Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_Kitap okumayan cahil halk kitlesi, edebiyatın yarattığı zihinsel devrimden etkilenmemiş olarak kalır. Bu yüzden Avrupa’da sözlü olarak bugüne gelmiş olan boş inançlar, genellikle dinden çok daha eski ve ilkel tiptedir. Eğitimli dünyayı baştan aşağı sarsmış ve değiştirmiş olan büyük entelektüel güçler, köylüleri pek etkilememiştir. Onlar, en derindeki inançları yönünden, bugün Londra’nın bulunduğu yerlerde, ormanlarda sincapların oynaştığı günlerde, ataları ne idiyse hala odurlar. Köylülerin çok bilinen boş inançlarının soyu tükenmiş değildir. İlk dinler konusunda eski kitapların tanıklığı cok az değerlidir. Çünkü yazılı edebiyat düşüncenin ilerleyişini öyle hızlandırır ki, fikirlerin sözlu gelişimini ölçülemeyecek derecede geride bırakır. İki ya da üç kuşağın yazılı edebiyatı düşüncenin değişmesinde iki ya da üç bin yıllık geleneksel yaşamdan daha çok şey yapabilir. _Bir yabani, medeni halkların, doğa ile doğaüstü arasına çizdiği çizgiyi kavrayamaz pek. Ona göre dünya, çoğunlukla doğaüstü güçlerce yönetilir. Krallar, yalnızca insanla tanrı arasında bir aracı rahip olarak değil, insanüstü ve görünmez varlıklara sunulan dua ve kurbanlarla ulaşılabilen, iyilikleri kullarına ve kendine tapanlara verebilecek tanrılar olarak saygı görürlerdi. Dolayısıyla tanrılardan, mevsimi gelince yağmuru yağdırması, güneşi açtırması, ürünü olgunlaştırması... vb. beklenirdi. Bu beklenti bize ne denli yabancı gelirse gelsin ilk düşünce biçimlerinin ayrılmaz bir parçasıydı. _Frazer’in başarısının özü, farklı kültürleri anlamak için, o kültürlerin gereksinimlerini dikkate alarak, kendi kültürünün dışında objektif bir bakış açısıyla incelemesidir. Ve de tersi - bizim en aziz bildiğimiz inançlarımızın başkalarına aptalca bir kendini aldatma gibi görünebileceği anlayışına. _Frazer: Bizim yabanıla olan benzerliklerimiz, farklılıklarımızdan çok daha fazladır. Onunla ortaklaşa sahip olduğumuz ve bile isteye elimizde gerçek ve yararlı olarak tuttuğumuz şeyleriyse yabanıl atalarımıza borçluyuz. (Uygar toplumun töre ve boş inançlarının, ilkel halkların inançlarıyla birçok bakımdan benzerliğinin keşfi, Frazer’in kültüre bağımlı dünyası için şaşırtıcı bir keşifti.) *_Duygusal Büyü_ _Duygusal Büyü, arzulanan olayın, onu taklit yoluyla meydana getirdiğini varsayılmaktadır. Eğer birini öldürmek istiyorsanız, onun bir imgesini yaratır ve yok edersiniz. İnsanın, kişiyle onun imgesi arasındaki yakınlık yoluyla, imgeye yapılan zararı sanki kendi bedenine yapılmış gibi hissettiğine ve imge yok edilirse, kendisinin de aynı zamanda yok olması gerektiğine inanılır. _Bir insanla saçı ya da tırnağı gibi onun bedeninden kesilmiş bir şey arasında büyülü bir yakınlığın bulunduğuna inanılır; o kadar ki, bu saçı ya da tırnağı eline geçiren kişi, bunların kesildiği kişi üzerinde, ne kadar uzakta olursa olsun, iradesini kullanabilir. Bu boş inanç bütün dünyada yaygındır. _Duygusal büyüde bir olayın mutlaka ve değişmez bir biçimde bir başka olayca izlenmesi gerekmektedir. Aslında bu çağdaş fiziksel nedensellik kavramıdır; gerçekte kavram yanlış uygulanmaktadır, ama ne olursa olsun, vardır. Doğanın gidişini duygusal büyüyle böyle etkileme gücüne sahip olduğuna inanmayan bir yabanıl bulmak güçtür; bu görüşe göre, bir insan-tanrı, bu ortak gücü olağanüstü yüksek derecede kullanabildiğine inanılan bir bireyden başka bir şey değildir. _Önceki tipten bir insan-tanrı, kutsallığım, etten bir yuvada mesken tutmuş bir tanrıdan alırken, sonraki tipten bir insan-tanrı doğaüstü gücünü doğayla belli bir fiziksel yakınlıktan almaktadır. O, yalnızca kutsal bir ruhu icinde tutan bir şey değildir. Onun tüm varlığı, bedeni ve ruhu, dünyanın uyumuna öyle duyarlı bir biçimde ayarlanmıştır ki, elinin bir dokunuşuyla ya da başını bir döndürüşüyle, şeylerin evrensel çerçevesi icinde titreşen bir duygu dalgası gönderebilir. _Doğal olaylardan belki de hiçbiri, uygar insana yağmur, güneş ve rüzgar kadar çaresiz hissettiremez kendisini. Oysa bütün bu olaylar yabanıllarca genellikle bir dereceye kadar kendi kontrollerindeymiş varsayılır. _Kaledonyalıların bazıları yağmur yağdırmak için bir iskeleti ıslatırlar, güneşi çıkarmak içinse yakarlar. _ Kursk Devletinde, yağmura cok gereksinim olduğunda, kadınlar oradan geçen bir yabancıyı yakalayıp nehre atarlar, ya da baştan aşağı ıslatırlar. İlerde, oradan geçen bu yabancının çoğu kez, burada olduğu gibi, bir tanrı ya da ruh olarak kabul edildiğini göreceğiz. _Ruhlar yağmuru ya da gün ışığını vermediklerinde Komanciler bir esiri kırbaçlarlar; tanrılar hala inat ederlerse, kurbanın derisi canlı canlı yüzülür. _Yağmur tanrısını zorlamanın bir başka yolu da onu sık sık ziyaret ederek rahatsız etmektir. _Bazen tanrıların acımasına sığınılır. Ürunleri susuzluktan yanarken, Zulular bir "göksel-kuş" arar, onu öldürür ve bir su birikintisinin icine atarlar. O zaman gökler, kuşun ölümüne duyduğu acıdan erir; "yağmur yağdırarak feryat eder, ölünün arkasından ağıtlar yakar."_ Guanche’lar koyunlarım kutsal yere götürür, orada, acıklı melemeleri tanrının yüreğini yumuşatır diye, kuzularını analarından ayırırlardı. _ Güneş ışığı icin beyaz ya da kırmızı bir domuzun, yağmur içinse kara bir domuzun kurban edildiğini görmüştük. _Finlandiya'da büyücüler, fırtınadan denize çıkamayan denizcilere rüzgar satarlardı. Rüzgar üç düğüm içinde saklanmış olurdu; birinci düğümü açarlarsa ılımlı bir rüzgar başlardı; İkinciyi açarlarsa, fazla sert olmayan bir fırtına eserdi; üçüncüyü acarlarsa, bir kasırga. _ Güney Amerika’da Payagua’lar, rüzgar kulübelerine doğru estiğinde, yanar odun parcalarını kapıp ruzgara karşı koşar ve onu alevli odunlarla korkuturlardı, o sırada ötekiler fırtınayı korkutmak icin yumruklarıyla havayı döverdi. _Yaşlı bir kadının elindeki uzun kılıçla havayı sağdan soldan kamçılayarak evini savunmada canını dişine taktığı gözlenmiştir. _Güneşi bir tuzağa düşürüp yakalamış olan adamlara ait öykuler çok yaygındır. _Bedenleşmiş Tanrılar_ _Bazı kültürlerde, kralların tanrı olduğu inancı vardır. Medeni toplumlarda ise bunlar doğaüstü diye adlandırılır. Toplumlar hayallerinde yarattıkları bu doğaüstü varlıkların da güçsüz oldukları gibi bir inancı düşünmezler. Tersine, onların güçlülüğü düşüncesini daha da artırır. Büyünün yerini din almıştır ve büyü, din tarafından lanetlenerek kötü ruhları çağırmaya yarayan bir dereceye indirilir ve büyüye, tanrıların mekanına saygısızca saldıran şey gözüyle bakılmaktadır. Ünleri tanrılarınkiyle birlikte artan ya da eksilen rahiplerin devamlı direnişiyle karşılaşmaktadır. Büyü, içine düşmüş olduğu karanlıktan ve saygınsız durumdan tekrar ortaya çıkar ve doğadaki nedensel sıralanmaları araştırarak doğrudan bilime giden yolu hazırlar. Simya, kimya bilimine götürür. _Bedenleşmiş tanrılar, yabanıl toplumda yaygındır. Bedenleşme geçici ya da devamlı olabilir. Geçiciyse, bedenleşme - genellikle esin ya da cin tutma olarak bilinir. Kendini doğaüstü bir güç şeklinde olmaktan cok doğaüstü bir bilgi şeklinde gösterir. Bedenleşme geçici olmakla kalmayıp, kutsal ruh bir insan bedenine yerleşmişse, tanrı-insanın tansıklar gostererek bu özelliğini kanıtlaması beklenir kendisinden. Doğa yasasının varlığını kavrayamayan ilkel insan, onun bozulması, kırılması diye bir şeyi de kavrayamaz. _Bazı kişilerin zaman zaman bir ruh ya da tanrı tarafından ele geçirildiği varsayılır. Bu ele geçirilme devam ettiği sürece, onların kendi kişilikleri askıdadır, ruhun varlığı, insanın bütün bedeninin çırpınarak titremesi ve sarsılmasıyla, çılgınca hareketler ve delice bakışlarda gösterir kendini. Bütün bunlar o insanın kendine değil, onun içine girmiş olan ruha bağlanır ve bu anormal durumda ağzından çıkan her şey, onun içine yerleşmiş, onun ağzından konuşan tanrının sesi olarak kabul edilir. _Tonkin’de her köy, çoğunlukla köpek, kaplan, kedi ya da yılan gibi bir hayvan şeklindeki koruyucu ruhunu kendisi seçer. Bazen koruyucu kutsal kişi olarak yaşayan bir kişi seçilir. Bir defasında bir dilenci, köy halkını onların koruyucu ruhu olduğuna inandırdı. Onlar da onu onurlara boğdular, ellerinden geldiği şekilde ağırladılar. Hindistan’da "her krala, var olan bir tanrının biraz kücüğü gözüyle bakılır _Ormanın Kralı_ _1_Aricia Korusu_ _Eskil çağlarda Aricia gölünün kuzeyinde, Orman Diana’sının kutsal korusu ve tapmağı bulunuyordu. Dağın kenarında küçük bir kratere benzeyen çukurdaki gölden dik bir bayırla ayrılıyordu. Bu kutsal koruda bir tür ağaç yetişirdi. Çevresinde, günün her saatinde, belki de gecenin geç saatlerine kadar garip bir figürün gizlenmeye çalışarak dolaştığı görülürü bu ağacın. Elinde kınından sıyrılmış bir kılıç taşırdı. Sanki her an üzerine bir düşmanın saldıracağını bekler gibi dikkatle çevresini gözlerdi. Bir rahip ve bir katildi o; görmek için bakındığı adam, er ya da geç, onu öldürecek ve rahipliği onun elinden alacaktı. Kutsal yerin kuralı buydu. Rahipliğe aday olan, ancak rahibi öldürerek o yere geçebilirdi; onu öldürerek geçtiği bu yerde de daha güçlü ya da daha zeki biri tarafından öldürülünceye kadar kalırdı. Nemi rahipliğindeki gibi barbarca bir törenin başka bir yerde de var olduğunu gösterebilirsek; o zaman, aynı nedenlerin daha uzak bir çağda Nemi rahipliğini doğurmuş olduğu sonucunu pekala çıkarabiliriz. Bir öyküye göre, Nemi’deki Diana tapımı, Orestes tarafından başlatılmıştır. Söylencenin bu tanrıçaya bağladığı kanlı dinsel tören, kıyıya çıkan her yabancı bu tanrıçanın sunağında kurban edilmektedir. Nemi’deki tapmakta üzerinden dal koparılamayan bir ağaç yetişmektedir. Ancak sahibinden kaçmış bir kölenin, eğer gücü yeterse, onun dallarından birini koparmasına izin verilmektedir. Bu girişiminde başarılı olan köleye rahiple bir tek dövüş yapma hakkı verilir ve eğer onu öldürürse Ormanlar Kralı unvanıyla onun yerine egemenlik surerdi. Yazgıyı belirleyen bu dalın, Sibylla’ nın buyruğuyla, Aeneas’m ölüler ülkesinde tehlikelerle dolu gezisine çıkmadan önce kopardığı Altın Dal olduğunu söylüyor. Kölenin kaçışı, söylendiğine göre, Orestes’in kaçışını temsil ediyordu. Onun rahiple dövüşü ise bir zamanlar Tauris Diana’sına sunulan, insan kurbanların bir kalıntısı idi. _Yanıtlanması gereken iki soru var: birincisi, rahip, öncelini neden öldürmek zorundaydı? İkincisiyse, onu öldürmeden önce neden Altın Dal’ı koparması gerekiyordu? Bu kitabın bundan sonrası bu sorulan yanıtlamaya calışacaktır. _İlkel İnsan ve Doğaüstü_ _Rahib’e neden Ormanın Kralı deniyordu? Roma’da, Kurban Kralı denilen bir rahip Vardı. Cumhuriyet Atina’sında devletin ikinci büyük yetkilisine Rahip Kral denirdi. Gelenek şöyleydi: Kurban Kralları, kralların kovulmasından sonra daha önce onlar tarafından verilen kurbanları sunmak üzere atanırdı. _Dualar, söz vermeler ya da korkutmalar, kendisine tanrılardan iyi hava ve bol ürün sağlayabilir ve kimi zaman inandığı gibi, bir tanrı kendi kişiliğinde bedenleşecek olursa, o zaman daha yüksek bir güce başvuru gereksinimi duymaz. _Duygusal büyü örnekleri_ _İlkel insanda, bir başka kavram daha vardır: Doğayı hiç değişmeyen bir düzen içinde, kişinin karışması olmaksızın gelişen olaylar dizisi olarak alan görüşün ilk tohumunu bu kavramda bulabiliyoruz. Sözünü ettiğim tohum, çoğu boşinan dizgelerinde büyük bir rol oynayan, duygusal büyü diyebileceğimiz şeyde bulunmaktadır. _Fas’ta, ayağına kırmızı bir paketcik bağlanmış bir kümes hayvanı ya da güvercin görürsünüz bazen. Paketciğin içinde büyü vardır, büyü kuş tarafından devamlı oradan oraya götürülünce, büyü yapılan erkek ya da kadının kafasında da devamlı bir huzursuzluğun olacağına inanılır. _Nias adasında bir yaban domuzu, kendisi icin açılmış olan çukura düşünce, dışarı cıkarılır ve sırtı, ağaçtan düşmüş dokuz tane yaprakla ovulur; böyle yapmakla, dokuz yaprak nasıl ağaçtan düşmüşse dokuz domuzun daha çukura düşeceğine inanılır. _Kambocyalı bir balıkcı ağlarını atıp topladığında hiçbir şey yakalayamazsa, çırılcıplak soyunur, biraz uzaklaşır oradan. Dönüşte sanki görmemiş gibi ağının üzerinde dolaşır, bilerek yakalanır ağlara ve bağırmaya başlar, "Hey! Nedir bu? Yoksa ağa mı yakalandım?" Bundan sonra ağ balık kacırmayacaktır artık. _Sumatra’nın iç bölgelerinde pirinç, kadınlar tarafından ekilir; kadınlar pirinci ekerken saplar sağlam olsun, bol ürün taşısın diye saçlarını sırtlarına upuzun bırakırlar. _Kocası ya da erkek kardeşi uykusunda düşmana yakalanır korkusuyla gündüzleri uyuyamaz, geceleriyse sabahın ikisinden önce yatağa giremez. _Laos’ta bir fil avcısı ava cıkarken, karısına kendisi yokken saçını kesmemesini ya da bedenini yağlamamasını tembih eder; çünkü eğer saçını keserse fil, ağları koparacak, bedenini yağlarsa, ağların içinden sıyrılıp kaçacak demektir. _Bechuana savaşcılarıysa kendi sacları araşma öküz kılı sokar ve gömleklerinin üzerine kurbağa derisi iliştirirler cünkü kurbağa kaygan, kılın alındığı öküzse boynuzsuz olduğu için yakalanması güctür; böylece bu büyüleri takınmış olan savaşcı, o öküz ve kurbağa kadar tutulması güç olacağına inanır. _Rusya’da Dorpat yakınında bir köyde, yağmura çok gereksinim olduğunda üc adam eski bir kutsal korulukta köknar ağaclarına tırmanırdı. Bunlardan biri, gok gürültüsünü taklit etmek icin bir çekiçle bir kazana ya da küçük bir fıçıya vururdu; İkincisi şimşeği taklit etmek icin yanar iki odun parçasmı birbirine sürter, kıvılcımlar cıkarırdı; "yağmurcu" diye adlandırılan üçüncüsüyse bir demet ince dalla bir kovadan sular serperdi her yana. _New Britain’de yağmurcu, kırmızı ve yeşil cizgili bir sarmaşığın yapraklarım bir muz yaprağına sarar, bunu suyla ıslatır ve yere gömer; sonra ağzıyla yağmur sesi cıkarır. _Kızılderililere, ürün, yağmursuzluktan kurumaya yüz tutunca, kutsal Bufalo Topluluğunun üyeleri büyük bir kabı suyla doldurur ve çevresinde dört kez dans ederek döner. Biri, suyun birazını ağzına alır ve havaya püskürtür, ince ince yağan bir yağmuru taklit eder. Sonra kabı sarsarak suyu yere döker; bunun üzerine, dans edenler yere atlayıp suyu içerler sonuna kadar, yüzleri gözleri çamur içinde kalır. Son olarak, suyu havaya püskürterek ince bir sis oluştururlar. Böylece ürün kurtarılmış olur. _Ağızdan su fışkırtmak Batı Afrika’da da bir yağmur yağdırma yoludur. _Yeni Kaledonya’da yağmurcular kendilerini tepeden tırnağa karaya boyarlar, bir ölüyü mezardan çıkarıp, kemiklerini bir mağaraya götürüp birleştirirler ve iskeleti taro yapraklan üzerine asarlardı. İskeletin üzerine su dökülür, sular yapraklardan aşağı akardı. "Ölmüş olan insanın vucudunun suyu aldığı, bunu yağmura cevirip yeniden aşağı yağdırdığı kabul edilirdi." _Yunanda üzeri yaprakla örtülü genç kız bitkilerin ruhunu temsil etmektedir. Onun suyla ıslatılmasıysa yağmurun bir taklididir. _Çin’de kağıttan ya da odundan yapılmış, yağmur tanrısını temsil eden kocaman bir ejder, törenle çevrede gezdirilir; ama bunun sonucunda yağmur gelmezse, ejdere sövülür sayılır ve parça parça edilir. _Orioco Kızılderilileri karakurbağalara taparlar ve gerektiğinde onlardan yağmur elde etmek üzere kapların içinde saklarlar; dualarına yanıt gelmeyince kurbağaları döverler. Bir kurbağayı öldurmek bir Avrupa yağmur büyüsüdür. _Batı Afrika yağmurcularının ateşin üzerine bir toprak kap içinde yanıcı maddeler koyup alevleri üflemesine benzemektedir bu, eğer gökler yağmur göndermezse, yukarıya bir alev gönderip gokleri ateşe vermekle korkutmaktadırlar tanrıları. _ Mooramoora’dan (iyi Ruh) özel bir esin alacağı varsayılan iki adamın kollarının iç yanı, yaşlı ve sözü geçen biri tarafından keskin bir çakmak taşıyla açılır; kan, birbirine sokulmuş oturan kabilenin öteki erkeklerinin üzerine akıtılır. Aynı zamanda, kolları kanayan iki erkek havaya avuç avuç kuş tuyu atar, bunlardan bir kısmı kanlı yerlere yapışırken bir kısmı da havada uçuşur. Kanın yağmuru, tüylerinse bulutlan temsil ettiği düşünülür. Tören sırasında klübenin ortasına iki iri taş yerleştirilir; bunlar, bulutların toplanmasını temsil eder ve yağmuru haber verir. _Bir başka Avustralya yağmur yağdırma usulü insan saçı yakmaktır. _Tesalva’lı mitoloji kahramanı Salmoneus, arabasının arkasında tunç kovalar sürükleyerek ya da arabasını tunç bir köprü üzerinde sürerek, bir yandan da şimşeği taklit amacıyla havaya yanar meşaleler atarak sahte gök gürültüsü çıkarırdı. Zeus'un göklerde gürüldeyerek dolaşan arabasını taklit etmek, tanrılara karşı çıkma arzusuydu onun. _Yağmur yağdıran ya da su kaynaklan keşfeden Etrusk büyüculeri vardı. Yağmuru ya da suyu karınlarından çıkardığı sanılırdı bunların. _Güneş hakkında büyü öyküleri_ _Peru Andlarında bir boğazda birbirine karşıt iki tepe üzerinde iki yıkık kule bulunmaktadır. Bir kuleden ötekine bir ağ germek amacıyla kulelerin duvarlarına demir halkalar çakılmıştır. Ağın ereği güneşi yakalamaktır. _Fiji’de küçük bir tepenin doruğunda ufacık bir alanda kamış yetişirdi. Geç kalmaktan korkan yolcular, güneşin batmasını önlemek icin birkaç kamışın tepesini bir araya getirip bağlardı. _15. yüzyıl başlarında puta tapan Litvanyalılar arasında dolaşan Prague’li Jerome güneşe tapan ve iri bir demir çekici kutsal sayan bir kabileye rastladı. Rahipler ona bir zamanlar güneşin aylarca görülmediğini, çünkü güçlü bir kralın onu sağlam bir kuleye kapatmış olduğunu anlattılar; fakat on iki burç işte bu çekiçle kulenin kapılarını kırıp açmış ve güneşi serbest bırakmıştı. Çekici bu yuzden kutsal sayıyorlardı. _AvustralyalIlar, güneşi daha çabuk batırmak için havaya taş atarlar ve ağızlarıyla güneşe doğru üflerler. _Litvanya rüzgar tanrısı Perdoytus da rüzgarları deri bir torba içinde saklar; ordan kaçtıklarında arkalarından gider, onları döver ve yeniden torbaya kapatır. _ Shetland denizcileri, rüzgarları yönettikleri savında olan yaşlı kadınlardan hala rüzgar satın alırlar. _Avusturya’da büyük bir fırtına sırasında pencereyi acıp dışarıya avuc dolusu yiyecek, saman ya da tüy atarak, rüzgara "Al, bütün bunlar senin, dur artık!" demek töredendir. _Alaska Eskimoları rüzgarı yatıştırmak icin bir tören yaparlardı. Sahilde bir ateş yakılır, erkekler çevresinde toplanır ve şarkı söylerlerdi. Daha sonra yaşlı bir adam ateşe doğru yürür ve tatlı, yumuşak bir sesle rüzgar şeytanını ateşin altına girip kendini ısıtmaya cağırırdı. Şeytanın gelmiş olduğu varsayıldığı bir zamanda, yaşlı bir adam, orada bulunanların hepsinin elbirliğiyle doldurduğu bir kova suyu ateşin üzerine dökerdi ve hemen arkasından ateşin bulunduğu noktaya bir ok yaylım atışı yapılırdı. Şeytanın, kendisine bu kadar kötü davranıldığı bir yerde kalmayacağını düşünürlerdi. Etkiyi daha da artırmak icin tufeklerle çeşitli yönlere ateş edilirdi. Avrupa gemisinin kaptanından rüzgarın üzerine top atışı yapması istenirdi. _Herodot, masalın gerçek olduğuna yemin etmeksizin der ki: bir zamanlar Psylli ülkesinde, Sahra’dan esen bir rüzgar bütün su sarnıclarını kurutmuştu. Bunun üzerine halk bir araya toplanıp danıştıktan sonra güney rüzgarına savaş acarak tek vücut halinde üzerine yürüdü. Ama cole girdiklerinde, sam yeli onları püskürttü ve tek adam kalıncaya kadar kumlara gömdü onları. _Doğu Afrika Bedevileri üzerine hala anlatılır: "bir kasırga toza dumana katarken ortalığı, peşinde mutlaka ucu çatallı hançerlerini çekmiş, şiddetle esen kudurmuş rüzgara bindiği düşünülen kötü ruhu uzaklaştırmak icin hançerlerini toz sütununa saplayan bir yığın vahşi de vardır."” _Bedenleşmiş Tanrı örnekleri_ _Bütün Lamaların başında, Tibet’in Roma'sı savılan Dalai Lama bulunur. Ona yaşayan tanrı gözüyle bakılır. Ölüm halinde onun kutsal ve ölümsüz ruhu yine bir çocukta ortaya çıkar. Dalai Lama nerede doğmuşsa, bitkilerin ve ağacların yeşerdiği, yaprak verdiği söylenir; onun söylemesi üzerine çiçekler açıp, pınarlar ortaya cıkar ve onun varlığı kutsal nimetler saçar etrafa. _İnsan, bilgisinin artmasıyla birlikte doğanın uçsuz bucaksız olduğunu, onun yanında kendisinin ne kadar küçük ve zayıf olduğunu açıkça görür. _Din ile boş inanç arasında bir ayrım ortaya çıktığında, kurbanın ve duanın, topluluğun dindar ve aydınlanmış kesiminin kaynağı olduğunu, büyününse boşinanları olanların ve bilgisizlerin bir sığınağı olduğunu görüyoruz. _Hindistan’da bir şeytan-danscı "kafası kesilmiş keçinin gırtlağım ağznda tutarak kurbanın kanını icer. Sonra, yeni bir hayat kazanmışçasına zilli çomağını sallamaya, hızlı fakat çılgınca kararsız adımlarla dans etmeye başlar. Birden bire esin bastırır. Ve hiç kuşkusuz, o dik dik bakışlar, o kendinden geçmiş sıçramalar da. At gibi horuldar, gözlerini diker, döner. Şeytan, bedenini esir almıştır artık; konuşma ve hareket gücünü elinde tutuyorsa da, her İkisi yine de şeytanın kontrolü altındadır, kendi bilinçliliği askıdadır. Şeytan-dansçıya şimdi orada var olan bir tanrı gibi tapınılır. _Kuzey Celebes’te bir Minahassa şenliğinde, domuz öldürüldükten sonra, rahip öfkeyle ona doğru koşar, başını öldürülmüş hayvanın vücuduna gömer ve kanını içer. İçinde, kehanet gücü olan bir ruhun olduğuna inanılır. _Bir bufalo kurban edilirken boynuzları arasına su serpilir; hayvan başını sağa sola sallarsa, uygun değildir, öne doğru sallarsa kurban edilir. _İnsan-tanrı bazen kralın kendisi olurdu ama çoğu kez bir rahip ya da ikinci dereceden bir kabile başkanı olurdu. _Todaların güneşi selamlayıp selamlamadıkları sorulduğunda bu kutsal sütcülerden biri şöyle bir yanıt verdi: "Bu zavallı insanlar selamlar, ama ben," göğsüne vurarak, "ben, bir tanrıyım! Neden selamlayacakmışım güneşi?" Herkes, hatta kendi babası bile sütcünün önünde yere atar reddetmez. Bir başka sütcü dışında hiçbir insani yaratık dokunamaz ona; kendisine danışmaya gelen herkese bir tanrı sesiyle konuşarak kehanetler bildirir. ............ __ _Önsöz_ ( Dinin ve Folklorun Kökeni ) _Altın Dal, birçok kimse için büyülü bir kitap olmuştur. Fakat Sir James Frazer’in adı, Darwin, Marx ve Freud gibi 19. yüzyıl kültür devrimcileri kadar ağızlarda dolaşmamıştır. _Frazer’in başlangıçtaki amacı, eski bir İtalyan halk töresini açıklamaktı. Kaçak bir köle, özel bir altın ağaçtan bir dal koparabilirse, Nemi’deki kutsal ormanın kralıyla ölümüne dövüşmeye ve belki de ormanların ondan sonraki kralı olmaya hak kazanırdı. _Altın dal’ın, kralın ve onun yaşam için verdiği savaşı açıklamaya çalışırken, geçmiş söylencelerin ta en başından günündeki ilkel halkların uygulamalarına kadar tüm bir mit ve dinsel tören dünyasının kapılarım açmış oldu. _Frazer, gezginlerin rastgele edindikleri gözlemlerini bize sunuyor ve bilimsel gözlemcinin düşüncelerini ortaya seriyordu. _Frazer'ın kendi dünyasının kültürlü okurlarına önerdiği şey, geri ve ilkel halkların edimlerinin anlaşılabilir şeyler, hatta kendi anlayışlarıyla akla uygun şeyler olduğu idi. Bizim "yabanıllar"dan öğrenebileceğimiz şeyler olduğunu bildiriyor ve ilkel kurumların incelenmesinin kendi toplumumuz üzerine ışık tutacağını söylüyordu. _James George Frazer (1854-1941)_ _İskoç sosyal antropolog. İskoç insanbilimci. Frazer'ın insanbilimine ilk ilgisi, İngiliz evrimsel insanbilimci Edward Tylor'ın (İlkel Kültür) kitabını okumasıyla başladı. Toplumsal insanbilim profesörü unvanı alan ilk kişidir. _W. Mannhardt’ ın yapıtlarından cok yararlandım; gercekten onlar olmasaydı kitabım pek yazılamazdı. Bende toplumun erken tarihine ilgi uyandıran ilk şey, zihnimi daha önce düşleyemediğim bir görünüme acmış olan Dr. E.B. Tylorm yapıtlarıdır. __
··
600 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.