Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

bari portakalımı yesem
Bu toprakların tarihi içerisinde XX. yüzyılın ilk çeyreği kadar trajik bir devir gösterilebilir mi bilemem. Varoluş kaygısının tek kelimeyle kaderimiz haline dönüştüğü yıllardır bu yıllar. Büyük destanların yazıldığı yıllar, bir milletin ödeyebileceği en büyük bedellerin ödendiği yıllar, çekilebilecek acıların en yükseğinin çekildiği yıllar; yenilgiler, utanç, zillet, ızdırap... Trablusgarb direnişi, Balkan savaşı, 1. Dünya Harbi, Mütareke yılları, İstanbul'un işgali, millî mücadele. Kâh hüzün, kâh tebessüm ve fakat her halükârda kaygı, endişe, tutku ve umut. Bütün olumsuzluklara inat özgürlük umudu, ayağa kalkma arzusu, varolma kaygusu, haysiyet mücadelesi. Bu safha içerisinde bilhassa iki tablo vardır ki hiçbir vicdan sahibi acı duymaksızın bu tablolanı seyretmeye güç yetiremez: Sarıkamış Faciası ve Kanal Hezimeti. Alman Genelkurmayı'nın ısrarıyla ve iktidardaki birkaç muhterisin aymazlığıyla bu milletin binlerce evladı Rus cephesini bölmek için Sarıkamış'ın soğuğunda, İngiliz cephesini bölmek içinse Süveyş Kanalı'nın pis sularında heba edildi. Trajedinin derinliğinden kuşku duyanların, belge okumaları gerekmez; sadece Rus arşivlerinden çıkarılmış fotoğraflara baksalar, bu kadarı bile yeterli olur. 1914-1915 kışında yapılan Kanal Taarruzu –ki sonradan taarruz/hücum sözcüklerinin yerini keşif sözcüğü alacak ve bu başarısız taarruza sözümona I. Kanal Seferi denecektir– hakkında önemli tanıklıklar vardır; biri Ali Fuad Erden'in Paris'ten Tih Sahrasına adlı kitabı; diğeri Falih Rıfkı Atay'ın Zeytin Dağı adlı kitabı. İlki bir askerin; ikincisi bir gazetecinin kaleminden çıkmıştır; tabiatıyla biri daha belgesel ve öğretici, diğeri daha hamasî ve etkileyicidir. (Bu vesileyle Cemal Paşa'nın kendini müdafaa amacıyla kaleme aldığı hatıratı ile bu hatıratın eleştirisi sadedinde yazılmış olan Ömer Fahreddin Paşa'nın hatıratına ayrıca işaret edelim.) Bu sonu hüsranla biten hücum sırasında yaşananları birkaç yazıyla aktarmanın ya da hissen yaşatmanın mümkün olamayacağını biliyorum. Fakat özellikle bir tanesi o denli dikkat çekicidir ki anlatmadan geçemeyeceğim. Küçük trajediler içindeki büyük trajedileri görmek hususunda isteksiz davrananları sırf aymazlıklanı nedeniyle suçlayamam hiç kuşkusuz. Lakin belki bir yerlerde böylesi basit ayrıntıları önemseyen, önemseyecek olanlar da vardır benim gibi.. İşte aşağıdaki alıntı böylesi önemsiz bir ayrıntının hikâyesi aslında. Sefer sırasında Cemal Paşa'nın yanında görev yapan Ali Fuad Erden'in hikâyesi. Saldırının hemen öncesinde, silahlar patlamadan, cesetler kanalın sularında yüzmeden az önce. Haklı olarak korkan, heyecanlanan, öleceğini/öldürüleceğini düşünen bir subayın o hengâme içerisinde yaşadığı tereddütlerle dolu bir ân. Onun için asla yinelenmesi/yenilenmesi mümkün olamayan bir ân. Miktar itibariyle belki çok kısa ve fakat muhteva itibariyle dehşet verici bir ân. Gelin şimdi bu trajik anı onunla birlikte bir kez daha yaşamayı deneyelim. Bîr'us-Sebî'den beri cebimde bir portakal vardı. Bu portakal Sina Çölü'nde benim tesellim ve ümidimdi. Bir portakalın sahibi, mâliki, hâmili olduğumu kimse bilmezdi. Onu, en münasip zamanda yemek için şimdiye kadar saklamıştım. Bunaltıcı, bıktırıcı ve usandırıcı fırtına içinde aklıma geldi: "Bari portakalımı yesem" dedim. En münasip zaman, hatta münasip zaman bu fırtına zamanı mıydı? Belki değildi. Lâkin kanala hücum bu gece olacaktı. Hücumun sonucu meçhuldü ve ne olacağımız da belli değildi. Sonra, fırtına beni dış âlemden ayırıyor ve ortalığı âdeta karartırıyordu; yani portakalı yerken kimse beni görmezdi. Çünkü tek portakalı arkadaşlarımla paylaşmak ve ondan bütün karargaha ikram etmek mümkün değildi. Portakalı şu sırada yemek münasip mi, değil mi diye epey düşündükten sonra yemeye karar verdim. Fakat nasıl yiyecektim? Soyarken ve yerken kumlanmamasını sağlamalı idim. Bir plan düzenledim. Fırtına esnasında başımızı kefiye ile örtmüştük. Portakalı dizlerimin arasına sıkıştıracak; kefiyenin himayesi altında soyacak; başımı öne eğecek ve olabildiği kadar çabuk yiyecektim. Öyle yaptım. Lakin nazarî olarak mükemmel olan plan, tatbikatta fayda vermedi. Tabiat ve portakal bana karşı ittifak etmiş gibi idi. İnce kabuklu olan portakalım güç soyuluyor ve soyarken suları akıyordu. Benim faydalanamadığım bu lezzetli damlaları kum (yani Sina Çölü) zâlimce emiyor; her dilim, ağzıma götürünceye kadar kum içinde kalıyordu. Hiçbir dilimi kumsuz yemek müyesser olmadı. Portakal bitti; bu fani dünyada her güzel şey gibi çabuk bitti. Portakalı yedikten, yani güya yedikten sonra pişmanlık duydum. "Keşke yemeyip de saklasaydım" dedim. Hem portakalım kalmadı; hem hayli kum yutmuştum; hem de ellerim yapış yapış olmuştu. Şimdi sıra felsefeye geldi. Kıssadan iki hisse çıkardım: 1) İnsan doğru bir karar verebilmek için inceden inceye hayli düşünüyor da sonunda yine yanlış karar veriyor ve kararı icra eder etmez pişman oluyor. 2) Hiçbir düşünme, tecrübe yerine kaim olamaz. Şu kum fırtınası içinde portakalı kumsuz yiyemeyeceğimi bilmeliydim. Bu besbelli. Lakin insanlar bedahetlere ancak tecrübeden sonra inanırlar; hatta tecrübeden sonra da inanmayıp tecrübe edilmiş olan şeyi tekrar tecrübe etmeye kalkarlar. Portakalı yedikten ve kıssadan hisseler çıkardıktan sonra yine fırtına ile başbaşa kaldım. Fakat bu sefer portakalsız olarak.* Ali Fuad Erden seferden sağ olarak dönebilmeyi başaranlardan. Nitekim sonra Paşa da oldu. Hatıralarını yazabildi. Oysa yaralanan, esir düşen ve cesetleri kanalın sularında yüzen memleket evlatları onun kadar talihli olamadı. Sayıları toplam 52 subay, 1358 erdi. (Cemal Paşa "Toplam 44 subay, 1256 erdi" derken, İngiliz raporlarında "1000 şehit, 2000 yaralı, 650 esir" kaydı var.) Onların ne yiyebilecekleri bir portakalları, ne de portakal yemeye vakitleri olmuştu. Ölüme koştular, ölümüne koştular ve öldüler. Bazıları geri dönmek yerine kafalarına bir kurşun sıkmayı bile göze almıştı ki Teşkilat-ı Mahsusa'nın Reisi Süleyman el-Askerî bunlardan biriydi. Onun hikâyesi yazılmadı. Sina çölünün kumlarına portakal sularını değil, kanını akıtmıştı çünkü. Mangalda kül bırakmayan, büyük laflar eden, umutlar dağıtan zafer vaadlerinde bulunan, önlerine konan her mikrofona başlarını uzatıp "İslâm gelecek dertler bitecek" diyen birileri dolaşırdı bir zamanlar aramızda, bilmem hatırlıyor musunuz? Geçenlerde Hamzazâde Necmi Efendi'yle karşılaştım; bana uzun uzun bu zevâttan söz etti ve onların şimdi ne yaptıklarını bilip bilmediğimi sordu. "Bilmiyorum" dedim umursamazcasına; "belki ceplerinde gizledikleri portakalları yemekle meşguldürler." Acı acı tebessüm etti ve "Yanılıyorsun" dedi: "Onlar şimdi ellerini yıkamakla meşguller."
Sayfa 71 - Kapı Yayınları / meşrutiyet hatıraları / * Paris'ten Tih Sahrasına, s. 141-143, Ankara, 1949Kitabı okudu
·
165 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.