireyim. Uysal, hamur gibi yumuşak bir adamım ben. Sizden söz açalım öyleyse. Sizi pek severim İvan Petrovic. Sizinle ne kadar dostça, candan ilgilendiğimi bilemezsiniz... - Prens, asıl konuya geçsek daha iyi olmaz mı? -Yani konumuza demek istiyorsunuz. Monami, siz leb demeden leblebiyi anlarım ben. Ama -tabii sözümü kesmezseniz sizden söz açmakla o meseleye de tahmin edemeyeceğiniz kadar yaklaşmış olacağız. Şu halde devam ediyorum; size söylemek istediğim şey şu, pek değerli Ivan Petroviç: Sürdüğünüz hayat sizi felakete götürüyor. Bu nazik konuya dokunmamı bağışlayın, dostluğuma verin. Fakirsiniz, yayınevinden avans alıp ufak tefek borçlarınızı ödedikten sonra gerisiyle altı ay kuru çaya kalıyorsunuz. Tavan arasında titreye titreye romanınızın çıkmasını bekliyorsunuz. Doğru değil mi? -Böyle de olsa bu... - Hırsızlık etmekten, kavuk sallamaktan, rüşvet alıp entrika çevirmekten ve başka şeylerden daha şereflidir. Ne söylemek istediğinizi biliyorum; hepsi çoktan söylenmiş, yazılmış şeyler. - Şu halde işlerimin sözünü etmenize gerek kalmıyor. Size nezaket dersi vermek bana düşmez Prens! -Elbette. Ama ne yapalım ki bu hassas noktaya dokunmak zorundayım. Başka türlü olmuyor. Peki, tavan aralarını falan geçelim. Ben de bunların heveslisi değilim, bazı durumlar dışında. (Çirkin bir kahkaha attı.) Beni asıl şaşırtan şu: İkinci rolünü oynamaktan neden bu kadar hoşlanıyorsunuz? Gerçi, yazarlarımızdan biri, hatırladığıma göre: "Belki en büyük kahramanlık, insanın hayatta ikincilikle yetinmesidir," gibilerden bir söz etmiş. Bu konu üzerine konuşmalar da dinlemiştim. Alyoşa nişanlınızı elinizden alalı beri Schiller gibi yırtınmaktan, yararlarına çalışmaktan bir an geri durmuyorsunuz. Neredeyse ayak hizmetlerine koşacaksınız. Kusura bakmayın ama, bu hayli çirkin yücelik oyunundan nasıl bıkmadığınıza şaşıyorum! Ayıp doğrusu. Sizin yerinizde olsam hırsımdan çatlardım. Doğrusu ayıp, çok ayıp! Öfkeden kendimden geçerek: - Prens, beni buraya hakaret etmek için mi getirdiniz? diye haykırdım. - Hayır azizim, hayır. Ben şu anda sadece bir iş adamıyım, hem de mutluluğunuza çalışmak, daha doğrusu bütün bu işi kökünden halletmek istiyorum. Ama iş konusunu şimdilik bırakalım da beni bir iki dakika kızmadan, kesmeden sonuna kadar dinlemeye çalışın. Siz de dünya evine girseniz nasıl olur? Bakın, şimdi bambaşka bir konuya geçtim. Niye böyle şaşkın şaşkın bakıyorsunuz? İçten bir hayretle: - Sözünüzün bitmesini bekliyorum, cevabını verdim. --- Fazla konuşacak değilim. Öğrenmek istediğim bir şey var. Mutluluğunuzu, ama hayali değil de köklü, gerçek mutluluğunuzu isteyen dostlarınızdan biri size genç, güzel, ama hayatta bazı tecrübeler geçirmiş, anlıyorsunuz ya, örneğin Natalya Nikolayevna gibi bir kız teklif etse... Şüphesiz dolgun bir drahomayla beraber... Dikkat buyurun, işimizden değil, başka şeylerden söz ediyoruz... Ne dersiniz? -Aklınızı kaçırmışsınız derim. - Kah kah kah! O ne, üstüme mi yürüyeceksiniz? Yalan değildi, neredeyse Prens'e saldıracaktım. Daha fazlasına dayanamazdım artık. İnsanın içinde ezmek için dayanılmaz bir istek uyandıran iğrenç bir hayvan, iri bir örümcek gibi görüyordum onu. Benimle alay etmekten zevk duyuyor, elinde olduğumu sanarak benimle kedinin fareyle oynaması gibi oynuyordu. Galiba (onun bu halini çok iyi anlıyordum) arsızlığı, küstahlığı, maskesini atmaktaki kinizmi ona şehevi bir haz veriyordu. Şaşkınlığımın, duyduğum öfkenin tadını çıkarmak istiyordu. Beni içten küçümsüyor, alay ediyordu. Zaten baştan bir oyuna geldiğimi sezmiş, altından ne çıkacağını bekliyordum. Fakat ne olursa olsun, sonuna kadar dinlemek zorundaydım. Bu, Nataşa'nın çıkarı içindi ve dişlerimi sıkarak hepsine dayanmam gerekiyordu, zira karar zamanı geliyordu artık. Bir yandan da Nataşa'ya adice, küstahça atılan taşlara nasıl katlanabileceğimi, soğukkanlılığımı nasıl koruyacağımı düşünüyordum. Üstelik Prens, kendisini dinlemeden yapamayacağımı çok iyi biliyordu. Hakareti bu nedenle daha acı gelmekteydi. "Ama onun da bana ihtiyacı var," diye düşündüm ve sert, aksi bir tavırla karşılık vermeye başladım. Bunu hemen anladı. Yüzüme ciddiyetle bakarak: -Bakın genç dostum, diye başladı. Konuşmamız böyle devam edemez bu yüzden bir anlaşma yapalım. Size bazı şeylerden söz etmek istiyorum, siz de, söylediklerim ne olursa olsun, beni sonuna kadar dinlemek nezaketini göstermelisiniz. Dilediğim gibi, işime geldiğince konuşacağım ki en iyisi de budur zaten. Nasıl genç dostum, sabırlı olabilecek misiniz? Beni itiraza kışkırtmak ister gibi zehir dolu bir alaycılıkla süzdüğü halde kendimi tuttum, ses çıkarmadım. Orada kalacağımı anlayarak devam etti: - Bana gücenmeyin azizim. Sanırım yine kızdınız. Hem anladığıma göre, meselenin dış görünüşü dokundu size. Öyle değil mi? Oysa sizinle nasıl konuşursam konuşayım, benden zaten başka şey beklemiyordunuz: Ha baygın bir nezaketle, ha şimdiki çiğliğimle konuşayım, anlam değişmeyecek. Beni aşağı görüyorsunuz değil mi? Sevimli saflığımı, açıklığı- mi, safdilliğimi gözlerinizin önüne seriyorum! Size her şeyi- mi, hatta çocukça kaprislerimi bile, -bonhomie'mi¹ görüyorsunuz ya- her şeyi, çocukça kaprislerimi dahi itiraf ediyorum. Evet mon chèr, siz de bir parça bonhomie gösterirseniz çok iyi anlaşır uyuşuruz. Bana şaşmayın; oğlumun şu Nataşa'yla, ki hakikaten pek çok tatlı bir kız, kahrolası ilişkisinin, aslında pek hoş olan Schiller'ciliği, yüce konuları beni o derece usandırdı ki, hepsiyle bir parça alay etme fırsatını bulduğum için pek memnunum. Bu arada sizinle de dertleşmek istedim. Kah kah kah! -Doğrusu beni hayrete düşürdünüz Prens. Takındığınız polichinelle tavrı, apansız açıklamalar. Bambaşka bir kimlik taşıyorsunuz neredeyse... -Kah kah kah! Yalan değil! Harika bir benzetme! Kah kah kah! Hovardalık ediyorum dostum, hovardalık ediyorum. Ne olacak, memnunum kendimden, sevinç içindeyim. Beni bu kadarcık hoş görün aziz şairim! Prens son derece memnun bir tavırla kadehine şarap koydu. -Hadi içelim, en iyisi bu. Nataşa'da geçirdiğimiz o anlamsız akşamı hatırlıyor musunuz? Bitirdi beni! Elbette pek sevimliydi, buna diyeceğim yok ama, ben oradan çıkarken kendi kendimi yiyordum; hiç aklımdan çıkmıyor. Bunu sineye çekecek değilim. Elbette bizim sıramız da gelecek, belki pek yakında. Neyse, şimdilik bırakalım bunu. Sırası gelmişken size kendimle ilgili bir özelliği de açıklamak istiyorum. Ben bütün o saflık gösterilerinden, pastoral zırvalıklardan son derece nefret ederim; böyle bir çevreye girip sureti haktan görünerek şu ebedi genç Schiller'cilerden birini alaya almak da bana gıdıklayıcı bir zevk verir. Önce pohpohlayıp şevke getirir, sonra birden, karşınızda olduğum gibi gerçek halimi gösteririm. Herif apışıp kalır. Güler yüzlü bir maskenin altından çarpık çurpuk bir surat çıkması gibi. Hiç umulmadık bir anda karşımdakine dilimi çıkarmaya bayılırım. Nasıl? Siz belki bunun zevkine varamıyor, çirkin, anlamsız, hatta adi buluyorsunuz, öyle mi? -Elbette. - Aferin, içtensiniz. Ne yapayım, beni çileden çıkarıyorlar. Belki açıksözlülüğüm de anlamsız ama, huyum kurusun, elimde değil. Size hayatımdaki bazı olayları anlatmak istiyorum. O zaman beni daha iyi anlarsınız, hem epey ilginçtir de. Evet, gerçekten de bugün soytarıya benziyorum galiba; soytarının içi dışı bir olur, değil mi? -Rica ederim Prens, geç oldu artık. -Tanrım, amma da sabırsızsınız! Aceleniz ne? Oturalım, iki yakın arkadaş gibi, kadeh elimizde dostça konuşalım. Sarhoş olduğumu sanıyorsunuz, ziyanı yok, daha iyi. Kah kah kah! Vallahi insan böyle dostça toplantıları kolay kolay unutmaz, zevkle hatırlar! Fena adamsınız İvan Petroviç. içli, duygulu değilsiniz. Benim gibi bir dosta bir iki saatinizi feda etmek çok mu? Hem söyleyeceklerim de işle ilgili şeyler... Bunu nasıl anlamıyorsunuz? Bir de yazar geçinirsiniz; böyle bir fırsata dört elle sarılmanız gerekirdi. Beni tip olarak alabilirdiniz. Kah kah kah! Bugün içtenliğime diyecek yok doğrusu! Sanırım sarhoş oluyordu. Yüzü değişip hırçınlaşmıştı. İğneleyip ısırmak, alay etmek istediği belliydi. "Sarhoş olması bir açıdan iyi," diye düşündüm. "Gerçek yüzü meydana çıkar o zaman!" Fakat henüz aklı başındaydı. Hep o kendinden memnun tavırla: -Azizim, diye bağırdı, demin size belki yersiz olarak, zaman zaman birine dilimi çıkarmak için dayanılmaz bir is- tek duyduğumu açıklamıştım. Bu masum, safça içtenliğim yüzünden beni bir soytarıya benzettiniz, içten güldüm buna. Ama şimdi birden değişsem, bir mujik kadar kaba, terbiyesiz olsam, ya kafama bir şey fırlatırdınız ya da şaşkınlıktan ağzınız açık kalırdı. Bununla da büsbütün haksız duruma düşerdiniz. Çünkü, önce dilediğim gibi hareket etmekte serbest olduğumu bilmelisiniz, ikincisi, evimde değilim, sizinle bir yerdeyim... yani iki iyi arkadaş gibi âlem yapıyoruz demek istiyorum; ayrıca ben kapris yapmaktan hoşlanan bir adamım. Bilseniz, vaktiyle kaprislerim uğruna neler yapmadım: Metafizikçi oldum, hayırseverliğe daldım, aşağı yukarı sizinki gibi fikirlerim bile vardı. Ama bunlar pek uzak bir geçmişe, altın çağa, gençliğime ait anılar. Hiç aklımdan çıkmaz, o zamanlar köyüme içim insanlara karşı sevgi dolu olarak gelmiştim, bir yandan da can sıkıntısından patlıyordum. Ne yaptım biliyor musunuz? Köy dilberleriyle kırıştırmaya başladım... Yine mi yüzünüzü buruşturuyorsunuz? Genç dostum, şurada oturduk, arkadaşça sohbet ediyoruz. Kurtlarımızı dökmezsek, içimizi boşaltmazsak neye yarar? Ben tam bir Rus'um, içinde katıksız Rusluk taşıyan bir yurtseverim, içimi olduğu gibi dökmeyi sever, hayatın zevkini çıkarmayı bilirim. Hem öbür dünyada ne var ki? Neyse, köydeyken hep karı-kız peşindeydim. Hiç unutmam, bir kadın ban vardı, evliydi; kocası da yakışıklı bir delikanlıydı. Dayak attırıp epey canını yaktım. Askere de yollayacaktım ama vazgeçtim; ne yaparsın, geçmiş günlerin yaramazlıkları şairim! Hastanemizde öldü. Köyümde on iki yataklı bir hasta- ne vardı. Dört başı mamur, her yanı pırıl pırıl, yerler cilalı parke. Kapatalı çok oldu ama, o sıralar ne övünürdüm; insancıllığa özenirdik o sıralar. Yine de herifi güzel karısının uğruna dayaktan öbür dünyaya yollamakta tereddüt etmedik... Surat mı astınız yine? Midenizi mi bulandırdım? Asil duygularınız kabardı ha. Üzülmeyin, hepsi geçti. Bunları, romantizme gömüldüğüm, insanlığın velinimeti olmak, insancıllar derneği kurmak istediğim sıralar yapıyordum. Evet, o zamanlar dayak attırıyordum. Şimdi dayak falan yok, sadece kaş çatmakla, surat asmakla yetiniyoruz herkes gibi. Ne yapalım, zamana uyduk... Ama beni en çok güldüren şu ahmak İhmenev. Onun o mujikçiğe atılan dayak olayını bildiğinden eminim... ama ne yaptı? Ezik ruhlu, yufka yüreklinin teki olduğundan ve o sıralar bana tapıp, göklere çıkardığından, hakkımda söylenenlere hiç inanmadı; yani gerçeklere tam on iki yıl boyunca ta ucu kendisine dokunana kadar inanmadı. Kah kah kah! Ama bunlar hep saçmalık, İçelim genç dostum. Bana bakın, kadınları sever misiniz? Ses çıkarmadan sadece dinliyordum, ikinci şişeye başlamıştı. -Akşam yemeğinde onlardan söz açmak hoşuma gider. Yemekten sonra sizi Matmazel Phileberte'le tanıştırayım mı? ister misiniz? Ne oluyorsunuz canım? Yüzüme bile bakmıyorsunuz. Hımm! Bir an düşünceye dalar gibi oldu. Sonra birden başını kaldırarak, anlamlı bir bakışla beni süzdü ve: -Beni dinleyin şairim, dedi. Size sanırım hiç bilmediğiniz bir tabiat sırrı açmak istiyorum. Bana şu anda günahkâr, hatta belki de alçak, ahlaksız, sefih diye adlar verdiğinizden eminim. Ama bakın şimdi size ne diyeceğim! Keşke imkân olsaydı da (ki insan tabiatı için bu asla mümkün değildir) herkes, hepimiz, benliğimizin en gizli köşelerini olduğu gibi açığa vurabilseydik; başkalarına, hatta en yakın dostlarımıza, sırası gelince kendimize bile itiraf etmekten çekindiğimiz ne varsa, hepsini korkmadan ortaya dökebilseydik, dünyayı saracak pis kokudan hepimiz boğulurduk. Parantez içinde söyleyeyim, toplumu düzenleyen yasalar, görgü kuralları bu bakımdan iyidir zaten. Derin bir fikir gizlidir bunlarda; ahlaki olduğu iddia edilemeyecek ama, koruyucu, bize rahatlık sağlayan bir fikir. Bu da azımsanmamalı, çünkü ahlak da rahatlıktan başka bir şey değildir, yani rahatımız için icat edilmiştir. Görgü kurallarından ileride ayrıca söz açacağım. Şimdi hepsini birbirine karıştırırım, sonra hatırlatın bana. Son olarak şunu söyleyeyim: Kusurlarımı, ahlaksızlığımı, sefihliğimi başıma kakıyorsunuz; oysa bütün suçum belki başkalarından daha içten olmam, o kadar. Demin de dediğim gibi, başkalarının kendilerinden bile sakladığı gerçekleri ben açıkça ortaya döküyorum... İyi yapmıyorum ama, şimdilik canım öyle istiyor. Ama -alayla gülümsedi- sakın, "suçluyum" dediğime bakıp da af dilemek niyetinde olduğumu sanmayın. Bir de dikkat edin: Sizi mahcup etmek istemiyor, kendimi haklı çıkarmak için, sizin de benimkilere benzeyen sırlarınız olup olmadığını sormuyorum. Tam anlamıyla edepli, kibar davranıyorum. Zaten genel olarak kibar davranırım... Prens'e küçümsemeyle bakarak: -Düpedüz saçmalıyorsunuz, dedim. -Saçmalıyormuşum! Kah kah kah! Size şimdi ne düşündüğünüzü söyleyeyim mi? İçinizden, sizi buraya ne diye getirdiğim ve durup dururken, damdan düşer gibi içimi dök meye başladığım geçiyor. Doğru mu, değil mi? -Doğru. -Sonra öğrenirsiniz. - İki şişeden sonra cevap vermek kolay. Başınıza vurdu galiba... - Şuna sarhoşsun desenize. Olabilir. "Başınıza vurdu" sözü kulağa "sarhoşsunuz" demekten daha yumuşak gelir. Pek naziksiniz efendim! Fakat sanırım yine kavgaya başladık. Oysa pek ilginç bir konu üzerindeydik. Evet şairim, dünyanın en güzel, en tatlı şeyi kadındır, hiç şüphen olmasın. -Prens, beni gizli işlerinizle aşk isteklerinize sırdaş seçmenin nereden aklınıza geldiğini bir türlü anlayamıyorum. - Hımm, dedim ya, sonra anlayacaksınız. Merak etmeyin, belki de hiç sebep yoktur; şairsiniz, beni anlarsınız diye açıldım belki. Önceden de söylemiştim, maskeyi ansızın indirmenin, başkasının karşısında utanmaya tenezzül etmeden içi dışı ortaya döküvermenin bambaşka bir tadı vardır. Size ufak bir hikâye anlatayım. Vaktiyle Paris'te deli bir memur varmış, sonraları deli olduğuna inanılınca akıl hastanesine kapatılmış. Herif, babaları tutunca gönlünü eğlendirmek için evinde anadan doğma soyunur, pabuçlarıyla kalırmış. Sonra topuklarına kadar uzun, bol bir pelerine bürünür, azametli bir tavırla sokağa çıkarmış. Gören, kendi halinde pelerinli bir adamın hava almaya çıktığım sanırmış. Ama hazret, tenha bir yerde tek başına giden birine rastladı mı, o kendine has ciddi, ağırbaşlı tavrıyla karşısına dikilir, pelerinini birden açıverir, karşısındakine anadan doğma halini gösterirmiş. Sonra tekrar pelerinine bürünerek, şaşkınlıktan kendine gelmeye vakit bulamayan adamın önünden aynı ciddilik ve ağırbaşlılıkla Hamlet'teki hayalet gibi kayar geçermiş. Bunu kadın, erkek, çocuk, kime rastlarsa yaparmış. Biricik zevki buymuş. Schiller'lerden birine hiç ummadığı bir anda dil çıkarıp çarpılmasını seyrederken buna benzer bir zevk duyulabilir. "Çarpılmak" deyimini nasıl buldunuz? Yeni edebiyat örneklerinden çıkardım bunu. -O adam deliymiş, siz de... -Ukalanın biriyim, değil mi? -Evet. Prens kahkahayı bastı. Yüzünde son derece küstah bir ifadeyle: - Çok isabetli görüşleriniz var azizim! diye ekledi. Küstahlığına fena halde kızmıştım: -Hepimizden, bu arada benden de nefret ediyor, hepsinin öcünü benden alıyorsunuz. Değersiz, üstünde durulmayacak bir onur meselesi yapmışsınız. Kötü, ama küçük çap- ta kötü bir adamsınız. Sizi kızdırdık, belki en çok o gece olanlara öfkeleniyorsunuz. Şüphesiz, beni ancak küçümsemenizle boğarak hıncınızı alabilirsiniz; hatta tüm insanların birbirine gösterdiği en ilkel nezaket kurallarına uymayı bile gerekli görmüyorsunuz. Çirkin maskenizi birden, hiç çekinmeksizin koparıp atarak bana karşı utanmayı bile çok gördüğünüzü anlatmak istiyorsunuz. Kaba, haşin bir bakışla: - Bunu bana neden söylüyorsunuz? diye sordu. Ne kadar anlayışlı olduğunuzu göstermek için mi? - Sizi anladığımı yüzünüze vurmak için söylüyorum. Birden o eski geveze, babacan haline dönerek: - Quelle idée mon cher,¹ diye devam etti. Beni şaşırttınız. Buvons mon ami, izin verin de kadehinizi doldurayım. Oysa tam çok ilginç bir olay anlatmak üzereydim. Şöyle kısaca, birkaç çizgiyle anlatayım. Vaktiyle bir hanımefendi tanırdım. İlk gençliği geçmişti; yirmi yedi yirmi sekiz yaşında vardı ama az rastlanan güzellikteydi, göğsü, endamı, yürüyüşü eşsizdi! Kartal gibi keskin, her zaman sert, ciddi bir bakışı vardı. Azametinden yanına varılmıyordu. Şubat ayı gibi soğuktu; ulaşılmaz, zorlu, ama tam anlamıyla zorlu iffetiyle herkesin gözünü korkuturdu. Çevrenin alikıran baş keseniydi. Diğer kadınların değil işledikleri bir suçu, en ufak zayıflığı bağışlamaz, hemen damgayı basardı, itibarı pek yerindeydi. En gururlu, erdem korkuluğu kocakarılarımız bile onu sayar, neredeyse yaltaklanırlardı. Karşısındakini bir ortaçağ manastırının başrahibesi ne yaraşır duygusuzlukla, zalim bakışlarla süzerdi. Yüksek sosyetenin genç kadınları bu bakışlardan, amansız hükümlerden tir tir titrerlerdi. Şaka değil, kadının tek sözü, ufacık bir iması bir tazenin şerefini karalamaya yetiyordu. Toplum içinde kendine öyle bir yer sağlamıştı ki, erkekler bile ondan çekinirlerdi. Yaşlanınca kendi halinde sakin, ağır- başlı bir ömür sürdü... Oysa inanır mısınız, bu kadın kadar düşük, pespaye insan az bulunurdu. Ben de tam olarak güvenini kazanmak şerefine ulaşmıştım. Anlayacağınız, gizli, esrarlı âşığıydım. Buluşmalarımızı o kadar ustalıkla düzenliyorduk ki, ev halkı zerrece şüphelenmiyordu; yalnız kadının pek cici Fransız oda hizmetçisi hanımının bütün sırlarını bilirdi ama, o kıza kendiniz gibi güvenebilirdiniz. Serüvenimize kız da dahildi, ne şekilde olduğunu şimdilik açıklamadan geçeceğim. Bizim hanımefendi, Marki de Sade'a taş çıkaracak kadar şehvet düşkünüydü. Serüvenimizin en zorlu, en ince, en hırpalayıcı zevki gizliliğinde ve ısrarla söylenen yalanın utanmazlığındaydı. Kontesin sosyetede erdem üzerine bütün o vaazlarını alaya alışı, şeytanca gülmeleri, güçlü, ateşli bir hayalin bile kudreti dışındaydı. En çok bu yüzden zevk alıyordu zaten. Hatırlıyorum da, gerçekten o kadın insan şeklinde şeytanın ta kendisiydi, ama dayanılmaz çekicilikle dolu bir şeytandı! Şimdi bile heyecandan ürpermeden hatırlayamıyorum onu. En ateşli zevk anımızda birden çılgın bir kahkaha atar, bu kahkahanın anlamını tam olarak anlayarak ben de ona katılırdım... Üzerinden çok yıl geçtiği halde, hatırladıkça soluğum kesiliyor. Ama bir yıl sonra sepetledi beni, başkasıyla değiştirdi. istesem de ona kötülük yapamazdım, kimse inanmazdı bana. Hoş değil mi genç dostum? Bu itiraftan tiksinerek: - İğrenç! diye cevap verdim. -Başka türlü cevap veremezdiniz genç dostum. Böyle söyleyeceğinizi biliyordum zaten, kah kah kah! Durun mon ami, zamanla siz de bunlara akıl erdireceksiniz. Şimdilik sadece tatlı çörekler peşindesiniz. Yalnız bu halinizin şairliğe engel olduğunu unutmayın: O kadın hayatı anlıyor, faydalanmasını biliyordu. -Hayatı anlamak için bu kadar hayvanlığa ne gerek - vardı? - Ne hayvanlığı? -O kadınla sizin birlikte yaptığınız hayvanlık. - Demek buna hayvanlık diyorsunuz? Hâlâ gem altındasınız! Ama ben özgürlüğümün taban tabana zıt bir kurumda bulunabileceği ihtimalini kabul edenlerdenim... yine de biz daha yumuşak bir dille konuşalım mon ami. Bunun saçma olduğunu kabul edin. -Peki, saçma olmayan ne? Kişiliğim, bizzat ben. Her şey, evren bile benim için yaratılmıştır. Beni dinleyin dostum, ben bu dünyada keyfince yaşamanın mümkün olduğuna hâlâ inanıyorum. Bu da inançların en iyisidir, zira buna inanmadan kötü bir hayat bile süremezsiniz, zehir içmekten başka çareniz kalmaz. İşittiğime göre, ahmağın biri bunu yapmış. Felsefeyle uğraşa uğraşa insan hayatındaki bütün kuralları, en tabii en sıradan olanları bile yıkmış; boşluk içinde topu topu bir sıfır elde edince siyanür asidini kurtuluş çaresi saymış. Siz bu hareketi Hamlet gibi bir umutsuzluk doruğuna, düşlerimizde görmediğimiz bir yüksekliğe çıkarırsınız. Çünkü siz şairsiniz. Ben basit bir adam olduğum için meseleye sade, pratik bir gözle bakarım. Örneğin ben çoktandır bütün bağlardan, vecibelerden kurtardım kendimi. Ancak bana bir fayda sağlanıyorsa herhangi bir zorunluluk altına girerim. Ayaklarınız bağlı, zevkiniz hastalıklı olduğu için siz bu görüşe katılamazsınız. Her şeyi idealleriniz, erdeme uygunluk yönünden düşünürsünüz. Hepsini kabule hazırım ama, ne yapayım ki insan erdemlerinin temelinde bencillik olduğunu bir türlü aklımdan çıkaramıyorum. Erdem arttıkça bencillik de çoğalır. Kendi kendini sevmek kuralına taparım ben. Hayat ticari bir uzlaşmadır; paranızı havaya saçmamak şartıyla keyfiniz için dilediğiniz kadar harcayabilirsiniz. Böylece başkalarına karşı görevinizi de yapmış olursunuz. Ahlakı ille gerekli sayıyorsanız, benim ahlakım böyle işte, böyle düşünüyorum. Aslında açık konuşmak gerekirse, başkalarını para karşılığında çalıştırmaktansa hizmetlerinden bedava faydalanmayı tercih ederim. Hiçbir idealim yok, olmasını da istemem, asla özle- medim bunu. İdealsiz de çok hoş bir ömür sürülebilir. En somme¹ siyanür asidine başvurmak zorunda olmayışıma seviniyorum. Biraz daha erdemli olsaydım, belki ahmak filozof gibi (kesin Alman'dır), o nesnesiz yapamazdım. Yoo! Hayatta o kadar güzel şeyler var ki. Mevki, rütbe, büyük oyun; kumara bayılırım. Hepsinin üstünde de kadınlar... kadınların her çeşidini, hatta çeşnisi değişik olsun diye, iğrenç bir sefih olanını bile severim... Kah kah kah! Ne küçümser bakış öyle! -Nasıl bakmamı istiyorsunuz? -Haklısınız diyelim ama, çirkefin siyanür asidinden daha iyi olduğunu siz de kabul edersiniz herhalde. -Hayır, ben siyanür asidini tercih ederim. -Size bunu vereceğiniz cevabın zevkini tatmak için sordum; bunu söyleyeceğinizi önceden biliyordum. Hayır dostum, gerçek bir insanseverseniz, bütün akıllı insanların benim huyumda olmasını dileyin; hatta çirkeflikleri de bulunsun, aksi halde çok geçmeden dünyada bir tane akıllı bulamazsınız, hep ahmaklar kalır. Gayet de mutlu olurlar ya! Zaten aptal adam mutlu adamdır diye atasözü de vardır; hem bilir misiniz, aptallarla geçinmek, onların gönlünü hoş etmek, hem yerinde, hem de kârlı iştir. Kör inançlara, hayatın gereklerine, mevkiye önem verdiğime bakmayın. Yaşadığım çevrenin kofluğunu biliyorum. Ama rahatım yerinde oldukça "evet efendim"ciliği bırakmam, sureti haktan görünerek bunları savunurum. Sırası gelince herkesten önce sırt çevirecek de ben olacağım. Yeni fikirlerinizi bir bir biliyor, hiçbirine özlem duymuyorum. Buna gerek de yok zaten. Hayatımda hiçbir davranışımdan ötürü vicdan azabı duymadım. Rahatım bozulmasın, yeter bana! Benim gibiler sayılmayacak kadar çoktur, hepimiz de huzur içindeyiz. Evrenin kuruluşundan beri varız biz. Günün birinde dünya batacak olsa biz yine üste çıkmanın yolunu buluruz. Hem biliyor musunuz, bizim gibi insanların ömrü uzun olur. Buna hiç dikkat ettiniz mi? Seksen, doksan yaşına kadar yaşarız! Şu halde bizzat tabiat bizi korumaktadır. Heh heh he! Ben de doksanı bulmak isterim. Ölümü sevmem, korkarım ölümden. Ne şekilde öleceğiniz bilinmez ki! Şimdi bunları bırakalım. Şu zehir içen filozof coşturdu beni. Felsefe yerin dibine batsın! Buvons mon cher.¹ Neyse, güzel kızlardan konuşuyorduk galiba... Aa, nereye? -Gidiyorum, sizin vaktiniz de geldi. -Yok canım! Size bütün kalbimi açtım. Dostluğumu bu kadarcık bile takdir etmiyorsunuz. He he he! Sevmek nedir bilmiyorsunuz şairim. Durun, ben bir şişe daha içeyim. -Üçüncü mü? -Evet, üçüncü. Erdeme gelince, genç öğrencim; size böyle hitap etmeme izin verin, belki sonunda öğütlerimden faydalanırsınız... size önceden de söylediğim gibi, "erdem ne kadar erdemli olursa içerdiği bencillik de o kadar artar". Size bu konuda çok hoş bir küçük hikâye anlatmak istiyorum: Vaktiyle bir kız sevmiştim. Hem de oldukça candan. O da uğrumda az şey feda etmedi. Artık kendimi tutmaya gerek görmeden, kaba bir tavırla: - O soyup soğana çevirdiğiniz kız mı? Dedim. Prens irkildi, yüzü birden değişti, alev saçan gözlerini bana dikti; bakışlarında şaşkınlık, kudurgan bir öfke vardı. Kendi kendine konuşuyormuş gibi: Durun, dedi, durun, biraz kafamı toplayayım. Gerçekten sarhoş oldum, düşünmekte güçlük çekiyorum neredeyse... Sustu. Kalkıp gideceğimden korkmuş gibi, elimi tuttu. İçimi okumak isteyen o kızgın bakışıyla beni süzüyordu. O anda, hemen hemen kimsenin bilmediği bu olayı nereden öğrendiğimi, bunun tehlikeli olup olmadığını araştırıp hesaplamaya çalıştığından emindim. Bu hali bir an sürdü, sonra yüzü birden değişti; gözleri eski alaycı, sarhoş neşesiyle yeniden parlamaya başladı. -Kah kah kah! Tıpkı Talleyrand! Evet, suratıma kendisini soyduğumu haykırınca şamar yemiş gibi kalakalmıştım. Çığlığın, küfrün bini bir paraydı! Deli gibi bir kadındı... son derece ölçüsüzdü. Şimdi beni dinleyin: Bir kere demin buyurduğunuz gibi, onu ben soymadım. Armağan ettiği için para benim olmuştu. Örneğin, bana en iyi frakınızı armağan ettiğinizi varsayalım... (Bunu söylerken, üç yıl önce terzi İvan Skornyagin'in diktiği hayli biçimsiz ve biricik frakımı süzdü.) size müteşekkir olur, onu giyerim, bir yıl sonra birden benimle kavga ederek frakınızı geri istersiniz, ama çoktan eskitmiş olurum. Hiç asil bir hareket değil bu, geri isteyecekseniz ne diye verdiniz ki? İkincisi, artık benim olduğu halde parayı ona yine de geri verirdim. Ama ha deyince o kadar parayı nereden bulabilirdim? Demin dediğim gibi, duygululuktan Schiller'cilikten nefret ederim ben, asıl sebep buydu. Bana, zaten benim olan parayı bağışladığını kırıtarak bağırışını görmeliydiniz! Çok kızmıştım ama düşünme yeteneğimi yitirmediğim için yerinde bir karar verdim: Parayı geri verirsem onu mutsuz edebileceğimi düşündüm. Onu benim yüzüm-den mutsuz olma, ömrünün sonuna kadar bana lanet etme zevkinden yoksun bırakacaktım. İnanın bana dostum, böyle bir felakete düşünce kendini çok haklı, yüce ruhlu hissetmenin, kötülük edenin suratına alçaklığını haykırmanın üstün bir zevki vardır. Tabii bu çeşit bir nefretle mest olmak ancak Schiller benzeri ruhlara has. Belki yiyecek parası kalmamıştır ama, mutlu olduğundan şüphe edemezsiniz. Onu bu mutluluktan yoksun bırakmak istemedim, parayı geri yollamadım. Böylece, "gönlü yücelik büyüyüp göz kamaştırıcı bir hal aldıkça ondaki iğrenç bencillik o ölçüde artar" kuralı bir kere daha doğrulanıyor. Apaçık, değil mi? Sözde beni yakalayacaktınız. Kah kah kah!.. Doğru söyleyin, böyle bir niyetiniz vardı, değil mi?.. Seni gidi Talleyrand seni! Prens o çirkin sesini birden değiştirerek son derece ciddi bir tavırla: -Bir dakika, dedi. Son birkaç söz daha. Şu söylediklerimden, benim kimsenin hatırı için çıkarından vazgeçmeyen bir adam olduğumu herhalde anladınız. Parayı severim, ihtiyacım da var. Katerina Fyodorovna'nın parası çok; babası on yıl şarap tekelciliği yapmıştı. Kızın üç milyonu var ve bu üç milyon çok işime yarayacak. Alyoşa'yla Katya tam birbirlerine göreler; ikisi de son derece budala. Arayıp bulamadığım şey bu. Bu yüzden, bir an önce evlenmelerini istiyorum. İki üç hafta sonra Kontes'le Katya köye gidecekler. Natalya Nikolayevna'ya şimdiden haber verin, duygusallıklar, Schiller'cilik gösterileri olmasın, bana karşı başkaldırmasın. Kinci ve hırslı bir insanım, tuttuğumu koparırım. Ondan korkum yok; her şey istediğim gibi olacak. Bu uyarıyı daha çok onu düşünerek yapıyorum. Münasebetsizlik istemem. Anladınız mı, uslu dursun ve kanuna başvurmadığıma şükretsin. Kanun, aile huzurunun koruyucusudur, tabii bunu biliyorsunuz şair dostum. Oğlun babasına boyun eğmesini sağlar, çocukların ana ve babalarına karşı kutsal ödevlerini yerine getirmelerine engel olanları da hoş görmez. Nüfuzum var, istesem ona neler yapabileceğimi biliyor musunuz? Ama yapmadım, çünkü şimdiye kadar akıllıca davranıyordu. Merak etmeyin, bu altı ay boyunca pek keskin gözler her an her hareketini kollamaktaydı. Her yaptığından en ince ayrıntılarına kadar haberim vardı. Bu yüzden Alyoşa'nın onu kendiliğinden bırakmasını gönül rahatlığıyla bekliyordum. Beklediğim olmaya başladı bile. Şimdilik çocuk varsın eğlensin. Bu yüzden beni anlayışlı bir baba olarak görüyor; hakkımda böyle düşünmesi işime gelir zaten. Kah kah kah! O gece, oğlumla evlenmesi için yaptığım teklifi reddederek gösterdiği büyüklük için nerdeyse iltifatlar yağdıracağımı hatırladıkça gülmem geliyor; nasıl evleneceğini bilmek isterdim doğrusu! O gün oraya gelişim sırf ilişkilerine son verme zamanı geldiği içindi. Ama her şeyi kendi gözümle görüp emin olmam gerekiyordu... Yeter mi bu kadar? Yoksa daha öğrenmek istedikleriniz var mı? Örneğin sizi buraya kadar getirip, dosdoğru, birtakım itiraflara girişmeden konuşmak varken karşınızda hokkabazlık etmemin nedenini öğrenmek ister miydiniz, ha? -Evet. Başka cevabım yoktu. Dişlerimi sıkmış, kulak kesilerek dinliyordum. -Nedeni, sizin iki budalamızda bulunmayan bir sağduyuya sahip olmanız. Neyin nesi olduğum konusunda birtakım tahminler yürütecektiniz, sizi bu zahmetten kurtardım, kim olduğumu açıkça söyledim. Beni anlamaya çalışın, mon ami. Karşınızda kim olduğunu biliyor, ayrıca kızı seviyorsunuz; bu yüzden onu bazı üzüntülerden korumak için bütün nüfuzunuzu kullanacağınızdan umutluyum. Üzerinde nüfuzunuz olduğunu da biliyorum. Aksi halde başı dertten kurtulmayacak, hem emin olun, az dert de çekmeyecek. Sizinle yakınlığı bu kadar ilerletmemin üçüncü nedenine gelince, herhalde anladığınız gibi, bu serüvenin içine biraz tükürmek, hem de bunu huzurunuzda yapmak istedim... Heyecandan titreyerek: -İstediğinizi elde ettiniz, dedim. Bana ve hepimize karşı duyduğunuz nefreti, küçümsemeyi hiçbir şekilde şu iç dökmeyle yaptığınız kadar ustalıklı ifade edemezdiniz. Bunlarla gözümde alçalacağınızı, lekeleneceğinizi umursamadınız, utanç da duymadınız. Tam o pelerinli deli gibi hareket ettiniz. Karşınızdakini insandan saymadınız. Prens ayağa kalktı: - Doğru, genç dostum. Her şeyi bildiniz, edebiyatçılığınız boşuna değil. Umarım arkadaşça ayrılacağız. Dostluğumuzun şerefine içmeyeceğiz, değil mi? -Sarhoşsunuz. Sırf bu yüzden hak ettiğiniz cevabı vermiyorum... - Yani, sessiz bir karşılık. Hak ettiğim cevabı vermiyorsunuz demek, kah kah kah! Tabii hesabı görmeme de izin vermeyeceksiniz. -Rahatsız olmayın, hesabımı kendim görürüm. -Elbette, şüphe mi var? Herhalde yolunuz da ayrı, öyle değil mi? -Evet, sizinle gitmeyeceğim. -Öyleyse hoşça kalın şairim. Umarım beni iyice anladınız. Bir parça sendeleyerek, bana bir kere bile bakmadan odadan çıktı. Uşağı arabaya binmesine yardım etti. Ben de evimin yolunu tuttum. Saat üçe yaklaşmıştı. Yağmur yağıyordu, karanlık bir geceydi...
··
2.087 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.