Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

315 syf.
9/10 puan verdi
@balkandays
“İsmet Özel 1944 yılında Sökeli bir polis memurunun altıncı çocuğu olarak Kayseri’de doğdu. 1970’ten sonraki yıllarda siyasî ve felsefî görüşleri bakımından köklü değişiklikler yaşayan İsmet Özel, Müslüman dünya görüşüne bağlandı. İlk deneme kitabı Üç Mesele ’de (1978) İslâm kaynaklarından uzaklaşarak oluşmuş bir sosyo-politik ortamda Müslümanların kendi kaynaklarına bağlı kalarak gerçekçi ve haklı bir çıkış yolu arama çabalarını savundu.” Yazarımız İsmet Özel bu günlerde İstiklal Marşı Derneği’nin Genel Başkanlığını yürütmektedir. Bahsedeceğim “Taşları Yemek Yasak” kitabını da 1985’te yazmıştır. Kitabı okurken çok keyif aldım. Sanırım karşıma çıkan her okuma grubunda tekrar tekrar okurum ve her seferinde daha fazla anlayacağımı düşünüyorum. Yazar kitabına çok çarpıcı bir Müslüman tasviriyle başlar: “Eğer yaşanan herhangi bir sistemin herhangi bir birimi olmayı reddetmek diye bir meselesi yoksa, Müslümanın Müslümanlığa ilişkin hiçbir meselesi de yok demektir.” “Eğer Müslüman olmanın bize yüklediği sorumluluklar varsa bunlar doğrudan doğruya İslâm’ın kaynaklarından yani Kur’an-ı Kerim’den ve Resulullah’ın (sav) sünnetinden öğrenilebilir. Bunu bütün Müslümanlar kabul ediyor. Ama Müslümanlar arasında henüz kabul görmemiş anlayış kendilerinin diğer Müslümanların sorumluluğunu omuzlamaya görevli olup olmadıkları hususudur. Modern hayat ve dünyanın şimdiki durumu hepimize sorumluluklardan kaçmak için birçok fırsat veriyor: İlk kaçamak kendi gücümüzün önemli işleri başarmaya yetmeyeceği inancında beliriyor. Halbuki gücümüzün yettiği kadarını başarmak yeterince önemlidir. Biz yapabileceğimizi yapmaktan kaçmak için kendimize varamayacağımız hedefler seçiyoruz. İkinci kaçamağımız sorumlulukları mensup olduğumuz gruba, çevreye, yapıya yıkmaktır. Gücümüzün yettiğinin ötesinde hedefleri önümüze koymadan, ama gücümüzün yettiğini de ifa etmekten geri durmaksızın ve sorumluluklarımızı siyaset şemalarına hapsederek onları ahlaki özlerinden koparmadan görevlerimizi yerine getirebilirsek bundan Allah’ın rızası umulur.” Bu bölümde ise tek kelime ile ters köşe oluyoruz “Bu konuda ilk öğreneceğimiz husus yeni bir düşünme yolu olarak İslâm’ı dünyanın ve insanlığın yaşadığı bütün değişmelere elverişli çözümler getirebilen esnek bir dünya görüşü, elverişli modeller türeten ilkeler bütünü olduğunu sanmaktan vazgeçmek olacak. Belki son iki yüzyıl içinde Müslümanlar arasında hareketli olaylara yön veren düşünceler yeni şartlarda yeni yorumlar getirme iddiaları sonuçta ne aslın korunmasında etkili bir tedbir olabilmiş, ne de beklenen dünyevi imkânları sağlamıştır. İslâm’ı yeni bir düşünme yolu kılan onun değişmez yanıdır, onun nass’ları, değişmesiyle birlikte bütün felâketlerin peş peşe üzerimize yığıldığı sünnet-i seniyye’dir. Dolayısıyla benim Müslüman olmakla sağladığım yarar, sizin Müslümanlıkla elde ettiğinizden farklı. Her ikimiz de aynı nass’lara uyduğumuzu, aynı sünneti takip etme azmi taşıdığımızı söylüyoruz, ne var ki bu nass’lara bu sünnete öyle farklı anlamlar yüklüyoruz ki herhangi bir şey yapmamız gerektiğinde aynı düşünme ve davranış yolunda olmadığımız ortaya çıkıveriyor.” İslam’ın evrenselliği ancak bu kadar güzel açıklanabilir: “Zira sabitleştirilmek istenen, bir sistem halinde dondurulma gayretiyle sınırlandırılan bir düşünce her zaman dışında bıraktıkları tarafından kemirilecek ve sonunda benzer veya zıt başka bir sistemin doğmasını gerektirecektir.” “Kişiliğimize özgü farkları koruyacağız ve birlikte bulunduğumuz Müslüman cemaati sabit yorumun sınırları içine hapsetmek gibi bir ısrarımız olmayacak. Peki, nasıl birleşeceğiz yeni bir düşünme yolu olarak İslâm’da?” Ezber bozan bir tanımlama daha geliyor: “Nass’lara, yani Kur’an-ı Kerim’in muhkem ayetlerine sıkı sıkıya bağlı kalarak ve Resulullah’ın sünnetinden hiç sapmaksızın özgür olmak nasıl mümkündür? Özgürlük kelimesi bize “ÖZ” ün “GÜR” lüğünden söz ediyor. İnsanlar söz konusu olduğunda öz dediğimiz zaman, o insanın kendini, zatını anlarız. İnsanlardan gayrı nesneler için asıl, esas anlamına gelir “öz”. Bir şeyin gür olması demek, onun bollukla ve güçlü olarak çıkıp fışkırması demektir. Yani özgürlük insan olarak aslımızda, bizim hâlis cevherimizde, fıtratımızda bulunan şeyin fışkırması, serpilip hayat bulmasıdır.” “Öz-ü-gür-lük insan olmanın bilincine varmak ve melek olma özentisinden, hayvan olma azabından kurtulmanın bir işaretidir. Kâfirler “öz” kelimesinden yalnızca bir şeyi “nefs” kelimesinin anlamını seçiyorlar, yani kâfire göre özgürlük nefsin istediğini ona vermekle gerçekleşiyor. Nitekim ister hürriyet desinler ister özgürlük sözünü beğenerek kullansınlar onlar için bütün kurtuluş nefsin tatmininden fazlası olamıyor.” “Özgür olmak bize insanlığımızı temin eden iç özelliklerimizi, hâlis, katışıksız, arı vasıflarımızı baskılardan kurtarmak demektir. İşte Kur’an ve Sünnet bize ne olduğumuzun bilgisini vermesi bakımından özgürlüğümüze engel değil, tam tersine özgürlüğümüzün mümkün olduğunu anlatan kaynaklardır.” Özgürlükler adı altında batının sunduklarıyla “nev-i şahsına münhasır” kimse kalmadı neredeyse. Her akım sadece düşüncelerini değil, yeme-içmeden tutun, kıyafete; dinlenilen müzikten izlenen filmlere kadar her şeyi beraberinde getirdi ve “dayattı.” Bunun adı da özgürlük oldu! “Batı medeniyeti insanın ne olduğu, hangi vasıflarla donatılmış olduğunu, İlahi bilgilerin dışında ve onlara karşı duran bir anlayışla yeniden tanımladığı için özgürlüğe varan yolda ciddi bir engeldir. İşte bu tanımları geçersiz kılmak öz-gür olmanın ön şartı durumuna geliyor. Batılılar hürriyeti sınırları olan, sınırları genişleyip daralan bir yapıp etmeler bütünü olarak anlarlar. İnsanlar az hür veya çok hür olabilirler, hürriyetlerine sahip çıkabilirler veya bazı hürriyetlerinden fedakârlık ederler. Bu yüzden batılı düşünce içinde siyasi hürriyetler veya iktisadi hürriyetler iki ayrı kategori olarak anlaşılabilir. Müslüman anlayışına çok ters, hatta saçma gelecek bir biçimde sosyalist ülkelerde iktisadi hürriyetin, kapitalist ülkelerde de siyasi hürriyetin bulunduğunu iddia edebilirler. (Çök şükür böyle saçmalıklara rağbet edenlerin sayısı günümüzde iyiden iyiye azalmış görünüyor).” “Müslümanların anladığı özgürlük merkeze, insan oluşumuzun eksenine ilişkindir. Özümüz çürüyebilir, sağlamlık kazanabilir, gürleşebilir veya sönükleşebilir. Lâkin özümüz azalıp çoğalamaz. Bizim özümüz Rabbimiz tarafından bize verilmiş bir cevherdir. Eğer biz onun değerini bilir ve korursak gürleşir. Özgür oluruz. Ama önce özümüzü tanımaz, tanıdıktan sonra da onun sağlığına elverişli tutumumuz olmazsa insan vasıflarımız zaafa uğrar, bundan kâinat da zarar görür, biz de zararlı çıkarız. Kısacası kâfirlerin hürriyeti marjinal, sınıra ilişkin bir hürriyettir ama hangi sınırda durması gerekeceği hususunda onların da bir bilgisi yoktur. “Helâl ve haram sınırları biz yeryüzünde yaşadığımız hayatın anlamını kavrayalım diye mevcudiyetimizin sebebine yaklaşalım diye vardır. Eğer bu sınırları kaybedersek kimliğimizi, kişiliğimizi varoluşumuzun anlamını kaybederiz.” Akıllı mı, akılcı mı? “Anladık ki hür olma isteği özgür olma isteğinin zıddıdır. Hür olmak isteyen insan, hürriyetini savunan veya daha fazla hürriyet isteyen insan kendini Yaradan’ın verdiklerine değil de yaratılmış olandan eline ne geçirebilirse onlara bağlamıştır, bağlamak dileğindedir. Özgür insan akıllıdır ve akletmeyi bilir, çünkü akletme gücü ona Yaradan’ın verdiği değerlerden biridir. Hürriyetini temin etme peşinde olan insan ise akılcı olmak zorundadır, yani içinde bulunulan şartların akılcı bir tarzda izah edilmiş şekline uygun bir davranış ve düşünme yolunu benimsemek zorundadır.” “Helen dünyası mü’min, muvahhid insanların sünnet olma ve domuz eti yememe tutumundan nefret ediyordu. Pavlus sünnet olmadan ve domuz eti yiyerek de Hıristiyan olabilme yolunu açtı. İnsanlar böylece daha hür kalarak Hıristiyan olabildiler ama özgürlüklerinden çok şey kaybettiler.” “Özgürlüğümüzün ne olduğunu bilmeyecek olursak biz de herkes gibi ve özellikle kâfirler gibi hürriyetimizin peşinde ömür tüketiriz. Kaldı ki bizim hürriyetimiz her zaman bir başkasının hürriyetiyle çatışma halindedir. Halbuki kendi özgürlüklerimiz bir başka özgürlüğe engel teşkil etmez.” “Unutmamak gerekir ki İblis de melâikedendi. İblis ve bütün şeytanlar inkâr, nisyan ve isyan ile diğer meleklerden ayrılırlar. İşte insan kendisine insan olabilmesi için verilmiş özgürlük bilgisini inkâr eder, bu bilgiyi unutur, bu bilginin kaynağına isyan ederse şeytanlaşır.” “Şeytanlaşmanın büyük avantajları vardır. İnsan şeytanlaştıkça daha hür, daha başarılı daha çok imkânı elinde tutan bir duruma gelebilir. Özgürlük bilgisini unuttuğu için dünya şartlarında kendini daha güvenli, sıkıntılardan ve tehlikelerden salim kabul eder. Kendisine gazap ulaşıncaya kadar.” “Halbuki özgür olmak sadece bizi insan kılan bilgiden nasibimizi almakla mümkün olabilir. Bizi insan kılan bilgi ise yalnızca vahiy yoluyla peygamberlere ulaşmış ve onlar vasıtasıyla bizim istifademize sunulmuş olan bilgidir. Yani biz vahyin temin ettiği bilgi ile aslımızı tanımak, insan olmamızın şartlarım öğrenmek, insan kalmayı başarmak yoluna gireriz. Bu yol bizi asla dünya cennetine götürmez.” “Vahiy dışında hiçbir bilgi yolu bize aslımızın ne olduğunu ne yapmamız, neyi yapmamamız gerektiğini, hangi sınırlarda insan kalabileceğimizi söyleyemez. Bu yüzden Kur’an ve Sünnet özgürlük bilgisidir.” “Akıllı insanlar da ızdırabın aklı baştan aldığını biliyorlar. Ama onlar aklı başa getirmenin yolunun yoksulluğu, hastalığı ve mahrumiyeti kökten yok etmekle sağlanamayacağını bildiklerinden yoksulluktan öğrenmek, hastalıktan öğrenmek, mahrumiyetten öğrenmek yolunu benimsiyorlar.” “Batılı gibi eğlenmek, Batılı gibi tüketmek kısacası Batılının medeni olduğu gibi medenileşmek ona zor ve bazan da aşağılık geldi. Bu çatallı durumu yıllar boyu şöyle ifade ettiler: Batının bilim ve tekniğini alalım, ama ahlâkını reddedelim. Ne var ki, olaylar bu arzulanan formülün zıddı istikamette gelişti. Türkiye ve bütün halkı Müslüman olan ülkeler Batı ile başa çıkabilecek bilim kurumlarını geliştiremedikleri gibi, Batı ülkeleriyle ilişkilerinde onların medeni tutumlarından ahlâkı soysuzlaştıracak türde etkilendiler.” “Batı, insanın varoluşunu, bilgi ve görgü edinme tarzını İlahi kaynağından kopardığı ölçüde Batı olabilmiş, İslâm ise insan davranışlarının, bilgi edinme yollarının, varoluşun bütün tarzlarının Kur’an ve Sünnete bağlı bulunmasıyla İslâm kalabilmiştir. Akılcılığın vardığı nokta Batı medeniyeti, akıllılığın vardığı yer ise İslâm’dır.” “İslâm dışında kalan inançların düşünce ve davranış birliğini teminat altına alacak bir şirazesi yoktur. İslâm’da ise muhkem ayetler ve sünnet-i seniyye bizim davranışlarımızın olduğu kadar düşüncemizin de şirazesidir. Nitekim Sağ Hegelcilik Faşizme, Sol Hegelcilik de Komünizme varan gelişmelerin ilk merhalesi sayılmalıdır. Sağcılar her zaman mevcut şartlar arasında kendilerine en uygun ortamı kollarken, solcular da en uygun ortamın yeniden konulacak şartlarda ellerine geçeceğini umuyorlar.” “Her kim dünya sisteminin yürürlükteki işleyişini makul, yerinde ve isabetli sayıyor, hayat biçimini bu ölçüler içinde rasyonalize ediyorsa o kimse hangi maskeyi takmış olursa olsun sağcıdır.” “Yine her kim dünya sisteminin muhtemel bir işleyişinin rasyonel olduğu ve gerçeğin ancak onun öngördüğü bu aklî sistemde yerini bulabileceğini ileri sürüyorsa üzerinde taşıdığı etikette ne yazarsa yazsın o kimse solcudur. Ama bir kez Hegel örtüsünü hakikatin üstüne örttük mü önümüzde sağcı veya solcu olmaktan başka tercih kalmıyor.” “Ne zaman ki yürürlükteki kuramların yerini yeni kuramlar alması gerektiğini, üretim ve tüketim mekanizmasının yerini rasyonel başka bir mekanizmaya terk etmesinin zorunlu olduğunu, olan biten insan ilişkilerinin aklî olmadıklarını ileri süreriz, işte o zaman solcu bir çerçeve içinde buluruz kendimizi. Solculuk aklî olanın ancak gerçek olabileceğini savunur. Bu yüzden de zihni mekanizma içinde türetilmiş bir dünyayı, hali hazırda hükümranlığını sürdüren dünyanın yerine geçirmeye çalışır.” “Bir kez İslâm’ın hedefleri hakkında sarahate vardık mı, nasıl olup da kulluk edebileceğimizi bildik mi, yaşamak kadar ölmek de kolaylaşacak bizim için. Hiçbir işi yarım bırakmış saymayacağız kendimizi, gözümüz açık gitmeyeceğiz. Az şey mi bu?” “Temizlik imandandır” Böyle bir ibareyi yazıp asma emrini veren yetkilinin meselesinin hiç de “iman” olmadığı, sadece bu sözü geçen alanda temizliğe riayeti temin gayretinde olduğu besbellidir. Yani amaç temizliktir, iman değil. Öyleyse temizliği iman yardımı olmadan sağladığı yerde artık temizlik imandandır demek gereğini duymayacaktır.” “Ama günümüzde iki şıktan birini tercih mecburiyetindeyiz: Ya Müslüman kalmayı yahut yürüyen herhangi bir sistemin bir birimi olmayı seçeceğiz. Eğer yaşanan herhangi bir sistemin herhangi bir birimi olmayı reddetmek diye bir meselesi yoksa bir Müslümanın, Müslümanlığa ilişkin hiçbir meselesi de yok demektir.” “İslamiyet’in yeni zamanlarda bir amaç uğruna “kullanılmasını” başlatanlar Bolşevikler oldu. Yani “eğer sosyal adalet ve sosyalizm istiyorsanız asıl sosyal adalet ve sosyalist ilkeler İslâm’dadır” denildiği zaman artık İslâm’dan vazgeçilmiş ve başka bir hedefe bağlanılmış olur. Solcuların Müslümanlara kendilerini beğendirmek için İslâm ilkelerini keyfi olarak yorumlamaları bir aldatmaca teşebbüsüdür, lâkin Müslümanların sosyal hedeflere İslâm ilkeleriyle daha etkin, daha verimli olarak varılabileceğini söylemeleri onların artık itikatlarının özünü boşalttıklarını ve kendilerine ortamdan telkin edilen değerlerin hayatlarını tamamen yönettiğini gösterir. Çünkü İslâm emekten yanadır, İslâm anti-emperyalisttir, İslâm bilimin ilerlemesini savunur gibi ifadelere başvurmak, hayatımızı yöneten değerlerin emekten yana olmak, anti-emperyalist olmak, bilimin ilerlemesini savunmak tarzında değerler olduğunu, yaşama amacımızın ne olduğu hususunda İslâm’ın bize hiçbir şey öğretmediğini gizlice itiraf etmek demektir.” “Birinci Dünya Savaşı sonunda Müslüman halk İngiliz ve Fransız hakimiyetine karşı Bolşeviklerin kışkırtmalarına muhatap oldu. Amaç Müslümanları kendi dini dürtüleri yardımıyla “emperyalizm" ile çatışmaya sokmak ve sonra İslam’ı gerici ilan ederek, mücadeleye katılmış unsurların Bolşevizm’e bağlanmalarını temin idi. Savunulan tezlerin tanıdık bir yüze sahip olması için, tespit edilen düşmanın öteden beri bilinen düşman olarak kabul edilebilmesi için “din” en elverişli kaynaktır.” “Suriye, Cezayir gibi ülkelerde daha çok sosyalizan tezlere mesnet kılınmak istenen İslâm, Türkiye, Fas, Tunus gibi ülkelerde kapitalist gelişmenin ve anti-komünist hissiyatın beslendiği bir dağarcık durumuna getirilmek istendi. Mısır, Endonezya ve İran gibi bazı ülkelerde ise münavebeli olarak gerek sosyalizme gerekse kapitalizme eğilim gösteren rejimlerin halkın gözünde sevimli gösterilmeleri için başvurulan kaynak hep İslâm oldu.” “Günümüze kadar uzanan bu kargaşalığın temelinde bir yanda Müslümanların her hal ve şartta kendi inançlarından kopmayan bir direnç göstermeleri, bir yandan da bizzat İslâmiyet’in modern dünyanın insan meselelerini soktuğu çıkmaz karşısında sarih ve anlaşılır çıkış yollarını bünyesinde taşıyor olması yatıyordu. Müslümanlar yürüdükleri yol itibariyle insanlar arasında İslâm’ın temellerini pekiştirecek bir tercih yapmaktansa, İslâm’dan bir kalkınma yöntemi, bir ideal toplum düzenine varma imkânı, modern çağın getirdiği değişikliklere sancısız bir adaptasyon gücü olarak yararlanmak istiyorlar. Kısacası, İslâm’ı mevcut şartlara uyarlamak İslâm’dan uzaklaşmaktan başka sonuç vermez. Öyleyse ne yapacağız? Bu sorunun cevabını bulmak için İslâm’ın hayattan bir istifade yolu değil, hayata bir anlam verme yolu olduğunu bilmek gerekir.” “Hıristiyanlık ve Yahudiliğin birer ölü inanç haline gelmelerinde, her iki inanışın da yayılış safhalarında Allah’ın insan için indirdiği bilgiyi ikinci plana atıp, kendi dünya hayatlarına yarayacak olanı öncelikle seçmeleri belirleyici rol oynamıştır. Yahudiler İslam’a bile bile direndiler. Yani Resulullah’ın (SAV) Adem (AS)’dan bu yana yaşayan bilginin temsilcisi olduğunu biliyorlar ama bu bilginin kendi tekellerinde kalmasını, kendileri için bir iktidar ve imtiyaz vesilesi olarak kullanılmasını istiyorlardı.” “Bir toplumun yönetici kesimi Batı’ya ruhen köle olduktan sonra toplumun diğer kesimlerini Batı çıkarları doğrultusunda “kullanmak” zor değildi. Böylece Batı davet edildiği her bölgeye rahatlıkla yerleşti, nüfuz etti.” “Sağ Batı’ya boyun eğmenin kısa vadeli çıkarlarını temine gayret ederken, sol aynı teslimiyetin uzun vadede doğacak menfaatlerine taliptir.” “Batı bütün üstünlüğünü kaba kuvvete borçludur. Buna çağımızda “teknoloji” adı da verilebilir. İslâm toplumları güçlerini yalnızca hayata verdikleri anlamdan ve bu anlamın uzantısı sayılan insan ilişkilerinden almışlardır. Batı medeniyetinin İslâm’la ilişkisi teknolojinin temsil ettiği ahlâkla, islâmi nass’ların temin ettiği ahlâk arasındaki çatışmada düğümlenmiş ve çözülecekse bu noktada çözülecektir.” “Şimdiye kadar denediğimiz yol Batı’yı muktedir kılan usul ve hayat biçiminin bizi de güçlü kılacağına inanmamızdı. Yani bir bakıma biz Batı’nın tasallutundan kurtulmayı değil, onun gibi icbar edici bir kuvveti elde bulundurup muktedir olmayı hedef olarak seçtik kendimize. Bu yüzden Batı bir şey yaparken, ona bakarak bir şey yaptık biz de. Yaptığımızın aynı şey olması mümkün değil. Ancak, onunkine benzer bir şeydi. Bu yönüyle değerli olması mümkün değildi.” “Yani günümüzde bir bakıma Batı medeniyetini Batılı olmayan kavimler korur ve savunur duruma geldiler. Nedir Batı’da modası geçen ama esir milletlerin benimsedikleri bu inançlar?” “Batı’yı Batı yapan temel anla-yış tabiatta ve insan toplumlarında da basitten mürekkebe, ilkelden mükemmele, kötüden iyiye, felâketten saadete, karanlıktan aydınlığa doğru kaçınılmaz bir ilerleme olduğu anlayışıdır. Böylece Müslümanların yaşadıkları ülkelerde Avrupa ülkelerindekine hiç benzemeyen (ama boşuna bir gayretle hep benzemeye çalışan) bir sağ ve sol ayrımı doğdu. Ama kâfirlerin kendi aralarındaki farklar bilhassa bu konulara taalluk eder ve unutmamak gerekir ki gerek orta çağda, gerek-se kapitalizm sonrasında başkasının zenginliği ve ihtişamına göz dikerek yağmacı seferler düzenleyen yalnızca Batı olmuştur. “Batı medeniyeti ilk fikri temellerini miladi onuncu yüzyılda atmaya başladı, bu temel on ikinci yüzyılda yerine oturdu, on yedinci yüzyılda meyvelerini verdi, on sekizinci yüzyılda yayılacak güce erişti ve ancak on dokuzuncu yüzyılda dünyada bir güç olarak belirebildi. “Modern yaşama biçimi küfür ile iman arasına çizgi çekmeyi bilen hiçbir Müslümanı yozlaştıramaz. Yozlaşanlar modern yaşama biçimiyle karşılaşmadan önce de böyle bir çizgiyi hayatlarında önemli saymamış olanlardır.” “Demek ki kulluğu, yani ibadeti Allah’ın bizim için koyduğu kanunlara mutlak itaat biçiminde anlamamız gerekiyor.” “Eğer bir canlı kendi gücünü kendi yönetebiliyorsa kul olmadan yaşayabilirmiş gibi düşünmeye yatkınız. Ne yiyecekleri ne kadar yiyecekleri ne zaman çiftleşecekleri değişmez, sabit kanunlara bağlanmıştır. Bu yönüyle hayvanlar Allah’ın kendileri için koyduğu sınırları aşmak gibi bir konuya yabancıdırlar ve kullukları bu sebeplerle mutlaktır. Ama insanlar yaratılış biçimleri itibariyle kurala, sabit, değişmez kanunlara bağlanmış değildirler. İnsanoğluna yaşama şartları yönünde tam bir serbestlik verilmiştir.” “İnsanın hayattaki anlamı bilebilmesi, hayatın anlamını kavrayabilmesi için beynini kâinatın eksenine bağlanabilmek için kullanması kaçınılmazdır. İnsan aklıyla yaşar. Aklımız bizi Kur’an ve Sünnete bağlı hayatın yegâne verimli, sıhhatli, doğru hayat olduğuna götürüyorsa hayatın anlamını bulabiliriz. Ama aklımız neyin iyi neyin kötü olduğunu tespit eden kanunların kaynağı haline gelmişse hayatta bir anlam bulamayız.” “Cansız madde Allah’ın hükmüyle vardır; bitki Allah’ın hükmünü topraktan öğrenir, hayvan vakti bilmekle Allah’ın hükmünü bilmiş olur; insan ise Allah’ın hükmünü Kur’an ve Sünnet ’ten öğrenir. Allah’ın hükmünü bilmeyen hayatın anlamını bilemez.” “Ama insan yaradılış amacını kaybederek, hayatın anlamını unutarak yaşadığı sürece bu hayat tatmin vasıtalarını hangi noktaya ulaştırmış olursa olsun gerçekte bir insan hayatı değildir. Ne hayatıdır acaba? Küfre, cehalete, cinnete batmış bu hayata ne hayatı demeli? Eğer hayvan hayatı dersek, kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu insiyaki olarak bilen bu yaratıklara bir haksızlık yapmış olmaz mıyız?” Taşları Yemek Yasak “İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olandan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o “şey” olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.” “Ey îman edenler! Gerek kendilerinizi gerek çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır...” et-Tahrim; 6 balkandays.blogspot.com/2023/10/ismet-o...
Taşları Yemek Yasak
Taşları Yemek Yasakİsmet Özel · Tiyo Yayınevi · 20213,213 okunma
·
162 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.