Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Dokuz Oğuzlar evvelce "Kamlançu" adı verilen bir ülkede otururlarmış. Burada "Tuğla" ve "Selenga" adlı iki ırmak akarmış. Bir gece oradaki iki ağacın üstüne gökten [nur] sütunu indi. Bu ağaçlardan biri sümü yani huş yahut kayın ağacı (bouleau), diğeri kasuk (yani Cihfingüşfi'ya göre çam fıstığı, Mahmud-ı Kaşgari'ye göre fındık) ağacı idiler. (Bu ağaçların, ileride görülecek olan dini ve sihri kudretleri bu nurdan gelmiştir.) Bu ağaçlardan birinin karnı şişti. Dokuz ay, on gün sonra ağacın karnında bir kapı açıldı. İçeride ağızlarında gümüş emzikler bulunan beş erkek çocuk göründü. Daha çocuklar doğmadan, bu ağaçların etrafında otuz kadem nısıf kutrunda gümüşten bir daire vücuda gelmişti. Ağaçlardan musiki sesleri işitilirdi. (Musikinin dini ve sihri bir kudrete malik olması da, bundan ileri geliyor.) Gökten inen nur sütunu, orada yeşim' den bir kaya vücuda getirmişti. (Yeşimin dini ve sihri kudreti de buradan ileri gelir.) O civardaki Türkler, bu çocukları büyüttüler. İsimlerini Sungur Tigin, Katur Tigin, Tükel Tigin, Or Tigin, Bogu Tigin koydular. Bunlar on beş yaşına gelince, baba ve analarını sordular. Türkler onları, iki ağacın yanına götürdüler. "İşte bunlardan biri babanız, biri ananızdır." dediler. (Huş ağacının baba, çamfıstığının ana olması lazım geldiğini ileride göreceğiz.) Çocuklar, bu ağaçlara büyük bir hürmet gösterdiler. "Sevgili anamız, babamız" diye samimi muhabbetlerini arz ettiler. O zaman ağaçlar da, dile gelerek evlatları hakkında hayır duada bulundular. Nihayet, bir gün halk toplanarak Bogu Tigin'i, han intihab ettiler. Çünkü Bogu, her boyun dilini ve obaların sayısını biliyordu. Bogu'nun üç kargası vardı ki, her yerde olup biten şeyleri kendisine haber verirlerdi. (Çocukların hala, kargalardan haber sorması, bundan ileri gelir.) Bogu Tigin bir gece rüyasında, beyazlar giyinmiş ve elinde beyaz bir asa tutan ak sakallı bir adam gördü. Bu ihtiyar, fıstık şeklinde bir yeşim taşı göstererek (Semavi nurdan husı1le gelen kaya olmalı!) "Türkler, bu Kut Dağı'nı ellerinde tuttukça, dört bucağa hakim olacaklar." dedi. Bogu Han bir gece, otağında uyumak için yatağına girmişti. Birdenbire pencerenin açıldığını, içeriye semavi bir kızın girdiğini gördü. Bu kız, meleklerden daha güzel, perilerden daha cazibeli idi. Bogu Han, neye uğradığını anlayamadığından, gözlerini kapayarak kendisini uyuyor gibi gösterdi. Kız sağa döndü, sola döndü. Genç hakanı uyandırmak için çok çalıştı. Fakat bir türlü uyandıramadı. Nihayet ümidini keserek pencereden çıktı gitti. Ertesi gece kız yine geldi. Genç hakan, yine kendisini derin bir uykuya dalmış gibi gösterdi. Kız, yine bu uykucu hükümdarı uyandıramayarak çekildi gitti. Sabah olunca Bogu Han, kızın yine geleceğini düşünerek, buna bir çare bulmak üzere işi vezirine açtı. Vezir dedi ki: "Hakanım, bunda korkacak bir şey yok. Belki hepimizin sevineceğimiz bir fal-i hayır var. Bu kız bir ilahe olmalı. Gelişi size kutlu bilgileri öğretmek içindir. Yarın gece yine gelirse, artık kendinizi uykuda göstermeyiniz. O zaman ne için geldiğini anlarsınız." Üçüncü gece, kız yine geldi. Fakat bu kere Bogu Han onu, ihtiramla karşıladı ve ona bir ilaheye arz edilmesi lazım gelen ihtiramı gösterdi. Bu kız, (vezirin keşfettiği gibi) gerçekten bir ilahe idi. Bogu Han'a, yeni bir din öğretmek için gelmişti. Gök Kızı, Bogu Hana, "Arkamdan gel" dedi. Genç hükümdar ilaheyi takib etti. Az uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Nihayet Ak Dağ'a ulaştılar. Orada Bogu Han'a, yeni dinin gizli hakikatlerini anlatmaya başladı. Bundan sonra, her gece Gök Kızı otağa gelir, Bogu Hanı, Ak Dağa götürürdü. Bu hal yüzlerce geceler devam etti. Bogu Han, yeni dinin bütün sırlarını öğrendi ve bütün dini ve sihri kudretlere mazhar oldu. Bir gece, artık bu esrarengiz mülakatların son gecesi idi. Gök Kızı, veda ederken, dedi ki: "Yerde, gökte ne varsa hepsini öğrendiniz. Ben artık gelmeyeceğim. Yarından itibaren, dünyanın dört bucağını fethe başlayınız ve gösterdiğim yolda adalet yapınız. Size öğrettiğim hakikatleri. Her tarafa yayınız!" Sabah olunca [Bogu Han], kardeşlerini çağırdı. Her birini bir orduya nasp ederek, bunları dört bucağın fethine gönderdi. Kendisi de büyük bir ordu ile, Çin'in üzerine yürüdü. (Dört bucağın din kutsiyetini de ileride göreceğiz.) Hepsi seferlerinde muvaffak oldular. Bogu Han kardeşlerine demişti ki: "Tabii insanlar ve güzel hayvanlar ve nebatlar gördükçe, daima ileri gidiniz. Fakat başı insan, vücudu hayvan, yahut başı hayvan, vücudu insan olan çirkin mahluklar görmeye başladığınız anda, artık ilerlemeyiniz! Çirkin mahluklu ülkeler, bize yaramaz." (Bogu Han, çirkin olan mahlukları hakimiyeti altına almak istemiyordu. Türklerde bedii zevkin eskiliği, bununla da anlaşılır.) Nihayet mukarrer olan zamanda "Balasagun" sahrasında bütün ordular toplandı. Bogu Han, esir edilmiş olan bütün hükümdarları, birer birer huzuruna kabul etti. Bunlar hep güzel çehreli, fikirli, dirayetli insanlardı. Hepsini, yine yerli yerine, kendisine tabi birer hıdiv olmak üzere, iade etti. Yalnız Hint hükümdarı[nı) çirkin bir adam olduğu için, huzuruna kabul etmedi. Onu hıdiv olarak memleketine göndermedi. (Bogu Han dini, bedii bir din olduğu için, Bogu Han çirkinleri hükümdarlık mevkiine layık görmüyordu.) Bogu Han'dan otuz göbek sonra, torunlarından "Yulun Tigin" tahta çıktı. O zaman Çin' de "Tang" sülalesi hakimdi. Çinliler Türklerden korktukları için [imparator] Fağfur (= Kie-Lien) adlı kızını, hakanın oğlu "Galı Tigin"e göndermeye karar verdi. Bir elçi refakatiyle, prensesi gönderdi. Elçi yolda, Türklerin satvet ve şevketinin "Kut Dağı" adlı bir yeşim kayadan ileri geldiğini öğrendi. Yulun Tigin' e dedi ki: "Hükümdarım size en kıymetli mücevherini gönderdi. Siz de karşılık olarak ona bir hediye göndermek isterseniz, bizce makbule geçecek "Kut Dağı" kaya parçasıdır. Bu kayanın, sizce hiçbir kıymeti yoktur. Bunu hükümdarıma hediye ederseniz, çok makbule geçer." Yulun Tigin, Çin medeniyetine, kendi milli harsından ziyade kıymet veren milliyetsiz bir hükümdardı. Kut Dağı'nın otuz batından beri Türklerin mukaddes bir matafı olduğunu bile bilmiyordu. Türklerin milli mefkliresi adeta bu yalçın kayada temessül etmişti. Yulun Tigin bu milli timsali, bir kızın bedeli olarak, Çin hükümdarına vermekte hiçbir beis görmedi. Yalnız bunu nasıl götürebileceklerini sordu. Çin elçisi, kayanın etrafına odunlar yığdı. Üzerine fıçılarla sirke döktü. Odunlara ateş verince, kaya pare pare dağıldı. Elçi bu parçaları dikkatle toplatarak, arabalarla Çin'e sevk etti. Orada sihirbazlar, bunu yağma ettiler. Her parçası dünyanın dört bir köşesine gitti. Bunun bir parçası nereye gittiyse, orada feyiz, bereket, saadet husı11e geldi. Türk yurdu ise bilakis, bütün feyzini, yümnünü birden kaybetti. Kut Dağı gidince, Kumlançu'da bütün yeşillikler sarardı. Irmakların, derelerin suyu çekildi. Semanın rengi değişti. Bir kasvet bağladı. Bütün kuşlar, yabani hayvanlar, ehli hayvanlar, hatta memedeki çocuklar: "Göç, göç, göç!" diye bağrışmaya başladılar. Bir taraftan salgın hastalıklar, insanları kırıyordu. Yedi gün sonra Yulun Tigin öldü. "Göç!" sesleri devam ediyordu. Türkler anladılar ki bu ülkenin yer-suları artık kendilerinin orada kalmasını istemiyor. Çadırlarını yıktılar. Eşyalarını, çoluk çocuklarını hayvanlara yüklediler. Göç etmeye başladılar. Akşam olunca, "Göç!" sesleri duruyordu. Sabahla beraber tekrar başlıyordu. Turfan ülkesine gelinceye kadar, "Göç!" nidaları devam etti. Orada artık bu sesler kesildi. Demek ki buranın yer-suları kendilerini kabul ediyordu. Turfan'da yerleştiler. Beş Ordunun torunları, galiba beşli teşkilatı muhafaza ediyorlardı. Bundan dolayı olacak ki oturdukları yere Beş Balık yani "Beş Şehir" namını verdiler. (Kaşgar'da evvelce altılı teşkilata malik bir budun oturmuş olacak ki o ülkeye de "Altı Şehir" namı verilirdi.) Bu menkıbe kutun zuhurunu bildirdiği gibi, Türklerin ilk göçünün de, kuta kıymet vermemelerinden dolayı vukua geldiğini izah ediyor. Bizans müverrihlerinin rivayetine göre, Avrupa'ya gelen Hunların önünde köpeğe benzer bir hayvan kılavuzluk edermiş ve "Göç, göç, göç!" diye bağırırmış. Türkler, ne zaman milli harsa kıymet vermeyerek ecnebi irfana kıymet vermişlerse ve kendi milletlerini beğenmeyip başka milletlerin mukallit ve perestişkarı olmuşlarsa, böyle bir göç felaketine uğramışlardır. Kut Dağ[ı), milli vicdanın bir timsalinden başka bir şey değildi. Onu Çinlilere feda etmek, gayet büyük bir günahtı. Göç bu günahın kefareti idi.
111 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.