Kar yağmıyordu. Fırtına da eski gücünü yitirmişti. Yarım
saat gitmiştik ki, süngülü iki Rus eri durdular. Bir kayanın
dibinde, sırtında yamçısı, uzun boylu bir adam duruyordu.
Erlerden biri kayanın dibinde duran adama doğru yüksek sesle
bir şeyler söyledi. Adam bana doğru gelmeye başladı. Süngülü
erlerden biri geleni göstererek “Bulkovinik komandi” dedi.
Komutandı gelen demek. Alay komutanı. Askerce selam verdim. “Sadıs” dedi. Rahat. Bir çevirmen çağırdı. Elini ceketimin
kollarından içeri soktu. Parmaklarıyla çamaşırlarımı yokladı
Çevirmen komutanın dediklerini aktardı:
“Bu ceket ve kaputla üşümüyor musun?”
“Üşümüyorum, alışkınım.”
“Aşınız nedir, ne yer ne içersiniz?”
“Aşımız seyyar mutfaklarda yapılır, akşam sabah sıcak
yemek yer ve çay içeriz” dedim.
Oysa mutfağımız yoktu. Sıcak çay da içmezdik. Erzurum’un köylerinden gönderilen donmuş, katı bazlamaları, koynumuzda ısıtır yeriz diyemezdim elbet. Bu gerçekleri Rus
komutanına nasıl söyleyebilirdim. Daha da bu sabah, beş saat
önce, kar üstünde ayaklarımın donduğunu, dişlerimin bir birine
çarparak konuşmama engel olduğunu, tutsak düştüğüm zaman
ilk kez sıcak çay içtiğimi nasıl açıklayabilirdim. Uzun boylu,
esmer alay komutanına baktım. O da bana bakıyordu. Sevecen bir hali vardı.