Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

“İnönü, nasıl bir yer acaba?” Harpten sonra gidip görmeye karar vermişti. Bir küçük otomobil, bir çadır, bir çifte tüfeği, Nedime Hanım, İhsan, Nermin, Ayşe... “Hayır canım, hiç olur mu? Ramiz Efendi, Fatma Hanım, Kadir de gelecek. ” Öyleyse bir büyük otomobil... Hatta bir otobüs lazım... Üç çadır, üç tane av tüfeği... Üsküdar’dan başlayarak adı bu şanlı işe karışmış memleketleri adım adım -Kâmil Bey buna “Tekerlek tekerlek” diyordu- dolaşmak. Adapazarı, Geyve Boğazı, Yozgat, Kuvayı inzibatiye! Geyve Boğazı... Baskınlar, pusular... Yozgat, Zile: Çapanogulları... Konya: Delibaş... Aydın, Nazilli, Ayvalık, Balıkesir, Torbalı... İlk kurşun! Sonra... İnönü... Ramiz Efendi “Pek aklımda kalmadı, demişti, hafif bir tepenin yamacında olacak. Tren yolunda. Birkaç da büyük ağızlı mağara gördüğümü hatırlıyorum!” Mağaralar, toprağın gökyüzüne açılmış karanlık, ağızlarıdır. Fırtınalı havalarda, onun türkülerini, gazaplarını, sevinçlerini, ıstıraplarını haykırırlar. İnönü’ndekiler, gözleri önünde dövüşen kendi adamlarına, silahı az, bir çok, gıdasızlıktan yaraları bile doya doya kanayamayan, vurulunca doyasıya inleyemeyecek kadar güçsüz insanlarına gene kimbilir neler söylemişlerdir? Bir büyük sanatçı yetişmeli. İnönü mağaralarının duvarlarına kaba taslak muharebe resimleri oymalı. Ama, kalın pazılı pehlivanlar değil, İnönü’nde vuruşmuş, hatta bir gözü köyüne kadar kaçmaktayken zafer kazanmış gerçek insanları. Birçok sanatçılar zaferleri, insanlardan aşırıp, yorulmaz, ağlamaz, ölmez devlere mal etmek alçaklığını neden yapagelmişlerdir. Yorulmayan, ağlamayan, ölmeyen olduktan sonra zaferin ne değeri kalır?
Sayfa 425
·
49 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.