Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Daha önce, İngiliz hükümetini Hitler’in ölümü hakkında en güvendiği adamlardan birine araştırma yaptırdığını belirtmiş, bu kişinin Profesör Trevor Roper olduğuna da işaret etmiştik. İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, müttefikler arasında görüş ve davranış farkları belirmişti. Sovyetler, kendi ellerine geçen her şeyi olağanüstü bir gizliliğe tâbi tutuyorlardı. Bu bakımdan İngiliz araştırmacı, her istediğini sorguya çekememiş, dolayısıyla her bilgiye ulaşamamıştır. Profesör Trevor’un Stalinci makamların kendisine verecekleri bilgilere pek güveni yoktu. Bunlarla hadisenin lâyıkıyla aydınlanacağını sanmıyordu. Ruslar, günler boyunca ortaya bir sahte Hitler cesedi koymuşlardı. Ayrıca Hitler’in not defterini, onun iskemlesi üstünde beş ay süre ile bırakmışlardı. O halde şanselöri bahçesinde ya da mahzenlerinde Hitler’in naaşını bulmak için mümkün olmasındı? Üstelik Stalin, Postdam’da Truman’ı selâmlarken, Hitler’in hayatta olduğunu belirtiyordu. Bütün bunlar Hitler’in ölmediğini imâ eden hallerdi ki, Ruslar bunları maksatlı yapıyorlardı. İngilizleri, Hitler’i kendi işgal bölgelerinde veya Berlin’de saklamakla itham eden Rus politikasından elbette ki Hitler’i ölü gösterme jesti beklenemezdi. Not defteri ortada duruyor, fakat Hitler bulunamıyordu. Demek kaçmıştı! Ruslar’ın ilk aylarda yarattıkları durum böyleydi. Fakat İngiliz araştırmacı Profesör Trevor’un kesin bir kanısı vardı: Ona göre Hitler kesinlikle ölmüştü. 30 Nisan 1945 günü, saat 15 ile 15.30 arasında, karısı Eva Braun ile birlikte intihar etmişti. Trevor Roper, bu kanısını kitabında şöyle ifade ediyor: “Hitler’in son arzusu gerçekleşti; Hitler kendini tatmin etti. Busento’nun yatağında gizlice defnedilen Alaric gibi, insanlığın modern âfeti de artık her türlü keşfin ötesinde emniyettedir..” Ruslar’ın, Sovyet Rusya’ya alıp götürdükleri önemli Almanlar vardır ki, bunlar şanselöri bahçesinde Hitler’in yakılışının görgü şahitleridirler. Bu insanlar on yıllık bir esaret hayatından sonra, Rusya’dan Almanya’ya döndüler. Profesör Trevor Roper’in bulduğu neticeleri, bu insanlar aynen teyit etmişlerdir. 1945 yılında bir Alman mahkemesi, kırktan fazla şahit dinledikten sonra, Hitler’in öldüğüne resmen hükmetmiştir. Bundan sonra yakın tarih yazarları ile gazeteciler de 1965 yılına kadar Trevor Roper’in vardığı neticeleri kabul etmişlerdir. Yalnız 1965’te Alman dergisi Der Spiegel’in yazarı Erich Kuby yeniden araştırmaya başlamıştır. Yazar, kendinden önce soruşturmayı yürütmüş olan Profesör Trevor Roper’in tersine çok bol belgelerden ve Sovyet şahitlerinden faydalanarak araştırmıştır. İlk şahit, önemli dökümanlar da ortaya koymak suretiyle, tabanca ile intihar olayına ihtimal vermemiş, bunu reddetmiştir. Reddetmiştir ama o da Hitler’in nasıl öldüğünü ispatlayamamıştır. Neticede Kuby şu hükme varmıştır: “Dünyada en çok resmi çıkan adam, bir meçhule doğru, meçhul şekilde yok olmuştur.” Bundan sonra Soyvet askeri ve yazarı Lew Bezymenski’ni eseri gelmektedir. Bu eserinde Bezymenski, Hitler’in ölümüne dair tutulan zabıt belgelerini ve çeşitli fotoğrafları çok kuvvetli deliller halinde yayınlamaktadır. Bu eser hakkında İskandinavyalı yakın tarihçi Henz Jonssen bir kısa etüd yazmıştır. Jonssen şöyle diyor: “Sovyet gazeteci ve tarihçi Lew Aleksandroviç Bezymenski, nihayet bizlere, deliller zincirinin son halkasını vermiş bulunuyor. Bu son halka, Hitler’in cesedi üstünde yapılan otopsi zaptıdır.” Şimdi Hitler’in hayatı, bir kitap gibi önümüzdedir. Doğuşu, askerlik dosyası, Alman vatandaşlığı, şahsi vasiyetnamesi ve adli tıp incelemesine kadar... Bu son belgenin, yani adlî tıp incelemesinin itirazlara uğrayacağına şüphe yoktur; uğrasa, buna şaşmamak gerekir. Özellikle bu itiraz, “Führer’in kahramanca ölümü” ile ilgilenen kimselerden, ayrıca Soyvet arşivlerinden çıkan her şeyi propaganda olarak tanımlayanlardan gelecektir. Gerçekten de Rus makamlarının, tarihi önemi olan bu belgeleri yayınlamak için neden yirmi üç yıl beklediklerini anlamak güçtür. Ama ne olursa olsun eski Naziler ile bazı siyasî kalpazanlar güç durumda kalmışlardır. Eski muharip Naziler, Führer’in bir kahraman gibi öldüğünü iddia etmek sebeplerinden, kalpazanlar da günün birinde Hitler’in külleri ya da kemiklerini gösterme imkânlarından mahrumdurlar. Bezymenski’ye bakılırsa bu yirmi üç senelik saklayış şu sebeptendir: Bir gün adamın biri çıkar da kendisini bir mucize ile kurtulmuş Hitler olduğunu iddia edecek olursa, bu otopsi zaptı bu hileyi derhâl yalanlayacaktır. Bu gibi faraziyeler bir Sovyet vatandaşı için hayal mahsulü sayılmaz; zira Rusya tarihinde sahte çarlar, sahte prensler hiç de eksik değildir. Bu vesikaların geç de olsa yayınlanması, sebepleri ne olursa olsun bir değer ifade etmektedir. Gerçi Stalin zamanında sahte otopsi vesikası tanzim etmek mümkün olmayan bir şey değildi. İmzaları bulunan doktorlar, Sovyet Rusya’nın en ünlü doktorlarından olmakla beraber, bu iddiaya rastlanacaktır. Ancak bu iddiaya itibar edecek olanlar, Bezymenski’nin söylediklerine değer vermek mecburiyetinde kalacaklardır. Bezmenski, Sovyet makamlarının Hitler’in öldüğünü işaret etmek istedikleri takdirde bu belgeleri çoktan yayınlamak durumunda olduklarına işaret ediyor. Hitler’in öldüğüne kesinlikle inanmak gerekmektedir. Onun naaşını Sovyetler’in bulduğu da muhakkaktır. Zira Hitler’in kadın diş doktoru, Sovyetler’in talepleri üzerine birkaç defa Hitler’in dişlerini teşhis ettiğini belirtmiştir. Fakat, Alman diktatörünün başına bir kurşun yediği iddiasına aynı kesinlikle inanılamaz; zira, otopsi anında kafatasının arka kısmı mevcut değildi. Sonra herkes, kadın pilot Hanna Reitsch’in beyanları üzerine biliyor ki, Hitler, sığınağında geçirdiği son günler zarfında hemen herkese zehir kapsülü dağıtmıştır. Koyu bir Nazi olan Hanna Reitsch: “Her birimizde böyle bir kapsül bulunuyordu.” diye yazmıştır. Hitler’in kendini, Yedi Sene Savaşı esnasında Büyük Frederic rolünde gördüğünü bilenler de, Sovyet doktorlarının tespitini gayri tabii bulmayacaklardır. Bu tespit, artık klasikleşmiş olan tabanca ile intihar rivâyetine son verme niteliğinde olsa bile! Bununla beraber, kahramanlık spekülatörlerine karşı Rus otoritelerin elindeki belgeleri neşreden yazarın tam mânâsıyla başarı kazanabileceği de şüphelidir. Bu belgeler savaş esirlerinin beyanlarına dayanıyor. Bu ifadeleri oda hizmetçileri, yaverler, muhafızlar, ellerine düştükleri Sovyet makamlarının sorgularında vermişlerdir. Bunları tarihçiler, ihtiyat kaydıyla karşılama durumundadırlar. Tarihçinin emin olabilmesi için, görgü şahidi olarak gösterilenlerin, esaretten kurtulduktan sonra aynı sözleri tekrarlaması ya da bu sözlerin başka şahitlerce teyidi gerekir. Bundan sonra, yalnız Hitler biyografisinin son kısmını değil, fakat general Krebs hakkında edinilen bilgileri, keza eski propaganda Bakanı Joseph Goebbels hakkında toplanan istihbaratı düzenlemek gerekecektir. Görgü şahitlerinin dramatik ifadelerine dayanarak Bezymenski’nin yazdıkları, Trevor Roper’in detaylı anlatışını, ayrıca yüzbaşı Boldt ile Hanna Reitsch’in söylediklerini, şanselöri bahsinde, genel çizgiler itibarıyla teyit etmektedir. Bu Wagnervari ilâhların güneş gibi batışlarını, bir özel kahramansız klâsik trajedi içerisinde göstermeye haiz bir sahneye koyuşundan başka bir şey değildir. Viyanalı psikolog Wilfried Daim, Berlin savaşını, Etzel Köyü’nün yanışını tasvir eden Hagen’in eserine benzetmiştir. Ateşler içindeki Berlin’de Hitler’in sonu, Ruslar tarafından çevrildiği zaman, Rusları Hunlar’a benzetmek suretiyle bu teşhisi getirmektedir. Bu teşbihte pek hata bulmamak gerekir. Zira bizzat nasyonal sosyalistler Nibelüngen efsanesiyle sarhoşturlar... Hitler ise, yok etme ve ölüm konularında daima acı bir zevk sahibi olarak görünmüştür. Hitler, hiçbir alternatif şekli kabul etmezdi. Onun için tek ihtimal mevcuttu; ya bu, ya şu derdi. Ya dünyaya hükmetmek, yahut da mevcut olmamak; ya zafer ya ölüm. Topyekün savaşın mâkus karşılığı topyekün yok olmaydı. Bu eğilim, onun harekâtındaki ilk safhalardan itibaren kendini göstermiştir. 9 Kasım 1923’teki darbe başarılı olamayınca ilk defa olarak tabancaya müracaat etmiş, fakat Hanfta mâlikânesinde sâlim düşünenler, kendi hakkındaki tasavvurlarından döndürmüşlerdir. Hayret verici bir açıklık ve doğrulukla Alman milletine, başladığı savaşı, tek veya çift oyunu oynayan bir kumarbaz gibi götürdüğünü beyan etmiştir: Felgrau üniformasını da ancak zaferden sonra çıkaracağını söylemek ve “aksi halde, o kötü âkibeti yaşamam” demek suretiyle... 1 Eylül 1939’da Reischtag önünde konuşmuştur. Kitabından ve sözlüğünden teslim olma tabirini sildiği için, savaşı, Hitler gençliğinin son ferdine kadar götürecekti. Hitler, milletini şahsî felâketine, kıyasıya sürükleme emelini terketmemiştir. Şayet, milletine beterin beterini getirmemek amacıyla Hitler intihar etmiş ve kumandayı başka birine bırakmış olsaydı, bu intiharın tarihî mânâsı olurdu. Ama Hitler, “Hayatımın en önemli kararını 1944 Kasım’ında almalı, Doğu Prusya’daki karargâhımı hiç terketmemeliydim” şeklindeki acıklı pişmanlığını ancak 1945 Nisan’ının son günlerinde ifade etmiştir. Ama bu cesareti kendinde hiç bulamadı. Ne 1944 sonbaharında, doğru Prusya üstüne yürürken, ne de ölümünden üç ay önce, Batılı müttefikler Normandiya’ya çıkarma yaptıkları zaman, esasen bu çıkarmanın savaşın sonucu üstünde etkili olacağını kendisi söylemiştir. Daha 1941-1942 kışında Moskova önündeki yenilgiden sonra zaferi şüpheli görmüş, bu şüphe Stalingrad ve Tunus felâketlerinden sonra onda kanaat haline gelmiştir. Şayet savaş devam ettiyse, bunun sebebini, Brandeburg konağının yeni bir mucizesine bel bağlamasında aramak gerekir. Geobels, Başkan Roosevelt’in öldüğünü duyduğu zaman şampanya patlatmıştı. Carlyle’i okudukça, kaynak yönünden zengin kafası heyecan ve etki içinde kalıyordu: Çariçe’nin beklenmedik ölümü, büyük Frederic’i ümitsiz bir vaziyetten kurtarmış değil miydi? Hitler’de Göbbels’in hayal gücü ile sürüklenmişti. Askere, savaşın ancak kader en büyük savaş suçlusunu yok ettiği zaman bir sonuca varacağını belirtiyordu. Bezymenski, Hitler’in bir ümidi olduğunu, şimdiye kadar bilinmeyen bir protokolü göstererek iddia edebilir. Bu ümit, Batılı müttefiklerle Rusya arasındaki koalisyonun bir gün iflas edeceği ümididir. Bu düşünce Hitler’e 1943’te gelmiştir. Oysa bilememiş ve hiçbir zaman anlayamamıştır ki, Batılı müttefiklerle Rusya arasındaki ittifakın kaynağını yapan madde, bizzat kendisiydi. Çıkarları birbirine uymayan bu devletler, sırf ortada Hitler var diye birbirine sarılıyor, kuvvetleniyorlardı. Bezymenski’nin de belirttiği gibi, çekilmesi, yerini yumuşak bir rejime terketmesi, böylece barış görüşmelerine yol açması, bunları kolaylaştırması gibi bir telkine iltifat etmeyi daima gereksiz saymıştır. Hiç kimsenin fikrine anlayış göstermemiş ve büyük devletlerle anlaşma ümidini besleyip durmuştur. Tercihan Batı ile anlaşmak isterdi, fakat mümkün görülse Doğu ile de anlaşırdı. Strateji olarak sadece köprü başlarını sayardı. Courlande derdi, Könisberg kalesi derdi, Breslau kalesi derdi, Kuzey direniş bölgesinden söz ederdi. Bu noktalar da kaybedilse, bunu Sovyetler Birliği’ne karşı, Anglo Saksonlarla Almanlar’ın birleşmesi sebebi olarak görürdü. Gün geldi diplomatik ve askerî çarelerden medet umulamaz oldu. O zaman, kaderi kendindeki muazzam irade kuvveti ile zorlamaya başladı. Bu inadı ondaki bir kanaatle birleşiyor, o kanaatten kuvvet alıyordu. Bu inancı özellikle 20 Temmuz 1944’teki sukisatten kurtulunca büsbütün arttı: Tanrı onu, bir misyon ile görevlendirmişti! Bu irade, hem onun hastalıklar ve yatıştırıcı ilaçlarla harap olan vücudunu, hem de Alman milletinin büyük bir kısmını son nefesine kadar ayakta tuttu. Ve bu manyetik kuvvet, onun ölümü ile yok oldu. Oysa o kuvvet, her çeşit düşünceyi iptal eden bir kuvvetti. Son emirlerine tam olarak itaat bile edilmemiştir. Cesedi, verdiği emre göre, tanınacak hiçbir yanı kalmayacak şekilde yok edilecekti. Fakat edilmedi. Ama kumanda mevkiinde bulunduğu sürece, içlerinde generaller ve bakanlar da bulunan şerefli ve akıllı insanlar, akıl ile bağdaşmayacak davranışlara razı oldular. Bölük durumuna düşürülmüş tümenler sanki yeni bir Cannes Savaşı söz konusuymuş gibi, Berlin’i kurtarmaya sevkedildiler. Bir gençlik şefi görüldü ki, kendisine emanet edilmiş Alman gençlerini, sırf Hitler Başkent’ten sağ çıkabilsin diye feda etti. Fakat bir kişi çıkıp da Üçüncü Reich’in sonunu ancak ikiüç gün geciktirecek böyle bir çabanın ne gibi siyasî değerinin olabileceğini sormadı. Ancak ilk Rus gülleleri Berlin’in ortasına indiği zamandır ki Hitler, bir dâhi iradesinin bile gerçeklere karşı hiçbir şey yapamayacağını kendi kendine itiraf etmek zorunda kalmıştır. O dehşet dolu savaş içinde ilk defa olarak sinirlerinin kontrolünü kaçırmıştır. Bu çöküş, bu yıkılış öylesine müthiş oldu, çalışma arkadaşlarını öylesine bir kötü etkilenmeye sevketti ki, bütün hâdiseler bu çöküşü son günlerin temel olayı olarak göstermektedir. Sınırsız sakınma ve korunma hissi, intikama susamış olması, sonsuz kini, insanlardan nefret etmesi, öyle bir kudurmuşluk halinde patladı ki, bu patlama iflâsa gittiği duygusunu, tüm yenilgisini pek güç gizleyebiliyordu. Takip edilen ve izi üstüne varılmış bir cani gibi, intiharı seçti. İntihar onun için bir gün önce saçma bir davranıştı. Neticede düşmanları ve yeryüzü yargıçları önüne çıkmamaya karar verdi. Sorumlulukları karşısında kaçmak şıkkını uygun buldu. Siyasî vasiyetnamesinde -ki şayet bu vasiyetnameyi daimi sekreteri Bormann yazmadı ise- bu intiharı kahramanca bir ölüm, askerce bir ölüm olarak göstermiştir. Bütün büyük kelimeler ve “Alman subayının şeref anlayışı;” “Ölümün neşeli bir gönülle kabullenilmesi;” “Işık veren örnek;” “Vazifenin sâdıkane ifası” gibi sözleri, Hitler’in ölümü savaşta aramadığı, son kurşunu kendine saklamadığı hakikatını gizlememiştir. Ölümünden iki sene önce, Stalingrad’da 6. Ordunun teslimi üzerine, Mareşal Paulus hakkında Führer şöyle konuşmuştur: “Bu adam, eski kaptanların kendilerini batık gemilerinin üstüne atışları gibi, her şeyin bittiğini gördüğü anda kendini öldürmeliydi!” Bu da çok tabii bir düşüncedir. Ama o, Alman milletinin nice on, nice yüz senelerden beri görmediği sertlikte bir adam olarak gösteriyordu kendisini. Fakat başkalarından istediği ve beklediği cesareti kendisinde bulamamıştır. Akıbetini, en son dakikaya kadar hep geriye itti. Bunu yaparken, binlerce insanın sırf ona ettiği bağlılık yeminine uyarak hayatlarını kaybedeceğini biliyordu. Bunlar hem ona sadakat yemini ettikleri hem de görevlerine inanç duydukları için ölüyorlardı. Berlin’i açık şehir ilân edebilirdi. Fakat öyle yapmadı. Berlin’i harabe haline sokmayı tercih etti. Yerine gelecek olanlardan da savaşı her çareye başvurarak devam ettirmelerini bekliyordu. Ama burada iradesi, ölümünün ötesinde hükmü ferman olamadı. Reich’in Başkanı Büyük Amiral Dönitz en acele iş olarak, ayrı ve özel bir barış sağlamak için çalışmayı buldu. Berlin müdafaası kumandanı General Weilding ise, Hitler’in kendine inananları yolda bıraktığını ileri sürüp, onun ölümünün hemen ertesinde teslim oldu. Artık “Büyücü”nün kudreti kalmamıştı. Hitler’in intiharından sonra Almanlar’ın savaşa devam etmeleri ve Doğu Prusya ordusuna Dönitz idaresince bu yolda emir verilmiş olmasını anlamak, bir Sovyet insanı için anlaşılan şey değildir. Bu yolda Sovyet yazarı Bezymenski, yorumlarda bulunmuştur. Belki o günleri kendisiyle birlikte yaşamış olanlar bu yorumların çizgisinde onunla birleşeceklerdir. Doğu cephesi muharipleri ve Doğu’dan gelen mülteciler için, sonuna kadar savaşmanın bir anlamı vardır. Bunun gayesi, bir buçuk milyon kadar Alman askerinin Sibirya kamplarına gönderilmesine mani olmak ve birkaç yüz bin sivil insanın da Kızıl Ordu’nun ve Polonya idaresinin ellerine düşmemesiydi. Sovyet yöneticileri için, Batılılara esir düşmekle Sovyetler eline esir düşmek arasında fark bulunduğu iddiasını duymak belki hoşa gitmez bir şeydir. Yahut Kızıl Ordu’nun halka karşı vahşet gösterdiği iddiası bir hareket gibi gelir. Bu konuda, Alman şansölyesi Adenauer ile Kruşov arasında şiddetli bir münakaşa cereyan etmiştir; o kadar ki, 1955 sonlarındaki Moskova görüşmeleri yarıda kalma tehlikesi atlatmıştır. Bezmenski’nin Hitler’in ölümüne dair olan eseri, belki bazı delilleri sükûnetle ortaya koyup, İkinci Dünya Savaşı hatıralarının daima ipoteği altında kalmış Alman ve Rus milletlerini bir nebze olsun birbirine yaklaştırabilirse, bu konuda başarılı olmuş sayılır. Bu yaklaşmanın gerçekleşebilmesi ise ancak, Almanlar’ın bir sebeple neticeyi gözönüne almaları şartıyla mümkün olabilir. Bu sebep ile sonuç bağlantısını şöyle anlamak lâzım: Kızıl Ordu’nun Doğu Almanya’daki davranışı, Sovyetler Birliği’ne olan taarruz, bütünler halinde halkların yerlerinden koparılışı, Rusya’da işgal olunan bölgelerde yağmalar ve yoketmeler yapılması ile bağlantılı sayılmalıdır. 1945 ilkbaharında Alman topraklarını çiğnemeye başlayan Ruslar’ın gözü dönmüştü. Ruslar kendilerini intikam melekleri gibi görüyorlardı. Maydanek’i, Treblinka’yı, Auschtwiz’i boşaltıp serbestliğe kavuşturmuşlardı. Reishstag üstüne orak çekiçli kızıl bayrağın dikilmesi ile son bulan Berlin Savaşı, onlara göre en büyük savaş suçlusunu asker İvan’ın bulup cesedini topraktan çıkarması, Sovyetler Birliği’nin en büyük düşmanı olan adamın otopsi raporunu Doktor Fatust’un tanzim ve imza etmesi, bütün bunlar Sovyet kanaatine göre, faşist deliliği üstüne aklın zaferini ifade eden muhteşem semboller ve hele muazzam Ekim İhtilâli’nin büyük askerî zaferiydi! Berlin, şanselöri, Reichstag gibi isimler üzerinde, ıztırap ve heyecan da yüksek derecelidir. Bu noktada da iki milletin düşünceleri bağdaşmazlık hali gösterir. Bu bağdaşmazlığı, Berlin Savaşı’na ait anlatışlar da da görmek mümkündür. Meselâ, Alman savaş literatürü Berlin’e taarruz edenlerin sayısını bir milyonun üstünde, savunanların sayısını ise Bezymenski’nin belirttiğinden dörtte bir oranında eksik olarak gösterir. Kayıpların değerlendirilmesi, şehri savunma düzeninin yorumlanması gibi konularda yanılmalara sebep olan bu farklar mevcut oldukça, Sovyet ve Alman tarihçilerinin, savaşın objektif tahlil ve tasvirinde hemfikir kalabilmeleri mümkün değildir. Batılı Devletler ile Almanya’nın ilişkileri konusuna da Bezymenski’nin eserinde anlaşmazlıklar ve yanlış yorumlar vardır. Yazar, o Sovyet kuşağına mensuptur ki, hep Moskova’da ve Volga üstünde Hitler tanklarıyla savaşıp durmuştur. 1950 sonrasındaki Bonn hükümeti politikası, Alman askerî güçleri Amerika’nın sanayi gücü ile işbirliği ederken, Sovyetler’in güven duygusu bakımından ne duyacağını umursamamıştır. Bu umursamama, o zamandan beri Federal Almanya tarafından ne gelirse, Sovyetleri 1940 ile 1945 arası hatırlarının içine atmaktadır. Böylece, Sovyet yazarı Bezymenski de çeşitli konuları bir tek çizgi üstünde gösterirken objektif kalamıyor. Bu bir tek çizgi üstünde gösterilen olaylar, Alman direniş kuvvetlerinin müzakere istekleri, Himmler ile Ribbentrop’un Batılı devletlerle temas tesis etmeleri ve Federal Almanya’nın Atlantik Paktı’na girmesi olaylarıdır. Bu gibi iddialar ayrıca yersizdir; çünkü açık söylemek gerekirse, eserin konusundan ayrılmaktadır. Ama, bunları bir Sovyet yazarında hoş görmek, bu sapmaları ona çok görmemek yerinde olur. Zira, böyle düşünmeye ideoloji ve gelenek yönünden mecburdur; düşünme, sistemi bunlara bağlı kalmıştır. Ve bu gerçek, aynı zamanda bazı Amerikalı yazarların tezlerinin tahrik edici sayılmasında, onlara şiddetli cevaplar verilmesinde başlıca etkendir. Sovyet yazarı, bu açıdan hareketle okuyucularını düşünmeye dâvet ediyor. Bu dâvet, onlara feci belgeler gösteriyor. Tam bir iyimserlikle, sanıyor ki bu hâdise üstünde düşündükçe insanlar daha mâkul olacaklardır. O insanlar ki, savaş suçluları tarafından sürüklenmekte ve direnişin anlamını kaybettiği zamanlarda bile o suçluları izlemektedirler. Bu suretle Bezymenski’nin eseri yalnız tarihî merakı gidermeye yaramıyor, aynı zamanda, hayal güçlerine karşı bir vurgu ile çıkıyor.
·
253 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.