Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Maintenant III: Oscar Wilde Yaşıyor
1913 yılı, 23 Mart gecesiydi. Eğer o kış akşamı hâlet-i ruhiyemi anlatmak isteseydim derdim ki hayatımın en kayda değer anlarıydı. Hayatımın acayipliklerini sunmak istiyorum size, doğasını garipliklerimin; tiksinç doğamı, beni daima doğru bir yola sevk olmaktan alıkoysa da asla hiçbir şeye değişmeyeceğim doğamı: bazen dürüst kıldı beni, bazen düzenbaz ve beyhude, samimi, kaba ve seçkin hatta. Bunları tahmin etmenize izin vermek istiyorum benden büsbütün iğrenmeyesiniz diye, bu satırları okur okumaz belki de meyledeceğiniz gibi. 1913 yılı, 23 Mart gecesiydi. Fiziksel olarak kesinlikle aynı değiliz: bacaklarım seninkilerden çok daha uzundur, başım daha diktir, oranlıdır: kalça ölçülerimiz de farklıdır, ki yüksek ihtimalle bu seni benimle ağlayıp gülmekten alıkoyar. 1913 yılı, 23 Mart gecesiydi. Yağmur yağıyordu. Saat daha yeni 10:00 olmuştu. Yatakta kıyafetlerim üstümde uzanıyordum, lambayı yakmaya çabalamamıştım çünkü o gece böyle büyük bir çaba sarf edecek olmaktan korkmuştum. Korkunç derecede sıkkındı canım. Dedim ki, “Ah Paris, ne denli nefret ediyorum senden!” Ne yapıyorsun bu şehirde? Ah! Senin burası. Kesinlikle, başardığını düşünüyorsun! Ama yirmilerinde olman gerek bunu yapman için, zavallım benim, ve olur da başarılı olursan şayet bir erkek kadar çirkin olacaksın. Anlayamıyorum nasıl çalıştı Victor Hugo tam kırk sene boyunca. Bütün edebiyat, ta ta ta ta ta ta ta ta’dan ibaret. Sanat, sanat, beni ne bağlıyor sanata? Sıç, Tanrı adına! Gerçekten kaba oluyorum böyle anlarda yine de herhangi bir sınırı geçtiğimi düşünmüyorum böylesine bastırıldığım için. Tüm bunlara rağmen, başarılı olmak istiyorum çünkü bundan nasıl keyif alınacağını bileceğimi hissediyorum ve komik buluyorum da ünlü olmayı; ama nasıl ciddiye alırım kendimi? Yani, var olduğumuzdan durmaksızın gülemiyoruz. Ama ne tuhaf bir engel, bir hatanın muhteşem yaşamını da arzuluyorum. Ve üzüntü karışırken neşeyle, “Oh la la!” demek. Hemen ardından “Tra la la!” demek. Düşünüyorum tekrar: Yiyeceğim sermayemi, eğlenceli olacak bu. Ve tahmin edebiliyorum çünkü kırklı yaşlarıma gelirken, tüm o hesapların altında ezilip kalacağım ve bu bana keder verecek. “Ohé!” diye birdenbire ekliyorum bu küçük dizelerin sonuna; çünkü gülmem gerek tekrar. Kafiyeli olsun istedim ama iradeyi binlerce farklı şeyle rahatsız etmeyi seven ilham, beni eli boş bırakıyor. Beynimin içine dalıyorum, bilindik alaycılığın şu dörtlüğünü buluyorum, ki o da çarçabuk iğrendiriyor beni: "Yayılıyordum arasına çarşaflarımın Kumun üzerine yayılan bir aslan gibi Ve biraz hayranlık uyandırsın diye Bıraktım kolumu sallansın aşağı" Özgün olamadığımdan ve terk etmeden yaptığım işlerimi, eski şiirlere biraz parıltı vermeye gayret ettim, dizenin uslanmaz bir çocuk olduğunu unutup! Doğal olarak, daha başarılı olamadım. Geriye sadece vasatlık kaldı. Nihayet, son çılgın fikrim olarak bir darışiir düşledim, gelecekten bir şey, mutluluğun ve – ne acınası – ilhamın son günlerine dek bir yere sakladığım şeylerin bir tamamı olarak. Bir nesirle başlayan parça içeriyordu saf şiire önce uzakta, sonra yakında ve daha yakında hatırlatıcılarla – kafiye – anlaşılmazlık uyandırıyordu, sonra doğuruyordu saf şiiri. Sonra o eski üzücü düşüncelere geri döndüm. Beni en çok inciten şey kendime hâlen Paris’te olduğumu söylememdi, terk edemiyordum burayı; bir dairem ve mobilyalarım bile vardı – o vakit, keyifle ateşe verebilirdim evimi– Paris’teydim aslanlar ve zürafalar varken; ve düşündüm ki bilim kendi mamutlarını doğurdu, biz halihazırda sadece filleri gördük, binlerce yıllık birleşimi dünyadaki bütün makinelerinin “scs, scs, scs”tan fazla ses yapamayacaklar. O “scs scs scs” keyiflendirdi biraz beni. Buradayım işte, bir sümüklü böcek gibi; hiçbir şey uzaklaştıramaz beni korkunç tembelliğimden ama uzun zaman boyunca böyle kalmaktan nefret ediyorum, çağımız kaçakçıları ve düzenbazları kucaklarken; ben ki biri keman çalsa yaşama hırsıyla dolar taşarım; kendimi zevkten öldürebilirim, bütün kadınlar için aşktan ölebilirim; bütün şehirler için gözyaşı dökebilirim, buradayım, çünkü yaşama başka bir çıkar yol yok. Sonra alem yaparım Montmartre’de ve birçok tuhaf şey yaparım, çünkü yapmam gerek; Utangaç olabilirim, bedensel olarak; bir denizciye dönüşebilirim, bir bahçıvana yahut berbere; ama şayet bir papazın zevklerini tatmak istiyorsam, parlatmam gerek kırk yıllık varlığımı ve kaybetmem gerek ölçülemez keyifleri, beni zamanla daha da bilge yapan. Ben ki hâlâ felaketleri hayal ediyorum, diyorum ki insan o kadar da talihsiz değil çünkü tek bir bedende binlerce ruh yaşıyor. 1913 yılı, 23 Mart gecesiydi. Bir an için römorkörün düdüğünü duydum ve dedim ki, "Neden bu kadar şiirselsin, Rouen'dan öteye gitmeyeceğinize göre tehlike mi? Ah! Bırak da Jack Johnson gibi güleyim, güleyim, güleyim! Şüphesiz, o gece, düşmüş bir meleğin ruhuna sahiptim, çünkü eminim, hiç kimse –arkadaşım olmadığı için– benim kadar sevgi beslememiştir: her çiçek bir kelebeğe çevirdi beni; bir koyundan da çok daha iyi. Çimenleri coşkuyla eziyorum; hava, ah hava! Bütün öğleden sonraları sadece nefes alarak geçirmedim mi? Denize yaklaşırken, kalbim bir şamandıra gibi dans etmiyor mu? Dalgayı yarınca bedenim bir balığa dönüşüyor. Doğada kendimi yaprak gibi hissediyorum; saçlarım yeşildir, kanım da yeşil dolaşır; sıklıkla severim çakıl taşlarını; Angelus benim için çok değerlidir; ve şikayet ettiklerinde ve hırıldadıklarında anıları dinlemeyi severim. Göbeğime indim ve periye benzer bir hâle geldim; bağırsaklarım önermişti bunu; hücrelerim dans etmişti aptalca; ve ayakkabılarım mucizevi görünmüştü. Beni hâlâ bu şekilde düşünmeye iten şey, bu dakika içinde bir sonenin hafif sesini duymamdı; sıradan görünen tınısı mucizevi bir sıvı gibi tüm uzuvlarıma yayılıyordu. Yavaşça kalkıyorum, sonra aceleyle, kapıyı açmaya giderken, beklenmedik dikkat dağınıklığından mutlu oluyorum. Kapıyı açıyorum: kocaman bir adam bana doğru ilerliyor. "Mösyö Lloyd." "Benim," dedim, "İçeri buyurmak ister misiniz?" Ve yabancı, bir kralın ya da bir güvercin büyülü havasıyla kapının eşiğine doğru yürüdü. "Işıkları açacağım... Sizi bu şekilde karşıladığım için lütfen beni bağışlayın... Yalnızdım ve..." "Hayır, hayır, hayır; kendinizi hiçbir şekilde rahatsız etmeyin." diye ısrar ettim. "Yalvarırım," dedi yabancı, "Beni karanlığa buyur et." Keyif içerisinde, ona bir koltuk uzattım ve karşısına geçtim. Çok geçmeden başladı: "Kulaklarınız duymadığınız şeyleri duyabilir mi?" "Pardon," diye geveledim, biraz şaşkın, "Pardon, ne demek istediğinizi tam olarak anlayamadım." "Dedim ki, dedi 'Kulaklarınız duyulmamış şeyleri duyabilir mi?" Bu sefer, sadece dedim ki: "Evet." Yabancı biraz bekledikten sonra dedi ki: "Ben Sébastien Melmoth." O anda içimde olanları asla tarif edemezdim: Kendimi tamamen feda ederek kollarımı boynuna dolamak, onu bir metres gibi öpmek, ona yiyecek ve içecek bir şeyler vermek, onunla yatmak, onu giydirmek, ona kadın bulmak ve nihayet ceplerini doldurmak için bankadaki tüm paramı çıkarmak istedim. Sayısız duygularımı ifade etmek için bulabildiğim tek kelime şuydu: "Oscar Wilde! Oscar Wilde!" Sıkıntımı ve sevgimi anlayarak, "Sevgili Fabian," diye mırıldandı. Adımı bu kadar tanıdık ve şefkatle söylediğini duymak beni gözyaşlarına boğdu. Sonra, bir anda düşüncelerim değişti, enfes bir içki gibi, eşsiz bir durumun aktörü olmanın tatlılığını içime çektim. Bir süre sonra, vahşi bir merak onu karanlıkta daha net seçmem için beni çağırdı. Ve bu tutkuyla, hiç rahatsızlık duymadan şöyle dedim: "Oscar Wilde, Seni görmek istiyorum; ışıkları açayım bırak da. Çok tatlı ve yumuşak bir sesle, "Elbette," diye cevap verdi. Bir lamba aramak için yan odaya geçtim; ama ağırlığından boş olduğunu anladım ve bir mumla eniştemin yanına döndüm. Sonra Wilde'ın yüzünü gördüm: yaşlı, beyaz saçlı, sakallı bir adam. Bu oydu! Tarifsiz bir acı beni boğdu. Sık sık, eğlenirken, Wilde'ın bugün kaç yaşında olacağını hesaplamış olmama rağmen, adamın yaşlandığı noktayı reddederek beni büyüleyen tek görüntü, onu genç ve muzaffer gösteren görüntüydü. Ne! Bir şair ve genç, asil ve zengin olmak ve artık yaşlı ve üzgün olmaktan başka bir şey olmamak. Mireler adına! Bu mümkün müydü? Git gide yaklaştıkça gözyaşlarımı tutup sarıldım ona. Yanağını öptüm, siyah saçlarımı sarı saçlarının yanına koydum ve uzun, çok uzun bir süre ağladım. Zavallı Wilde beni geri çevirmedi; onun yerine başımı usulca kollarının arasına aldı; ben de kendimi ona yasladım. Bir iki kez, "Aman Tanrım!" diye mırıldandığını duymam dışında hiçbir şey söylemedi. Aman Tanrım!" ve "Tanrı çok korkunç!" Kalbimin garip bir sapmasıyla, son kelime güçlü bir İngiliz aksanıyla telaffuz edildi, ben hâlâ korkunç acımın derinliklerine gömülmüşken ve şeytani gülümsememi tutmaya çalışırken; hatta, aynı saniyede Wilde'ın sıcak bir gözyaşı bileğime yuvarlandı ve bu korkunç yansıyı vermeme neden oldu: "Kaptanın gözyaşı!" Bu söz beni sakinleştirdi, kendimi Wilde'dan ikiyüzlü bir şekilde uzaklaştırıp, onunla yüz yüze gelmek için tekrar karşısına oturdum. Sonra onu incelemeye başladım. Önce derin kırışıklıkları olan bronzlaşmış ve neredeyse kelleşmiş başını inceledim. Ana düşüncem, Wilde'ın biçimli olmaktan çok müzikal göründüğüydü, kelimenin daha derin bir tanımını yapmayı düşünmeden, biçimli olmaktan çok müzikal. Ona ve kıyafetine baktım. Yakışıklıydı. O koltukta, kıçıyla oturduğu koltuğu ezen bir fil gibi görünüyordu; devasa kolları ve bacakları karşısında, hayranlıkla bu uzuvlarda bulunması gereken ilahi düşünceleri hayal etmeye çalıştım. Ayakkabı numarasını düşündüm; ayakları nispeten küçüktü, biraz düzdü ve su gergedanlarının hülyalı cazibesine ve temposuna sahipti ve bu şekilde yaratılmış oluşu onu gizemli bir şair yapıyordu. Büyük bir hayvana benzediği için ona hayrandım; bir su aygırı gibi sıçarken düşlüyordum onu; ve bu fikre samimiyeti ve uygunluğu nedeniyle hayran kaldım; çünkü kötü etkiye sahip arkadaşları olmadan, zararlı iklimlerden her şeye katlanmak zorunda kalmıştı veya Hint Adaları'ndan ya da Sumatra'dan, hatta daha da ötesinden gelmiş olmalıydı. Kesinlikle güneşin altında, belki de Obock'ta ölmek isterdi ve ben onu orada bir yerde, Afrika bozkırının çılgınlığında ve sineklerin müziği arasında, boktan dağlar yaparken şiirsel bir şekilde tasvir ettim. Bana bu fikri doğrulayan şey, bu yeni Wilde'ın sessiz olmasıydı ve aynı şekilde dilsiz olan, bir embesil olan, ancak Saygon'da zaman geçirdiği için kurtulmuş gibi görünen bir postacıyla tanışmıştım. Uzun vadede, ağır gözlerini, birkaç hasta kirpiğini, yalan söylemeden gerçek renklerine nasıl tanıklık edeceğimi bilemesem de kahverengiye dönüşen gözbebeklerini, tek bir noktaya sabitlenmeyen ama geniş bir çuhaya yayılan bakışları olan gözlerini görerek onu daha iyi kavradım. Onu daha iyi anlayınca şöyle düşünmekten kendimi alamadım: Biçimli olmaktan çok müzikaldi; böyle bir görünüşle ne ahlaklı ne de ahlaksız bir varlık olabilirdi; dünyanın, önünde kayıp bir adam durduğu kanısına şimdiye kadar varmamış olmasına şaşırdım. Bu kabarık figür sağlıksızdı; geniş, kansız dudakları, altın dolgularla onarılmış, çürümüş, yara bere içindeki dişleri; büyük, beyaz ve kumral bir sakal –beyaza dayanamadığım için neredeyse her zaman bu son rengi fark ediyordum– çenesini maskeliyordu. Öyle olmadığı halde kıllar gümüşmüş gibi davranıyordum, çünkü onlarda yanık bir şey vardı, oluşturdukları tutam sanki teninin yanık tonuyla boyanmış gibiydi. Tutam kayıtsızca büyümüştü, tıpkı oryantal bıkkınlığın devam etmeyişi gibi. Misafirimin sürekli gülümsediğini ancak daha sonra fark ettim, Avrupalı bir gerginlikle değil, mutlak bir şekilde. Son olarak kıyafetleriyle ilgilendim; oldukça eski siyah bir takım giydiğini gördüm ve hijyen konusundaki kayıtsızlığını hissettim. Sol serçe parmağında imrenmeden edemediğim parlak bir elmas parlıyordu ve Wilde bununla büyük bir prestij kazanmıştı. Mutfakta bir şişe vişne konyağı aramaya gitmiştim ve birkaç bardak doldurmuştum bile. Aşırı derecede sigara içiyorduk. İyice kaybetmeye başladım kendimi ve gürültücü oldum; o zaman kendime bu kaba soruyu sormaya izin verdim: "Sizi hiç tanıyan oldu mu?" "Evet, birkaç kez, özellikle de başlarda, İtalya'dayken. Bir gün trende karşımdaki adam bana o kadar çok baktı ki, merakından kurtulmak için gazetemi açmam gerektiğini düşündüm; çünkü beni Sébastien Melmoth olarak tanıdığından emindim." –Wilde ısrarla kendisine böyle hitap ediyordu– "Ve daha da korkuncu, trenden indiğimde adam beni takip etti, –sanırım Padova'daydı– restoranda karşıma oturdu ve (ne şekilde olduğunu bilmiyorum, çünkü benim gibi o da bir yabancı gibi görünüyordu) birkaç arkadaş edindikten sonra, eserlerimden haberdarmış gibi davranarak şair adımı yüksek sesle söyleme nezaketini gösterdi. Ve herkes rahatsız olup olmayacağımı görmek için bakışlarını bana dikti. Gece şehri terk etmekten başka çarem yoktu. Diğer erkeklerden daha derin gözleri olan erkeklerle bile karşılaştım ve hepsi bakışlarıyla açıkça "Seni selamlıyorum Sébastien Melmoth!" dedi. Çok ilgimi çekti bu ve ekledim: "Yaşıyorsunuz ama herkes öldüğünüzü düşünüyor; örneğin Mösyö Davray size dokunduğunu ve öldüğünüzü söyledi." "Öldüğüme inanıyorum," dedi misafirim, akıl sağlığından endişe etmeme neden olan doğal bir acımasızlıkla. "Bana gelince, ben seni hep mezarda iki hırsızın arasında hayal ettim, İsa gibi!" Sonra saatinin zincirine iliştirilmiş bir tılsım hakkında bilgi istedim; bana söylediğine göre, Petit Trianon'un gizli kapısını açan Marie Antoinette'in altın anahtarıydı bu. Gittikçe daha çok içiyorduk ve Wilde'ın son derece rahatladığını fark edince onu sarhoş etmeyi aklıma koydum, çünkü bu kez kahkahalar atmaya başlamış ve koltuğuna kıvrılmıştı. Dedim ki: "André Gide'in, o moronun, senin hakkında yazdığı makaleyi okudun mu? "Ve ben kendime senin müridin diyorum" diye biten o alegoride onunla alay ettiğini anlamamış. Zavallı adam onun kendisi olduğunu anlamadı! Ve daha sonra, bir kafenin terasında sizinle tekrar karşılaştığında, o yaşlı cimrinin size sadaka verdiğini ima ettiği pasajı biliyor muydunuz? Sana ne verdi? Bir Louis mi?" Eniştem dayanılmaz bir mizahla, "Yüzlerce," diye zorladı. "Yazmaktan tamamen vaz mı geçtiniz?" diye devam ettim. "Hayır! Hatıralarımı yazmayı bitirdim." Tanrım, ne kadar komik. "Neredeyse bitmek üzere olan bir şiir kitabım daha vardı ve Sarah Bernhardt için dört oyun yazdım!" diye haykırdı yüksek sesle gülerek. "Tiyatroyu seviyorum ama tüm karakterlerimin oturduğu ve sohbet edebildikleri zamanlar dışında asla mutlu olamıyorum." "Beni dinle, yaşlı adam." çok tanıdıkmış gibi davranmaya başlamıştım. "Akıllıca bir karar olacağını düşündüğüm bir önerim var. Görüyorsun, ben küçük bir edebiyat eleştirisi yayınlıyorum ve seni zaten eleştirdim de, "Harika, bir edebiyat eleştirisi, "çünkü ölümünden sonra eserlerinin yayınlanmasını istiyorum, ama eğer istersen, senin emprezaryon olurum ve benim için müzik salonlarında konferanslar için bir sözleşme yapabilirsin. Eğer konuşmak seni sıkarsa, onun yerine kızlarla egzotik bir dans ya da pandomim yaparım. Wilde gittikçe daha çok eğlenmeye başladı. Sonra aniden, melankolik bir şekilde, "Ya Nelly?" dedi (annemdi o.) Bu soruya garip, içgüdüsel bir tepki verdim çünkü birçok kez, hiçbir açıklaması olmayan gizemli doğumumu sorguladım; belli belirsiz bir şekilde Oscar Wilde'ın belki de babam olabileceğini düşündüm. Onun hakkında bildiğim her şeyi anlattım; yakında ölecek olan Bayan Wilde'ın onu İsviçre'de ziyaret ettiğini de ekledim. Babam Bay Lloyd'dan ve onun Wilde hakkında söylediklerinden bahsettim: "Tanıdığım en düz adam." Wilde'ın bu anıyı duyunca üzüldüğünü gördüm. Oğlu Vivian ve ailem hakkında sorular sordum, ilgisini çekeceğini düşünmüştüm ama artık ilgisini çekmediğimi hissediyordum. Uzun konuşmam sırasında sadece bir kez, İsviçre'de geçirdiğim zamana duyduğum nefreti vurguladığımda sözümü kesti. "Evet," dedi, "Alpleri kim sevebilir ki? Alpler benim için büyük siyah beyaz fotoğraflardan ibaret. Yüksek dağların etrafındayken kendimi silinmiş hissediyorum; benlik duygumdan korkuyorum; tek arzum uzaklara gitmek. İtalya'ya indiğimde, yavaş yavaş kendime yeniden sahip oldum; bir erkek olduğumu yeniden keşfettim." Sohbet koyulaşmaya başladığında, "Bana kendinden bahset" dedi. Ben de ona hayatımın kazalarının bir portresini çizdim; Avrupa'nın tüm liselerinde, kolejlerinde ve ticaret okullarında korkunç geçen çocukluğum, Amerika'daki tehlikeli hayatım hakkında binlerce ayrıntı verdim; anekdotlar boldu; ve Wilde, büyüleyici içgüdülerim su yüzüne çıktıkça bazı sarsıntıların tadını çıkarmak dışında, neşeyle ve durmadan güldü. Sürekli, "Ah canım, ah canım!" diyordu. Vişneli konyak şişesi boşalmıştı ve içimdeki haydut doğmuştu. Elimde kalan tek içki olan üç litrelik normal şarabı çıkardım ama misafirime ikram ettiğimde yüzü kızarmış bir halde elini reddetme işareti olarak kaldırdı. "Hadi, iç lanet olası bir bardak daha!" Amerikan boksör aksanımla söylemiştim bunu, bu da Wilde'ı biraz şaşırttı: "Tanrı aşkına! Saygınlığını yitirmişsin!" Sonunda kabul etti ve "Hayatım boyunca hiç bu kadar içmemiştim" diyerek bardağını boşalttı. "Kapa çeneni, seni ayık ihtiyar!" Ona bir bardak daha doldurarak bağırdım. Tüm sınırları aşarak sorular sormaya başladım: "Seni yaşlı piç! Nereden geldiğini söyle bana; nerede yaşadığımı nasıl öğrendin?" Bağırdım, "Acele et, acele et ve cevap ver! Daha sahtekarlığını bitirmedin. “Hayır! Ben senin baban değilim!" dedi ve hakaretler iğrenç geğirmelere dönüştü: "Ah! İşte böyle! Seni beş para etmez komedyen, çirkin surat. Kürekle at gübresi, sidikle dolu bir umumi pisuarsın, sümüklü böcek, yaşlı hizmetçi, obez sürtük!" Wilde'ın, insan sarhoşken ruhun kolay bir ilmekle bağlandığı ve tüm bu görünür önemsizliklerin ortasında insanın tüm asaletini korumasına izin veren bu muazzam şakadan hoşlanıp hoşlanmadığını bilmiyorum. O gece, kuşkusuz, belli bir kendini beğenmişlik içine girdim, çünkü böyle durumlarda, tanımladığım zarafetin bir niyetten başka bir amacı yoktur, her zaman bir jonklörü baştan çıkaracak kadar hafif bir şeydir, aynı zamanda basit bayağılığın tüm ödüllerini kazanmıştır. Ve Wilde bana bana hep gülerek şunu dedi: "Çok komiksin! Gürültücü Aristides, ne hale geldin sen?" Birden aklıma şu geldi: "Sen konuş Charles! Bunu sen söyledin, soytarı!" Bir anda ziyaretçim, "Ben kuruyum," demeye cesaret etti ve sonra bir bardak daha doldurdum. Büyük bir çabayla ayağa kalktı; ama hemen kolunu iterek onu –en iyi böyle söylenir– koltuğuna geri yatırdım. Direnmeden tekrar yerine oturdu. Saat sabahın 3:15'iydi. Fikrini sormayı unutarak haykırdım, "Montmartre'a! Bir gece geçirmeliyiz!" Wilde karşı koyamıyor gibiydi, yüzü mutlulukla dolup taşıyordu ama sonra zayıf bir sesle, "Yapamam, yapamam," dedi. "Seni yıkıp barlara götüreceğim, orada seni kaybetmiş gibi yapacağım ve çok yüksek sesle bağıracağım, "Oscar Wilde! Bir viski daha al." Ne kadar şaşırtıcı olacağımızı göreceksiniz! Ve size toplumun bu güzel organizmaya karşı hiçbir şeyi olmadığını kanıtlamış olurdum. Ve tekrar söylüyorum, Şeytan gibi: "Ah, siz Hayatın Kralı değil misiniz?" "Sen korkunç bir çocuksun," dedi Wilde İngilizce. "Tanrım, istiyorum ama yapamam, gerçekten yapamam. Sana yalvarıyorum, bir daha ayartılmış bir kalbi sınama. Senden ayrılıyorum Fabien, elveda." Gitmesine karşı çıkmadım ve ayağa kalkarak ellerimi sıktı, masanın üzerine bıraktığı şapkasını aldı ve salona doğru ilerledi. Kapı. Onu merdivene kadar yürüttüm ve biraz daha aklı başında bir şekilde sordum, "Neden buraya geldin?" "Sebebi yok, gördüğün ve duyduğun her şey hakkında sessiz kal... ya da altı ay içinde duyduğun her şeyi söyle. Kapıda parmaklarımı tuttu, beni öptü ve tekrar fısıldadı, "Sen korkunç bir çocuksun." Gecenin içinde uzaklaşmasını izledim ve o anda hayat beni gülmeye zorladığı için uzaktan ona dilimi çıkardım, ve ona büyük bir tekme atacakmışım gibi yaptım. Artık yağmur yağmıyordu ama hava soğuktu. Wilde'ın paltosunun olmadığını hatırladım ve onun çok fakir bir adam olduğunu düşündüm. Bir duygu seli kalbime hücum etti; üzgündüm ve aşkla doluydum; teselli aradım, gözlerimi kaldırdım: ay çok güzeldi ve bu acımı daha da artırdı. Wilde'ın sözlerimi yanlış anlamış olabileceğini düşündüm o sırada; ciddi olamayacağımı anlayamadığını, belki de duygularını incittiğimi. Ve bir deli gibi peşinden koştum, her yol ayrımında bütün gücümle onu aradım. Gözlerimi açtım ve "Sébastien! Sébastien!" Bacaklarımdaki bütün kuvvetle, onu kaybettiğimi anlayıncaya kadar bulvarlarda koştum. Sokaklarda dolaşarak yavaşça eve döndüm ve gözlerimi bir eşek gibi canayakın aydan hiç ayırmadım.
Arthur Cravan
Arthur Cravan
704 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.