Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

312 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
Milena’ya Mektuplar, Franz Kafka‘nın Milena Jesenska’ya yazdığı ve yayımlandığı günden bugüne kadar da birçok kişinin elinden ve dilinden düşürmediği mektuplardan oluşuyor. 1952‘de kitaplaştırılan bu özel metinler, nasıl oluyor da zamanla dünya edebiyatının en değerli eserlerinden biri hâline gelebiliyor ve gündemden de düşmüyor? Sorunun cevabını, Kafka‘nın ve Milena‘nın karakteristik özelliklerinde, mektupların içeriğinde ve sahip olduğu edebî değerde aramak gerekiyor bence. Bu yazımda, elimden geldiği kadar kısa ve öz bir şekilde bunları irdelemeye çalışacağım. Aynı şekilde, Kafka bütün eserlerinin yakılmasını vasiyet ettiği hâlde bu mektupların, Kafka’nın ölümünden 28 yıl sonra niçin ve kim tarafından kitaplaştırıldığı üzerinde de duracağım. Ayrıca mektuplardan hareketle naçizane ara ara psikolojik bazı çıkarımlarda da bulunacağım. Öncelikle Franz Kafka kim, ona bakalım. “Çekingen, ürkek, yumuşak ve iyi idi ama acımasız ve acıtan kitaplar yazdı.” 1883 yılında doğan ve Yahudi bir Çek olan Franz Kafka, travmalarla dolu bir hayat yaşadı. 1917’de kanlı öksürüklerle başlayan hastalığı, gırtlağına kadar ilerleyen kansere dönüşünce önce konuşma yetisini sonra da hayatını 41 yaşındayken 1924 yılında kaybetti. Babasının gözünde kendisini “hiçbir şey” ya da daha çok bir böcekmiş gibi hissettiği anlar, çocukluğuyla ilgili aklında kalan belki de tek şeydi. Bu hislerin yetişkin olduğunda da Kafka’nın yakasını asla bırakmaması ve bütün eserlerine bir şekilde yansıması, meselenin en acıklı tarafı bana göre. Bu trajik yansımanın en belirgin olduğu eserlerinden biri -babasının okuyamadığı- Babaya Mektup adlı eseri: “Asker selamı vermeyi ve asker gibi yürümeyi becerdiğim zaman desteklerdin beni ama ben geleceğin askeri değildim ya da iştahla yemek yiyebildiğim hatta yanı sıra bir bira da içebildiğim zaman desteklerdin ya da anlamadığım şarkıları tekrar edebildiğim veya senin en sevdiğin lafları senin peşinden geveleyebildiğim zaman ama bunların hiçbiri benim geleceğimin bir parçası değildi. Ve aslında bugün bile herhangi bir konuda, ucu ancak sana da dokunuyorsa, zedelendiğim veya benim şahsında zedelenen (örneğin Pepa beni azarladığı zaman) senin onurunsa destekliyorsun beni. O zaman destekleniyorum, bana değerim hatırlatılıyor.” Ailesinin ilk çocuğu olan Kafka, kardeşlerinden ikisini bebekken, üç kız kardeşini de Nazilerin türlü işkencelerle insanları katlettikleri toplama kamplarında kaybetti. Kendisi de Yahudi olduğu için Almanlar tarafından sevilmedi, Almanca konuştuğu için de Çekler tarafından kabul görmedi. İşte böyle bir ortamda kişiliği yoğrulan Kafka’ya göre, insan olarak yaşamak ve doğru yolda ilerlemek hemen hemen imkânsızdı: “Doğru yol yerden bir karış yüksekte bulunan gergin bir ip gibidir fakat bu ip, üstünde yürümek için değil de insanın ayağının takılıp tökezlenmesi için vardır ancak.” (Milena’ya Mektuplar, Kafka) Kafka‘nın hayatıyla ilgili bu ayrıntıları bilmek, Milena’ya Mektuplar‘daki korkuyu, kararsızlığı ve çok derinlerdeki hüznü benim açımdan biraz daha anlaşılır kılıyor. Ve ayrıca hayatına ait bu kesitler, Kafka’nın, mutlu olamayacağına dair inancını neden tamamen kaybettiğine, neden hep bir arayışın içinde olup da ne aradığını bilememenin ve aradığı her neyse onu bulamamanın tedirginliğini yaşadığına da bir nebze olsun açıklık getiriyor. Aksi takdirde salt mektuplardan hareketle, Kafka‘nın aslında bilinçli bir şekilde hastalığının ilerlemesine neden göz yumduğunu ve niçin yavaş yavaş intihar etmeye çalıştığını anlamak benim için zor olacaktı. Mektupların arkasında yatan bu psikolojik gerçekliğin izlerini kitabın son bölümünde yer alan ve Milena’nın, Kafka’nın ölümünün ardından yazdığı makalede de görmek mümkün: “… yaşamdan ürken bir insandı, yıllardan beri ciğerlerinden hastaydı. Hastalığı tedavi ettiriyordu ama bir yandan da onu bilerek besliyor ve düşünsel olarak destekliyordu. ‘Ruh ve yürek, yükü taşıyamaz olunca hiç değilse eşit bölünmesi için ağırlığın yarısını ciğer üstlenir.’ diye yazmıştı bir mektubunda, işte onun hastalığı aynen böyle gelişmişti.” Peki, ya Milena? Bu mektupların yazıldığı kadın kimdi? Milena Kafka’nın “Milena, seni sevdiğime göre yeryüzünü de seviyorum demektir!” dediği kadın… Milena, aristokrat bir ailenin üyesi olarak geldi dünyaya. Oldukça mücadeleci ve özgürlükçü kişiliğiyle, aristokrat çevrenin dayatması olarak gördüğü bütün yaptırımları reddetti. Annesini kaybettikten sonra baba otoritesini üzerinde daha çok hisseden Milena, Yahudi olduğu öne sürülerek babası tarafından reddedilen biriyle görüşmesine yine babasının bütün engellemelerine rağmen devam etti ama bu başkaldırının cezasını akıl hastanesine yatırılmakla ödedi. Hastaneden çıkar çıkmaz da aynı kişiyle evlendi ve babasıyla olan bütün ilişkisini kesti ancak evliliğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve kocası tarafından farklı farklı kadınlarla defalarca aldatıldı. Acı Son Ciddi ruhsal bunalımlar geçirdiyse de ayakta durmayı güçlükle başaran Milena; gazetecilik, çevirmenlik ve yazarlık yaptı. Asi kişiliği, Milena’nın aykırı bir politik kimliğe bürünmesine ve bu yüzden devlet tarafından arananlar listesine girmesine sebep oldu ancak bu durum bile Nazilere karşı eylem yapmasına engel olmadı. Bütün bunlar, 1939 yılında Gestapo adı verilen gizli polis örgütü tarafından toplama kampına gönderilmesiyle sonuçlandı. 1944 yılında ise kelimenin tam anlamıyla “esirleri işkenceyle yok etme” kampına dönen bu yerde böbreklerinin zarar görmesinden dolayı da hayatını kaybetti. Milena’ya Mektuplar Nasıl Yazıldı? Peki, bu iki dramatik kişiliğin karşılaşması nasıl oldu ve dünya edebiyatında derin izler bırakan bu mektuplar nasıl yazıldı? Tanışmaları, Kafka‘nın Almanca yazdığı eserleri Milena’nın oldukça etkileyici bulması ve onları Çekçeye çevirmek istemesiyle gerçekleşti. O sıralarda Kafka otuz altı, Milena ise yirmi üç yaşındaydı. Kafka Prag‘da, Milena Viyana‘da olduğu için ilk başlarda iş münasebetiyle başlayan mektuplaşmaları, zamanla arkadaşlığa sonra da büyük bir aşka dönüştü. Oysaki Milena evli, Kafka ise nişanlıydı. Hem bu yüzden hem de ayrı şehirlerde oldukları için mektuplaştıkları dönem içerisinde, ilki Viyana’da, ikincisi Gmünd’de olmak üzere sadece iki kez yüz yüze görüşebildiler. Mektuplaşmalarının sonlanmasının ardından da Milena, hastalığı döneminde Kafka’yı Viyana yakınlarında bir kez daha ziyaret etti. 1923’te sonlanacak olan mektuplaşmaları ise bazen Kafka’nın bazen de Milena’nın birbirlerine yaptıkları ciddi teklifleri, farklı sebeplerden dolayı reddetmeleriyle sekteye uğraya uğraya yaklaşık iki yıl sürdü. Mektuplaşmaya son noktayı koyan kişi ise ilerleyen hastalığıyla bir hayli yorgun ve güçsüz düşen Kafka oldu. Ancak Milena, alınan bu tek taraflı karara henüz hazır değildi. Hemen her gün yeni bir mektup alma ümidiyle postaneye koştu. Meseleyi anladığında ise onun için tam bir yıkım oldu. Bu detayların birçoğu, Milena’nın, Kafka’nın yakın dostuna ve tabii ki Kafka’nın da Milena’ya yazdığı mektuplardan anlaşılıyor. Ortak noktaları çoktu Kafka ile Milena’nın. İkisi de hayatlarında kötü ve derin izler bırakan bir babanın gölgesinde büyümüştü ve her ikisi de yaşadıkları dönemin sosyal ve siyasal ortamının hayatlarını değiştirecek boyutta maddi ve manevi tesirinde kalmıştı. Milena’ya Mektuplar, eğer Milena’nın yazdığı mektuplarla da beraber incelenebilseydi eminim psikolojik ve sosyolojik daha bir yığın tahlile kaynaklık edebilirdi ancak Milena’dan kalan eldeki en önemli belgenin, kitabın sonunda yer alan ve Milena’nın, Kafka’nın en yakın dostuna yazdığı sadece birkaç mektuptan ibaret olması yüzünden bu mesele bütün boyutlarıyla değerlendirilemedi. Bu eksikliğe rağmen, içeriğiyle edebiyat tarihi, tarih, psikoloji ve sosyoloji gibi birçok bilim dalına kaynaklık edebilecek değerde bir eser olan Milena’ya Mektuplar, sahip olduğu son derece etkileyici edebî dili ve doğal, samimi, yalın anlatımıyla dünya edebiyatında özel bir yere sahip oldu. Eserin psikolojik tahlillere müsait yapısı, “başkaları tarafından okunsun diye değil, iç dökme amacıyla yazılmış olması” özelliğiyle de birleşince ayrı bir değer kazanıyor. Mesela Kafka’nın, bir mektubunda hastalıkların -özellikle de ciğerlerde yaşanan hastalıkların- üzüntülerden kaynaklandığını içli bir dille anlattığı bölüm, bunun en güzel örneklerinden biri: “Beyin yüklenen üzüntüleri, acıları çekemez duruma geliyor. ‘Benden bu kadar!’ diyor; ‘Bu bütünün ayakta durmasını önemli bulan biri varsa yardım etsin bana, azaltsın yükümü, belki yaşamını sürdürürüz biraz daha.’ Akciğer hemen -yitirecek çok şeyi olmadığına göre- buradayım, diyor. Beynimle ciğerimin bu pazarlığından haberim olmadı ama bu pazarlığın korkunç olduğunu şimdi anlıyorum.” Benim elim kirli, titrek, kararsız… Büyük üzüntülerin yanında, hemen her şeye karşı duyulan ve insan ruhunu âdeta felç eden şiddetli korkular, kararsızlıklar, boyun eğişler ve yalnızlık… Neden? Kafka, Milena’ya yazdığı mektubun sonuna attığı imzada “senin” diyecek kadar sevgilinin varlığında kendi varlığını eritmeye istekli biri: “Senin (Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘senin’ kaldı yalnız.)” Bu belki de hayatı boyunca aşağılık kompleksi çekmiş birinin kendisini, üstün gördüğü başka bir varlıkla özdeşleştirme ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir. Zira Kafka, Milena’ya göre kendisini oldukça küçük gördüğünü ve birçok özelliğini olağanüstü yüceleştirdiği kişinin karşısına çıkmayı da bu yüzden reddettiğini mektuplarında bizzat kendisi söylüyor: “Yüreğime, aklıma eşit etkiler yapan bir sesle sesleniyorsun bana ama tanımıyorsun beni. Birkaç mektup, benim için duyduğun birkaç söz gözünü kamaştırmış olabilir. Milena, diyorum, bir deniz gibidir, deniz kadar da güçlüdür. Gelgelelim bir yanlış yorumlama sonunda, boğulacak olanın isteğine uyup alınyazısı da öyle dilerse… Bütün gücü ile deniz üstüme yığılmaz mı? Evet, görmedin, bilmiyorsun beni. Gelmemi, gerçeği ortaya çıkarmak için bir önseziyle istiyorsun belki de. Biliyorum, beni gördükten sonra geçecek başının dönmesi! Kim bilir, belki de bundan korktuğum için gelmek istemiyorum.” “Böylesine arınmış birine el uzatmak için yürek ister. Benim elim kirli, titrek, kararsız. Kimi vakit pençeyi andıran bu terli, bu soğuk eli nasıl uzatırım sana?” Oysa Milena, güçlü ve entelektüel görünümünün arkasında -kendi ifadesiyle- hayattan oldukça küçük beklentilere sahip birinin durduğunu belirtiyor: “Özlemini en çok duyduğum şey, bir sürü çocuk doğurmaktı; inek sağmak, kaz beslemek istemiştim. Derinlerimde aslında ben gerçek bir Çek çiftçi kızıyım. Entelektüellik denilen o şey bende talihsiz bir rastlantı yalnızca. “ Mektuplarından anladığıma göre Kafka, yaşamaktan vazgeçmiş ve hayat karşısındaki yenilgisini daha en başından kabul etmişti: “Kimi zaman şuna inanıyorum: Birlikte yaşayamayacağız, boyun eğip rahatça uzanıvereceğiz yan yana, ölmek için ama ne olacaksa senin yanında olacak.” “Yaşam, daha başında kaybedilmiş bir savaştır.” diyen Kafka’nın bu ve ardından doğal olarak gelen “yalnızlığı tercih etme” hâlinin sebeplerini düşündüğümde geçmişinde yaşadıklarına ek olarak Milena’daki yaşama isteği ve mücadele etme gücünün Kafka’yı korkutmuş olabileceği ihtimali de geliyor aklıma. Evet, belki de Milena’ya ve aslında hayatın akışına yetemediğini görmenin vereceği acıdansa, kendi kabuğuna çekilip hastalığının verdiği acıyı çekmek daha dayanılır gelmişti ona, kim bilir? Kırılma Noktası Kafka’nın, hayat karşısında verilmesi gereken mücadeleyi reddedişi, Milena açısından olumsuz anlamda çok önemli bir kırılma noktası oldu. Milena’nın, Kafka’nın en yakın arkadaşına yazdığı mektuptan bunu açıkça anlamak mümkün: “Çok kötü günlerimdeydi, telgraf çekmiş, telefon etmiş, mektuplarımda yalvarmıştım: Kalk, gel, demiştim, Tanrı hakkı için hiç değilse bir günlüğüne gel, demiştim… Ne denli yalvarmıştım, anlatamam. Gelseydi ne iyi okacaktı benim için ama gelmedi. Aklıma gelen bütün kötülükleri yağdırmıştım başına. Uykuları kaçtıydı, günlerce gözüne uyku girmemişti, üzüldü, kıvrandı, sayfalar dolusu mektuplar yazdı ama gelmedi, gelmedi, gelmedi… Neden mi? Çalıştığı yerden izin isteyemezmiş de ondan!” Mektup Bir Paravan mı? Milena, Kafka’nın yaşadığı çaresizlik, korku, dünyaya yabancılık ve güvensizlik gibi duyguları bir nebze olsun dindirebilmişse de “korku”nun, Kafka’nın ruhunda saltanatını daima muhafaza eden bir duygu olmasının önüne geçememiştir: “Rahat değilim, korkuyorum. Düşenlerle böbürlenen bir dünyada yaşıyoruz. Atamıyorum adımımı, ürküyorum, onun için yere basamıyorum. Evet, belki yorgun değilim, korkağım yalnız. Beni alt üst edecek bir serüvenin ardından gelecek o büyük yorgunluktan korkuyorum. Yahudiyim, korkunun ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Korkunç bir yorgunluktur bu. İnsan ancak akıl hastanesinde dinlenebilir.” Kafka‘nın, babasına ve diğer nişanlıları da dahil Milena‘ya duygu ve düşüncelerini ifade etme yolu olarak mektubu bir paravan gibi tercih etmesinin sebebi, belki de bu korkusunu gizlemek ve böylece acısını dindirmek istemesiydi. Belki de… Belki de yorgun ve güçsüz bedenine ve ruhuna, mektuplaşmak, daha az yorucu gelmişti. Öyle ya da böyle, kesin olan şu ki üstesinden gelemediği korkuları, Kafka’nın elini kolunu bağlamış ve onu hareket edemez duruma sokmuştu. Bu açıdan baktığımda Milena’ya Mektuplar‘ı, korku gibi bazı negatif duyguların, kontrol edilemediğinde bir insanın hayatını nasıl da kâbusa çevirebileceğini gösteren önemli bir belge olarak görüyorum. Daha bir yığın analiz yapılabilir bu mektuplardan, inanın ancak yazımı fazla uzatmak istemediğim için burada nokta koymak zorundayım. Bu arada size, Goethe’nin Genç Werther’in Milena‘nın Kafka‘ya yazdığı mektuplar, kendi isteğiyle yok edildi. Yalnızca Kafka’nın yakın arkadaşı Max Brod, Kafka’yı anlattığı kitabında, Milena’nın kendisine yazdığı birkaç mektubu yayımlayabildi. Milena’ya Mektuplar adlı kitabın sonunda da, bu mektuplardan birkaç tanesini okuyabiliyoruz. Kafka’nın yazdığı mektuplar ise Milena tarafından güvende olması için Kafka’nın yakın dostu Willy Hass’a emanet edildi. Milena 1944 yılında ölünce de mektuplar Hass’ta kaldı. Hass ise mektupları kitap haline getirerek 1952 yılında yayımladı. Kafka, yakın arkadaşı Max Brod’a eserlerinin gereğinden fazla kişisel ve değersiz olduğunu düşündüğü için hepsini yakmasını da vasiyet etmişti. Max Brod, onunla aynı fikirde olmadığı için vasiyetini yerine getirmedi ve Kafka’nın ölümünden sonra, karışık hâlde bulunan binlerce sayfayı derledi, toparladı ve yayımladı. Son Söz Bu özel metinlerin yayımlanmasının iyi olup olmadığı konusunda zihnimde henüz tatmin edici bir sonuca ulaşamadım ancak Kafka‘nın, eserlerinin yakılmasını istediğini söylediği bir yerde, ona ulaşabilenler için de yapılabilecek bir şeyin olmadığını belirtmesi, bu eserlerin dünya edebiyatının en önemli kazanımlarından biri olmasını sağlayan en yakın arkadaşı Hass’ı affedilir kılar mı, bilmiyorum.
Milena'ya Mektuplar
Milena'ya MektuplarFranz Kafka · Ez-De Yayınları · 201654,5bin okunma
·
140 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.