Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

352 syf.
·
Puan vermedi
1984 İncelemesi
George Orwell – 1984 Bugün; hepimizin bir yerlerden illaki duyduğu, en azından Instagram hikayelerinden gözümüze ilişmiş, günümüzde oldukça popüler bir eser olan George Orwell’ın 1984 romanı hakkında bir şeyler karalamak istedim. Yaptığım gözlemler neticesinde, insaların kafasında “popüler olan bayağıdır.” gibi gerçekdışı bir önyargı olduğunun farkına vardım. Bu düşünce yapısı oldukça yanlış. Zaten 1984 romanı da düşmüş olduğumuz bu saçma yanılgıyı kanıtlar nitelikte bir eser. Çağımızın insanları; ne kadar da internetin, dolayısı ile sosyal medyanın getirmiş olduğu bir hareketle, kitap okumayı sadece gösteriş yapmak için bir fiil haline getirmiş olsa da bu durum kitapların niteliğini değil, o insanın niteliğini gözler önüne serer. Konumuzdan her ne kadar da biraz sapmış olsak da, sonunda uzun süredir değinmek istediğim bir durum hakkında kısa da olsa konuşabilmenin verdiği rahatlık içersinde olduğumu söylemek istiyorum. Her neyse konumuza dönelim artık! Tıpkı George Orwell gibi “distopya” dendiği zaman akla gelen bir numaralı isimlerden olan Aldous Huxley’in cesur yeni dünya isimli kitabında karşılaştığım bir sözü sizlerle paylaşmak istiyorum. “Mutluluk ve erdemin sırrıdır; yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: İnsanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.” Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley / Sayfa 42 Bence bu alıntı, 1984’ün geçmiş olduğu o dünya’nın çok güzel bir özeti. Üstelik daha geniş bir perspektif etrafında düşündüğümüz zaman; geçmişin, günümüzün, hatta tüm insanlık tarihinin bir bakıma kısa bir yansıması. Bütün insanların doğasında adapte olabilme yetisi mevcut. Bu özellik zor şartlarda hayatta kalabilmemizi, belki de akıl sağlımızı koruyabilmemizi sağlıyor. Ne kadar kötü bir vaziyetin içerisinde kalırsak kalalım, bir müddet sonra artık bunu kanıksamaya başlıyoruz, alışıyoruz. Belki biz bunun farkında değiliz ama tarih boyunca bunun farkında olan kişiler toplumların yöneticisiydiler. Bizlere, kendi çıkarlarına göre düzenledikleri sistemin içinde olmayı dayattılar. Yapmak istediklerimizi değil, yapmamızı istediklerini bizlere yaptırdılar. Sistemin dışına çıkmaya yeltenenleri ise dışladılar. Sonra zaman geçti, adapte olduk. Üstelik bize bu düzeni öyle bir ustalıkla aşıladılar ki, bir müddet sonra sevmeye dahi başladık. Açlıktan ölsek de, günde yirmi saat çalışsak da, her gün aynı gömleği giymek zorunda kalsak, bebeklerimize süt alacak paramız kalmasa da bizi çok iyi durumda olduğumuza inandırdılar. Çünkü kitleleri ancak böyle kontrol altına alabilirsiniz. Romanda da tıpkı böyle bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyoruz. 1984; Düşünemediğin, konuşamadığın, bir gün habersizce buharlaştırıp yok edildiğin, silindiğin, bir ülke olan Avrasya’da geçiyor. Buna rağmen insanlar bu sisteme, daha doğrusu bu sistemin önderi Büyük Birader’e resmen tapıyorlar. Bu yapıya sadece adapte olmakla kalmamış, adeta bağımlı olmuşlar. Bu uğurda çocuklar babalarını, babalar çocuklarını tanımıyor. Aile kavramı, arkadaşlık kavramı, tamamıyla yok edilmiş. Aşk ve sevgi gibi duygular yasaklanmış. İnsanlar, insanlıktan soyutlanmış, Büyük Birader için, dolayısıyla iktidar için çalışan makinelere dönüştürülmüşler. Üstelik aile yapısının bu kadar silikleştiği bir dönemde “Büyük Birader” isminin aile kavramını çağrıştırması oldukça ironik. “Winston, merdiveni ikide bir durup dinlenerek ağır ağır çıkıyordu. Her katta, asansörün tam karşısına asılmış olan posterdeki kocaman yüz duvardan ona bakıyordu. Resim öyle yapılmıştı ki, gözler her davranışınızı izliyordu sanki. Posterin altında, BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE yazıyordu.” Avrasya’da sıradan bir günde nereye bakarsanız bakın Büyük Birader’in korkunç bakışları ile birlikte altında yazan o dehşet verici yazıyı görmek mümkündü. Gerçekten de Büyük Birader’in gözü her zaman üzerindeydi. İnsanların yapmış olduğu her hareket, konuştuğu her sözcük tele-ekran adı verilen bir cihazla denetleniyordu. Her dakika birileri tarafından gözetlendiğinizi düşünerek yaşamak zorundaydınız. Düşünce polisi her yerdeydi. Bir gün ansızın gece yarısı ortaya çıkabilirler, sizi tutuklayabilirlerdi. İnsanlar birdenbire ortadan kayboluverir, isimleri silinir, tamamıyla yok olur, hatta daha önce hiç var olmamış hale getirilirdi. Bu işleme buharlaştırma diyorlardı. “Savaş Barışır, Özgürlük Köleliktir, Cahillik Güçtür.” Romanda Dünya, Okyanusya Avrasya ve Doğu Asya olmak üzere üç süper devletin kontrolü altına girmiş durumdadır. Bu üç süper güç son yirmi beş yıldır sürekli birbiriyle savaş halindedir ve bu sebeple tüm dünya da bir çeşit kaos hakimdir. Müttefikler sürekli değişse de Okyanusya yönetimi yaptığı manipülasyonlar ile sanki baştan beri aynı devletler ile ittifak halindeymiş gibi davranılmaktadır. Bir hafta halk Avrasya’yı düşman görerek küfürler savururken, sonraki hafta ezelden beri Avrasya ile dost olduklarına inanabilmektedirler. Zihinler tamamıyla kontrol altındadır. Uzaktan baktığımız zaman, aralarında hiçbir ideolojik ayrılık bulunmayan bu üç devletin arasında savaşmak için somut bir sebep bulunmuyormuş gibi gözükebilir. Fakat aslında savaş bir çeşit nitelik değiştirmiştir. Bu üç süper devlet aralarında öyle bir denge kurmuştur ki hiçbirinin birbirini yenilgiye uğratması mümkün değildir. Dolayısıyla, savaşın amacı eskiden olduğu gibi ne yeni topraklar ele geçirmek, ne bağımsızlık kazanmak ne de galibiyettir. Savaşın temel amacı, genel yaşam düzeyini yükseltmeksizin makinelerin ürettiklerini tüketmektir. Sanayi devriminin getirmiş olduğu makineleşme süreci üretimi oldukça hızlandırmış, ağır çalışma koşullarını ortadan kaldırmıştı. Böylece makinelerin doğru kullanımı refah düzeyini arttıracak, toplumsal eşitsizlik son bulacak, bunun sonucu olarak da insanlar bilinçlenecek ve cahillik ortadan kalkacaktı. Herkesin zenginleştiği ve bilinçlendiği bu toplum düzeninde; hiyerarşik düzen yok olacak, zenginliğin getirmiş olduğu rahatlıkla okuyup düşünmeye fırsat bulan bireyler iktidarın oluşturduğu ayrıcalıklı düzeni ortadan kaldıracaktı. Yani hem üretimin devam etmesi, hem de halkın bu ürünleri kullanmasını engelleyerek yoksulluğun devamının sağlanması şarttı. Bunun sağlanmasının tek yolu ise sonsuz bir savaş haliydi. Romanda bize bu durum şu sözlerle aktarılmış: Savaşın asıl yaptığı, yok etmektir; ama insanları yok etmesi gerekmez, insan emeğinin ürünlerini de yok eder. Savaş, kitlelerini fazlasıyla rahata erdirecek, dolayısıyla uzun sürede kafalarının fazlasıyla çalışmasını sağlayacak araç gereç ve donatımı paramparça etmenin, stratosfere yollamanın ya da denizin dibine göndermenin bir yoludur. Savaşta kullanılan silahlar yok edilmese bile, silah yapımı, tüketilebilecek herhangi bir şey üretmeksizin iş gücünü kullanmanın uygun bir yoludur. Söz gelimi, bir Yüzen Kale’de, birkaç yüz şilebin yapımında kullanılabilecek emek yatar. Sonunda, kimseye somut bir yarar sağlamadan sökülüp hurdaya çıkarılır ve yeniden büyük emekler harcanarak yeni bir Yüzen Kale yapılır. Savaş uğraşı, ilke olarak, her zaman halkın basit gereksinimleri karşılandıktan sonra geriye kalabilecek üretim fazlasını tüketecek biçimde tasarlanır. Uygulamada, halkın gereksinimleri hiçbir zaman yeterince değerlendirilmediği için, sonunda zorunlu gereksinimlerin yarısı hep eksik kalır; ama bu bir avantaj olarak görülür. Savaşın bir diğer önemli amacı da sağlanmak istenen bu rahatsız ve totaliter ortamı halka psikolojik açıdan kabul ettirerek muhalefetin önlenmesini sağlamaktır. Ayrıca savaşın vermiş olduğu coşku ve provokasyonla bireyler daha bağnaz ve düşünmekten yoksun, kolayca manipüle edilebilecek kitleler haline getiriliyorlardı. Kitap, Winston Smith isminde bir dış parti üyesinin bu totaliter rejimden bezmesi ve içten içe isyan etmesiyle başlıyor. Sadece zihninin içerisinde de olsa Winston en büyük suçu işlemişti. Düşünce suçu hiçbir zaman cezasız kalmazdı. Artık kendini ölü bir adam olarak görüyordu Winston. Eline aldığı kalem ile sisteme karşı bütün kinini güncesinin satırlarına kusmuştu resmen: “Kahrolsun büyük birader! Kahrolsun Büyük birader! Kahrolsun büyük birader! Kahrolsun büyük birader!” “Günce tutmak yasa dışı değildi (aslında hiçbir şey yasa dışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.)” Burada karakterin ruhsal olarak ne kadar çökmüş olduğunu görüyoruz. Çaresizliğin vermiş olduğu öfke resmen iliklerine işlemiş. Gerçi bu sözcükler belki isyanın son çığlıkları olacaklardı. Zira Kelimeler her geçen gün birer birer siliniyor, yok ediliyordu. Yakın zamanda isyan edilebilecek bir kelime dahi olmayacaktı. Dili olabildiğince basite indirgeyip kelimeleri yok ederek oluşturulan yeni dile “Yenisöylem” adını veriyorlardı. Yenisöylem Okyanusya’nın resmi dili kabul ediliyordu. Daha henüz tamamlanmadığı için hala eskisöylem de konuşanlar olsa bile, yakın gelecekte konuşulan tek dil yenisöylem olacaktı. Dil resmen partinin çıkarlarına göre yontulup düzenleniyordu. İnsanlar kelimeler ile düşünürler. Bu böyle devam ederse, insanlar gelecekte partinin istemediği tek bir şey düşünemeyeceklerdi çünkü geriye o düşünceyi yansıtabilecek tek bir sözcük kalmayacaktı. “Yenisöylem’in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak.” Düşünme ve konuşma becerileri ellerinden alınmış, duyguları köreltilmiş, saf bağnazlık ve nefretin başkenti olmuş bir ülkenin, Okyanusya’nın bir parçasıydı Winston. Geleceğe dahi bir umudu vardı bir zamanlar. Obrian’a “Birgün karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti. En önemlisi hala Büyük Birader’den nefret edebiliyordu. Winston tek umut proletarya diyordu. Yalnız proleterler yaşadıkları hayatı kabullenmiş gözüküyordu. Özgürlükleri ve mutlulukları arasındaki seçimde, seçtikleri taraf açıkça belli oluyordu. Aslında Winston bir taraftan proleterlere imrenmiyor değildi. Çünkü onlar hala insanlıklarını muhafaza edebilmişlerdi. Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler. Toplumsal değişimi ve dönüşümü yaratanın, zıt sınıflar arasında olan çatışmalar olduğu görüşü Karl Marx tarafından şu sözlerle ifade edilmiş: “Tarih, sınıf savaşımlarından ibarettir” Proleter devrim, sosyalizm ve komünizm tarafından savunulan bir öngörü. Bu görüşe göre birgün gelecek ve toplumdaki proleterler (İşçi sınıf başta olmak üzere ezilen sınıf.) başkaldırarak iktidarı ele geçirecekti. Aslında Orwell buna benzer bir konuyu, tıpkı 1984 gibi hayvan çiftliği romanında da ele almıştı. İnsanlar tarafından çalıştırılan çiftlik hayvanları birgün darbe yaparak çiftliği ele geçirirler. Amaç çiftlikte tüm hayvanların eşit olduğu bir düzen kurmaktır. Fakat bir müddet sonra başa geçmiş olan domuzların insanlardan bir farkı kalmamıştır. Yine aynı hiyerarşi devam etmiş sadece iktidar koltuğu yenilenmiştir. Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir. Hayvan Çiftliği ile komünizmin sürekliliğini sorgulayan Orwell, 1984 romanı ile de sosyalizm karşıtı olmakla suçlanmış, hatta kitabın kapitalistler tarafından sipariş usulü yazıldığı bile iddia edilmiştir. Orwell bu eleştirilere şöyle cevap vermiş: “Yeni romanımda [Bin Dokuz Yüz Seksen Dört] sosyalizme ya da (bir destekçisi olduğum) Britanya İşçi Partisi’ne bir saldırı kastetmedim, ama merkezileştirilmiş bir ekonominin yol açabileceği ve hâlen komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş olan bozukluklara değindim… Kitabın konusunun Britanya’da geçmesi İngilizce konuşan ırkların doğuştan diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve karşı konulmadığı takdirde totalitarizmin herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini vurgulamak içindir.” Bu adam gerçek bir insan değil de bir çeşit kuklaydı sanki. Konuşan adamın beyni değil, gırtlağıydı. Ağzından çıkanlar sözcüklerdi gerçi ama gerçek anlamda bir konuşma değildi bu. Ördek vaklaması gibi, bilinçsizce çıkarılan bir gürültüydü. Tıpkı bu satırlarda da gördüğümüz gibi, roman aynı zamanda fanatizmin bir toplum için ne kadar zararlı olduğunu da adeta gözümüze sokuyor. Maalesef insanlar, yalanlara çok kolay kanan bir yapıdalar. Siyasetçiler her zaman duymak istediklerimizi söylerler. Kafamızı kaldırıp etrafımıza şöyle bir baksak aslında tüm o yalanları kolaylıkla fark edebiliriz. Fakat insanlar bunu yapmak yerine, tıpkı romanda olduğu gibi kendilerine bir nevi “çiftdüşün” tekniği uygulayarak gözlerinin gördüklerini bertaraf ediyorlar. Karşılarındaki kişiyi zihinlerinde haklı çıkarabilmek için her türlü uğraşı veriyorlar. Hatta bir müddet sonra kendi yalanlarına inanacak bir hale geliyorlar. Bu durumun en büyük sebebi ezbercilik. İnsanların birçoğu olayları yorumlama becerisinden yoksunlar. Belki fark etmişsinizdir, belirli bir düşüncenin taraftarları kendilerini savunurken hep birbirine benzer cümleler kurarlar. İnsanlar, birbirlerinden duydukları kalıp cümleleri direkt olarak ezberleyip karşıya sunuyorlar. Aslında ne dediklerinden kendilerinin bile haberi yok. Herhangi bir yargıyı eğip bükmek, analiz etmek yorumlamak, hata süzgeçinden geçirmek gibi işlemleri uygulamak yerine öylece ezberleyiveriyorlar. Sonra o yargının adeta muhafızı olup karşımıza dikiliyorlar. İdeoloji fark etmeksizin herkes kendi fikirleri doğrultusunda muhafazakarlaşmış. Bu durum yavaş yavaş toplumumuzu uçurumun kenarına sürüklüyor. Bence romanın en etkileyici kısmı son sayfalarıydı. Winston’un işkenceye uğrarken yaşadıkları, direnişi ve sonunda mağlup edilişi okuyucuya güzel bir biçimde yansıtılmıştı. İnsanların en büyük korkularının onlar üzerinde kullanıldığı 101 nolu odada Winston’un “Bana değil, Julia’ya yapın!” diyerek bağırması insanın sınırları zorlandığı zaman kimseyi tanımayacağını bize göstermiş. Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz.” 1984 bir nevi çaresizliğin romanı. Dünya’nın içinde kaybolduğu o öfkeyi ve aynı zamanda öfkenin yaratmış olduğu umutsuzluğu biz de yüreğimizde hissediyoruz. Sadece farketmek değil mesele. Asıl mühim olan; farkındalığı koruyabilmek, kanıksamamak, kabul etmemek, manipülasyonlara boyun eğmemek, değişmemekte. Ne yazıkki insanoğlu aciz. Heraklitos, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” demiş bir zamanlar. Winston da değişti. Daha doğrusu değiştirildi. Değişime direnemedi. Manipülasyonlar onun zihnini etkisiz hale getirdi. Tıpkı Orwell’ın, romanın son sayfasında yüzümüze sertçe vurmuş olduğu gibi: “Winston başını kaldırıp o kocaman yüze baktı. O siyah bıyığın ardına gizlenen gülümseyişin anlamını kavraması kırk yılını almıştı. Ah, o acımasız, boş aldanışlar! Ah, o sevecen kucaktan dik kafalı, bile isteye kaçışlar! Yanaklarından cin kokulu iki damla gözyaşı süzüldü. Ama artık her şey yoluna girmişti, mücadele sona ermişti. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük Birader’i çok seviyordu.”
1984
1984George Orwell · Can Yayınları · 2019165,4bin okunma
·
181 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.