Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

_Estetik: Güzel Sanatlar Felsefesi’dir. _Sanat: Kendisini nesne olarak alan Tin’dir. Yaratıcı Ruh’un nesneleşmesidir. İnsanın doğaya öykünmesi ve gereksinmesi olup tinsel ve duyusal olanın uyuşmasıdır. _Sanat, bizleri felsefi düşünmeye çağırır; felsefi düşünme ile de o, sanatta bir yenilenmeyi, yeniliği sağlamayı değil, ama sanatın temelinde bulunanı titizlikle ve acık-seçik bilmeyi, tanımayı kendisine görev ve amaç edinmiştir. _Sanattaki güzel, doğadaki güzelden üstündür. Çünkü sanat güzelliği ‘Tin’den doğmuş ve sanki iki kez yeniden doğmuş bir güzelliktir. Nasıl Tin ve onun yaratmaları, doğa ve onun görünüşlerinden çok daha yüksek düzeyde bulunuyorsa, sanatsal güzelin kendisi de doğal güzellikten çok daha yukarıda yer alır. Aynı biçimde, soyutlaması yapılmış içerik ya da kafamızdan geçen kötü bir düşünce de herhangi doğal bir üründen çok daha üstündür; zira böyle bir düşüncede her zaman ‘Tin’ ve özgürlük bulunur. _Sanat, nesnesinin bir ozgurluk icinde surup gitmesini ister. Oysa arzu kendi objesini kendi kullanımı icin yok ederek kullanır. Buna karşılık, estetik seyir kendisini bilimsel zekanın, zihnin kuramsal şeyhinden ayırır, cunku sanat kendisini nesnesinin bireysel varlığına bağlamıştır ve onu ide’ye ya da evrensel kavrama donuşturmeye calışmaz. _Sanatın doğuşunu hazırlayan salt ve genel gereksinme, insanın düşünen bir bilinç olmasından kaynaklanır; böylece insan, kendisinin ne olduğunu ve kim olduğunu yine kendisi için bir açıklığa kavuşturmaya calışır. _Sanat, din ve felsefe, Tin’in kendisine donuşu surecindeki, yani saltığa giden yoldaki evrelerden, aşamalardan başka bir şey değildir. _Estetik, konu olarak güzelin geniş imparatorluğuna sahiptir ve bu bilime en iyi uyan ifadeyi kulanmak gerekirse, sanat felsefesi, ya da daha kesin bir biçimde, güzel sanatlar felsefesi demek uygun duşer. _Sanatın rolu, bir yandan gelip gecici ve duyusal dış gerceklik ile salt, katışıksız duşunce arasında, ote yandan da, doğa ve sonlu gerceklik ile kavramsal duşuncenin sonsuz ozgurluğu arasında bir uzlaştıncı, aracı rolu oynamasında bulunur. _Pek yaygın olan kanılardan biri de, Sanatın doğanın öykünülmesine dayandığına ilişkin kanıdır. Öykünme, sanatın temel amacını oluşturmakta ve bu aslına bağlı kalarak yeniden uretme edimi, iyi bir bicimde başarıldığı zaman da bizlere tam bir doyum vermektedir. _Genel olarak oykunmeden doğan ve onunla yetinen bir sanatın doğa ile yarışamayacağını ve bunun tersinin bir kurtcuğun surunerek bir fili oykunmesine benzediğini soylememiz gerekir. _Doğayı soyut bir bicimde oykunerek onunla yarışmaya kendini zorlamak, bu kopya etmek icin kopya etme tutkusu, kucucuk bir deliğe mercimek atan ve hep isabet ettiren bir insanın gosterdiği el cabukluğuna benzer. Buyuk İskender’in, onunde becerisini gosteren boyle birine, bu kadar anlamdan yoksun, yararsız ve değersiz bir yeteneği olduğundan oturu, odul olarak bir teneke mercimek verdirttiği soylenir. _Oykunme ilkesi tamamiyle bicimsel olduğundan sanatın amacı olarak alınır alınmaz nesnel guzellik hemen ortadan kaybolur. _Sanatın kendisine, doğanın katışıksız bicimsel bir oykunmesinden başka bir amac koyması gerekmektedir; oykunme her durumda yalnızca tekniğin buyuk yapıtlarını uretebilir, teknik harikalar ortaya koyabilir, ama sanat yapıtlarını asla uretemez. _Guzelin nesnesi ve iceriği birbirine tamamiyle kayıtsız ve birbirinden farklı olarak kabul edilir. _Nesnelerin seciminde ve onların guzel ya da cirkin olarak ayırt edilmesine izin veren bir ölçütün yokluğu, hic bir kural ortaya koyup dikte edemeyen ve tartışılamayan oznel bir beğeninin ortaya cıkmasına neden olur. _Güzel, duyusal varoluş alanında salt olarak ortaya cıkan şeydir; başka bir deyişle, duyusal görünüşün sınırlan içinde duru bir biçimde ortaya çıkan ide’dir. _Yalnız kendi icin ve kendinde olandan başka hakiki olarak gercek olan yoktur. Aracısız izlenimin ve doğrudan doğruya algılanan nesnelerin otesindeki hakiki realiteyi aramak gerekmektedir ve o bulunmalıdır. _Tin’in ve doğanın ozu olan, uzayda ve zamanda kendisini gorunuşe sunan, kendinde ve kendi icin varolmaya devam eden her şey hakiki olarak gercektir, işte sanatın ortaya koyduğu ve onu gorunur kıldığı şey, kesin olarak bu evrensel gucun eylemidir. _Hakikat eğer kendisini gostermeseydi ya da gorunuşe cıkmasaydı, kendisi icin ve herhangi biri icin olduğu gibi genel olarak ‘Tin’ icin de var olmasaydı, hakikat, hakikat olamazdı. _İç ve empirik dış dunyanın bu butunselliği aslında hakiki gerceklik dunyası değildir, tersine ondan sanata verdiğimiz anlamdan daha tam ve kesin olarak yalın bir gorunuş ya da yanıltıcı bir aldatmaca ve kuruntu imiş gibi soz edebiliriz. _Sanat, yetkin ve dingin olmayan bu dunyanın aldatıcı - yanıltıcı olan bicimlerinden, salt gorunuşlerin icerdiği hakikati acığa cıkarır ve bunu onlara, ‘Tin’in kendisinin yarattığı daha yuksek bir gerceklik ile suslemek icin yapar. Boylece salt olarak yanıltıcı basit gorunuşlerin varlığından uzak kalarak, sanatın gorunumleri, sıradan ve gecici varoluştan daha hakiki bir varoluşa ve daha ust duzeyde bir gercekliğe karşılık olacaklardır. _Tinsel kültür, modern anlama yetisi, insanı, cifte yaşantısı olan birine döndüren şu karşıtlığı doğurmuştur: insan birbiriyle celişen iki dunyada yaşamak zorundadır, oyle ki bu celişki icinde cırpınır durur, bir yandan öte yana itilip cekilerek, birinde ya da oburunde doyuma ulaşma gucunu kendisinde bulamaz. Gercekten de insanı bir yandan, gunluk yapıp-etmelere, etkinliğe ve dunyanın gecip-giden zamansal yanına kapılmış, gereksinme ve sefalet altında ezumiş, doğanın acımasız tehdidiyle karşı karşıya kalmış, maddeye, duyusal itkilere ve zevke saplanmış olarak doğal icgudulerinin ve tutkularının baskısı altında suruklenir durumda goruruz. _Kultur boyle bir celişkiye duşmuş olduğuna gore, felsefenin gorevi, karşıtlıkları aşmak, yani karşıt terimlerden ne birinin, soyutluğu nedeniyle, ne de oburunun, darlığı nedeniyle, doğru olamayacağını, ama olduklarını her ikisinin kendi cozumune doğru giden şeyler olduklarını gostermek durumunda kalır. Hakikat ancak her ikisinin uzlaşması ve dolayımındadır; bu dolayım da yalın bir gereklilik değil, kendinde ve kendi icin oluşup tamamlanan ve durmadan kendisini oluşturup butunleştiren bir şeydir. _Felsefenin işi, yalnızca hakikatin nasıl karşıtlığın cozume ulaştırılmasından başka bir şey olmadığım gostermek suretiyle karşıtlığın ozune ilişkin duşunen bilgiyi ve onun bilincini vermektir. ___ _Sanata İlişkin Belirsizlikler : _Sanat bir Görünüş, bir Kuruntu ya da bir Yanılsama mıdır? _Yanılsama ve görünüşe dayanarak, etkilerini ortaya koyan sanata yoneltilen onun değersizliğine ilişkin eleştiri, eğer gorunuşe var olmaması gereken bir şey olarak bakılabilseydi, o zaman haklı bir bicimde temellendirilebilirdi. Bunu başka bicimde soylersek, genellikle sanat olayının değersizliğine ilişkin, ozellikle de onun bir gorunuş ve yanılsama olduğuna dair karşı koyma, eğer bu gorunuşun yanlış ve var olmaması gereken bir şey olduğu savunulabilseydi, kuşkusuz haklılık kazanırdı. Fakat, gorunuş, oz icin esastır; yani gorunuş oz icin zorunludur, gereklidir. _Yalnız salt, katışıksız gorunuş icin değil, ama aynı zamanda kendinde hakikate gerceklik kazandırmak icin sanat tarafından kullanılan gorunuşun ozel turu de eleştiriye konu olabilir. _Kuşku yok bu ozsel - temel gerceklik, sıradan olan ic ve dış dunyada da gorunur, ama gecici durumların karmaşıklığı icinde erimiş olarak, onlara karışarak; aracısız duyumlar tarafından bicimi bozularak, niteliklerin, olayların ve ruh durumlarının keyfiliği ile karışmış olarak. _Sanat : Kendisini nesne olarak alan Tin’dir. _Sanat alanındaki guzel, duşunceye anlatım bakımından karşı cıkan bir bicim altında gorunuşe ulaşır; duşunce, bu bicimi kendine gore incelemek, işlemek istediği zaman onu temelden yıkar, işte bu gorme bicimi kendisini, genel olarak gerceğin, ‘Tin’in ve doğanın yaşam biciminin bozulmuş olduğu goruşune bağlar, oyle ki onların duşunce tarafından yok edildikleri kanısını taşır ve onları bize yaklaştıracağı yerde, kavramsal duşunce gercekliği, ‘Tin’i ve doğayı hemen bizden uzaklaştırır. _Önce ‘Tin’in kendi kendisine dikkatle yoneldiği, kendisini bilincli olarak ele aldığı ve duşunduğu, kendisini ve onu izleyen her şeyi, duşuncenin nesnesi olarak kavramaya calıştığı kabul edilecektir; cunku duşunce, ‘Tin’in en icten olan temel yapısını oluşturur. Boylece ‘Tin’, kendisini ve yaratılarını bilincli bir bicimde duşunduğu zaman, yaratıları ne denli keyfe bağlı ve ozgur olurlarsa olsunlar, gercekten onlarda ickin olarak var olmak icin kendi doğasına, kendi yapısına gore kendisini yonetmek durumundadır. Oysa sanat ve yapıtları, tasarımlarının duyusal gorunuşu icermesine ve duyusal olanı ‘Tin’in icine sokmasına karşın, ‘Tin’den cıktıktan ve onun tarafından uretildikleri olcude tinsel yapıya ve oze sahip olurlar. Bu bakımdan sanat, ‘Tin’e ve duşunceye dış doğaya olduğundan daha cok yaklaşır, cunku doğa, Tin’e yabancıdır; sanatın yaratılan doğa ue akrabadır, ona benzerler. _Eğer sanatın yaratılarının kavramlar ya da duşunceler olmadıkları, ama kavramın bir dışa acılarak yayılması, bir tür dışlaşması, başka bir deyişle, kavramı duyusala doğru taşıyan bir yabancılaşma olduklan doğru ise, duşunen ‘Tin’in gucu kuşkusuz yalnız kendine ozgu bicim altmda kendisini yani duşunceyi kavramak değil, fakat duygunun ve duyarlığın giysisi altında kendisini tanıması, ‘kendinden- başka olan-şey’ icindekini yani kendisini yakalaması, kavraması soz konusudur; bunu ise yabancılaşmış bu bicimden bir duşunce oluşturarak ve onu kendisine geri dondurerek başarır. _Sanat Artık Geçmişte Kalmıştır; Estetik Cağı Başlamıştır. _Gecmiş donemlerin ve halkların aradıkları ve yalnızca sanatta buldukları şeyleri, bu tinsel gereksinmeleri, sanat artık tatmin edememektedir. _Evrensel goruşlere gore tikel olan ne varsa hepsini duzene koyup kurallara bağlıyoruz, ve bu evrensel bicimler, yasalar, gorevler, haklar, maksimler her şeye emir veren, her şeyi yoneten temel belirlenimler oluyorlar. Oysa sanatsal beğeni, sanatsal uretme gibi daha cok canlı, daha cok yaşayan bir şeyi gerekli kılar; oyle ki onun icinde evrensel olan, yasa ya da maksim bicimi altında kendisini bicimlendirmez, fakat eylemini duygununki ile, izlenimin eylemi ile birleştirir; sanatsal beğeni bunu imgelemin yardımıyla, ussal olana ve evrensele de yer vererek, onlan duyusal ve somut bir gorunuşte birleştirerek yapar. İşte bu nedenle cağımız genellikle sanata uygun duşmez. _Bu koşullar icerisinde sanat ya da en azından onun en son ereği bize gore gecmişte kalmış bir şeydir. Bu nedenle de sanat bizim icin hakikat olma değerini ve yaşamım yitirmiştir. _Sanat, tasarımımızda gercek zorunluluğunu doğrulamaktan ve kendisine seckin bir yer sağlamaktan uzakta bir yere atılmış bulunmaktadır, oysa daha onceleri tum bunları gercekleştirebuiyordu. _Sanatın Kökeni_. _Bir Tin olarak insan, manevi bir varlık olarak insan, kendisini ikiye boler: once, doğanın şeyleri olarak o vardır, sonra da kendisi icin yine o vardır; kendisini sezgi ile, duşunce ile kavrar ve bu kendisi icin etkin varlıktan başka bir tin de değildir o. işte bu kendisinin bilincini insan iki bicimde ele gecirir: birinci yol, insanın, yureğinde kıpraşan şeyin icsel bir bicimde bilincinde olma gerekliliğini duyduğu kuramsal yoldur. İkincisi de insanın pratik etkinliği ile kendisi icin varlığı ele gecirmesidir ki bunu, onun dışında var olan ile aracısız olarak kendisine verilmiş olandan kendisini uretip yaratma icgudusune sahip olmasıyla sağlar. _İnsan, kendisi icin dışarıdan var olan ile kendisine doğrudan doğruya verilmiş olan icinde sahip olduğu kendisini yeniden uretme icgudusu olarak pratik etkinliği ile kendi icin varlığı ele gecirir. İşte bu hedefe insan, dış şeyleri değiştirerek ve onlara kendi icselliğinin damgasını vurarak ulaşır; orada sonradan kendi oz belirlenimlerini de bulur. İnsan bunu ozgur olarak ve dış dunyasındaki duygusuz yabancılığı ortadan kaldırmak ve şeylerin bicimi icinden kendi dışlaşmış gercekliklerini ortaya cıkarmak icin yapar. Cocuğun ilk icgudusu bu dış şeyleri bu pratik değişime uğratma amacına uygun olarak işler; cocuk su birikintisine taşları atar ve onların suda oluşturdukları halkalara hayran kalirken, onda kendisinin olduğunu benimsediği sezginin bir eserini bulur, işte bu gereksinme, cok ceşitli bicimlerden gecerek sanat eseri yapısını kazanan dış şeylerin kendi kendisini bu turlu uretim bicimine değin vanr. Barbar topluluklarda gorulen zevksizlik orneklerinin turlu ceşitliliği, cin!i kadınların ayaklarına uyguladıkları bicim bozan ve acı veren işlemler, Afrika kabuelerinde gorulen dudaklardaki, burun ve kulaklardaki kesikler, işte butun bu gibi suslemelerin nedeni boyle bir anlayışa dayanır. _Sanat, Tin’in Bir Gereksinmesidir._ _İnsan hangi gereksinme ue sanat eserlerini uretir? _Sanat, bir eğilimden, cok incelmiş, yucelmiş gereksinimlerden kaynaklanıyormuş gibi de gorunebilir; hatta ceşitli donemlerde sonatın (Uluya anlayışlarına bağlandığı ve en genel dinsel tasarımlımı uyduğunda en ustun hazzı, salt hoşlanmayı sağladığı du samlabilir. _Sanatın doyurup giderdiği salt ve genel gereksinme, kaynağını duşunen ve buince sahip bir varlık olan insan olgusunda bulur; yani sanat kokeni, varolanı, varlık bicimi nasıl olursa olsun, kendi icin bir varlık yapan insanda bulur. DoğadaJd nesneler yalnızca dolaysız olarak ve bir tek bicimde varolurlar; insana gelince, Tin olması nedeniyle o, cifte bir varoluşa sahiptir; once insan, bir yandan doğanın şeyleri ue aynı ad altında varolur, ama ote yandan da o kendi icin varolur, kendi kendisini seyreder, kendisini yine kendisine tanıtır, kendisini duşunur ve kendi icin bir varlığı kuran bu etkinlik nedeniyle de Tin’ den başka bir şey değudir. işte bu kendinin bilincini insan iki bicimde elde eder: ilkin kuramsal olarak insan yureğinin butun gizlerinin ve eğuimlerinin, tum devinimlerinin buincine varmak icin kendi uzerine eğilmesi, katlanması gerekir, genel olarak da kendisini seyretmesi, oz olarak nitelendirilen duşunceyi kendisine tanıtması ve sonunda dışarıdan aldığı verilerin icinde bulunanı, ozunun derinliliğinden cekip cıkardığım da (kendisinin) tanıması gerekir. ikinci olarak insan, kendisini pratik etkinliği aracılığıyla kendisi icin kurar; cunku o, kendisine dışarıdan sunulanın, kendisine aracısız olarak verilenin icine kendisini yeniden tanımak ve kendisini bulmak icin itilmiştir, iş te insan, kendi icselliğinin damgasını vurarak ve dışsal şeyleri değiştirerek varır buraya; onların icinde de kendisiyle ilgili belirlenimlerden başkasmı bulamaz, Dış şeylerin bu bicimini değiştirme gereksinimi daha cocuğun uk eğilimlerinde gorulur; su birikintisine taşı atan kucuk cocuk, su yuzunde oluşan halkalara hayran kalır, kendi oz etkinliğinin gorulmesini sağlayan bu bir tu r yapıta hayranlıkla bakar. İnsandaki bu gereksinme, nesnelerin bicimini değiştirmeye yonelik bu itki pek cok bicimlere sarılıp sarmalanmıştır ve bu durum sanat yapıtında bulunan dışsal ya da maddi şeylerin icinde kendisini gosterinceye kadar surup gider. _Fakat dışsal şeyler insanın bu bicimde işlediği tek şeyler değildir; onu aynı bicimde kendi kendisi ile, kendi oz bedeni ile kullanır, onu isteyerek değiştirir ve onu bulduğu durumda bırakmaz, işte barbarlarda gorulen butun suse benzeyen şeylerin, butun zariflik taslamaların, beğeniye karşı olmaların, cirkinleştirmelerin hatta tehlikeli uğraşuann durtusu (motivasyonu) burada yatar; orneğin, CihUlerin ayaklarınacektirdikleri acı ve buna benzer kulaklara ya da dudaklara yapılan işlemler, cizip yarmalar bu uğraşılar arasında sayılabilir. Yalnızca uygarlaşmış insanda, bicim ve davranış değişiklikleri ile butun oteki dışsal gorunuş değişmeleri tinsel bir kulturden kaynaklanır. _Sanata duyulan genel gereksinim demek oluyor ki ic ve dış dunyanın bilincine varmak icin inşam iten ussal bir gereksinmedir ve bu durum inşam, soz konusu olan bu her iki dunyadan kendisini yeniden tanıyacağı bir nesne yapmaya iter. _İnsanın boyle ussal ozgur temelinde yer alan zorunlu kokenini sanat, kendi bularak cekip cıkarır; eylem ve bilgi olarak ne varsa sanat hepsini insanın bu temelinden alır. _Sanat Bir Bilgi midir?_ _Sanat, insanın bir gereksinmesi olup tinsel ve duyusal olanın uyuşmasıdır. _Sanat yapıtındaki duyusal olan yan, Ide ile yani duşunsel olan ile ortak bir niteliğe sahiptir, ona katılır, ondan pay alır; fakat salt duşuncenin idelerinden farklı olarak, sanat yapıtındaki bu ideal unsur aynı zamanda kendisini bir şey gibi dışlaştırarak başka bir deyişle dışsallaşarak gostermek zorundadır. _Sanatta duyusal olan, zihinselleştirilmiş yani entellektualize edilmiş olan yalnızca şu duyumlarımızı kapsar: görme ve işitme. Koku almanın, tatmanın ve dokunmanın yalnızca maddesel cinsten elemanlarla alıp vereceği vardır ve onların doğrudan doğruya duyusal olan nitelikleriyle ilgilidir; koku alma, maddesel parcacıkların havada buharlaşma yoluyla ucmaları ile ilgili olup, tatma maddesel parcacıkların erimesi ile, dokunma da soğuk sıcak, duz ve kaygan olan ile ilgilidir. Bu duyumların sanatsal nesnelerle hic bir değeri yoktur. _Sanatta, duyusal olan tinselleştirilmiştir, cunku Tin sanatın icinde duyusal bir bicim altında gorunuşe cıkar. _Bir öykünme Olarak Sanat Gerçekliğe Bağımlı mıdır?_ _ Sanat, yeniden uretme eylemi yapay bir calışmadır, zira tablolarda, sahnede ya da başka bir yerde yeniden uretilmiş ya da bizlere yeniden sunulmuş olarak gorduğumuz canlı varlıkları, kırları ve insan durumlarını biz daha onceden evlerimizde, bahcelerimizde bulur ya da onlarla dar veya geniş olan dost cevremizde karşılaşırız. Diğer yandan bu yapay calışma, daha yakından bakıldığında, doğanın berisinde kalan bir tur kendini beğenmiş, kibirli ve mağrur bir oyuna benzer. Cunku kendi anlatım olanakları icinde sınırlanmış olan sanat, tek yanlı yanılsamalardan başka bir şey de uretemez ve bizleri yalnızca belli bir anlamda yanıltır. _Yalnız bir anlamda gercekliğin katışıksız gorunuşunu ve kısmi yanılsamalarını bize veren sanat, gercekten sanatsal temelli bir oykunmenin bicimsel amacına kendisini adadığı zaman, yaşayanın ve gerceğin yerine yani yaşamın gercekliği yerine bize yalnızca yasanım karikaturunu, onun sahte gorunuşunu aktarır. _Muhammetçilerde olduğu gibi, Türkler, insanın ya da butun oteki canlı varlıkların resminin yapılmasına veya onların bir kopyasının cıkarılmasına (reproduktion) hoşgoru gostermiyorlardı. J. Bruce, Abusina’ya yaptığı bir gezi sırasında bir Türke bir balık resmi gostermiş, resmedilmiş balık once Türkü cok şaşırtmış, fakat daha sonra o şu soruyu sormuştur: “Eğer bu balık, kıyamette, yargı gunu sana karşı kalkıp da, sen bana bir beden yaptın,bir vucut verdin, fakat canlı, yaşayan bir ruh veremedin derse bu suclamaya karşı kendini nasıl savunacaksın, nasıl haklı cıkaracaksın kendini?” Sunni ilkelerinin bulunduğu Sunna’da yazılı olduğu gibi, muslumanların peygamberi de, Habeşistan tapınaklarında bulunan resimlerle ilgili olarak kendisine soru soran iki eşine, Ummu Habiba’ya ve Ummu Selma’ya yanıt olarak şoyle der: “Bu resimler kıyamet gunu kendilerini yapanları yargılayacaklar ve mahkum edeceklerdir”. _Sanat yapıtlarında yetkin duzeyde bulunan bu yanıltıcı kopyaların ornekleri coktur. Zeuxis’in resmetmiş olduğu uzumler Antikite’den bu yana bir sanat şaheseri olarak anılmış ve doğanın oykunulmesinin bir zaferi olarak kabul edilmiştir; cunku pek cok guvercin bu uzumleri yemeye gelmişlerdir. Buttner’in maymununu gosterebiliriz; bu hayvan, Rosel’in ‘Insektbelustigen’ adını taşıyan cok değerli doğal tarih kolleksiyonunda bulunan bir mayısboceği resmini yemiş ve bu guzel kitaptaki diğer pek cok bocek resmini simgeleyen kopyalan tahrip etmesine karşın, sahibi tarafından bu resimlerin yetkinliğini kanıtladığı icin bağışlanmıştır. _Kant : _Zaman zaman karşılaştığımız gibi adamın biri yetkin bir bicimde bulbulun ‘tril’lerini yani bulbul sesindeki bir notayı bir ustteki notayla cok hızlı olarak sıralayıp ses titretmeleriyle suslemeyi oykunebilir, oyle ki kısa bir sure sonra bunu dinlemekten yorgun duşeriz; fakat bir insanın bu notaları taklit ettiğini oğrenir oğrenmez ezgi bize can sıkıcı ve tatsız gelmeye başlar ve o andan itibaren de o ezgide bir yapaylık, bir yapmacıklık goruruz; ve onu ne bir sanat yapıtı olarak ne de doğanın ozgur bir urunu olarak benimseyebiliriz. Onun icinde bir oyun ya da bir hileden başka bir şey goremeyiz; onda ne doğanın ozgur bir urununu ne de bir sanat yapıtı ozelliğini bulabiliriz. _Yeniden uretmesi de insanı sevindirip, eğlendirebilir. Ama bu yeniden uretme, modele benzedikce, kendisi bir sıkıntı ve iğrenme vermese bile, ona duyulan hayranlık ve hoşlanmada kendiliğinden bir soğuma olur. Size bulantı verecek kadar benzerlikler gosterdiği soylenen portreler vardır. _Diğer yandan bu oykunme becerisinin verdiği hoşlanma genellikle amirli ve gorelidir; insanın daha cok hoşlandığı şey de onun kendi derinliğinden, kendi ic dunyasından cıkardığı, kendinden urettiği şeydir. _ Sanatın nesnel bir ilkeye sahip olmadığını, guzelin ozel ve oznel bir beğeniye bağımlı kaldığını kabul edersek goruruz ki, sanatın kendi goruş acısından da bakılsa, doğanm oykunulmesi ustun guclerin ortusu altındaki evrensel bir uke gibi gorunse de en azından tamamiyle soyut olan bu genel bicim altında kabul edilemez. Ornek olmak uzere farklı sanatlara bakalım: eğer resim ve heykel doğal nesnelere benzerlik gosteren objeleri temsil ediyorlarsa, ya da bu iki sanatın ortaya koyduğu tip doğadan esaslı olcude odunc alınmışsa, buna karşılık kabul edilecektir ki, guzel sanatların bir dalı olan, mimari ve şiirin yaratılan da sıkı bir bicimde betimsel olmadıkları taktirde doğaya ait olan bir şeyi oykunmeyecekler ya da onların doğayı doğrudan oykundukleri soylenemeyecektir. Bu sanatlara bağlı kalarak sozkonusu ilkeyi uygulamak istememizin nedeni, uzun kıvrımlı bir yolu kendi kendimize katetmek durumunda olmamızdır. _Hakikate benzerlik kavramı ile yeniden buyuk bir gucluk ortaya cıkmaktadır; zira neyin hakikate benzer olabilir olduğunu, neyin olmadığını belirlemek soz konusudur; bundan başka da kokten bir bicimde şiirden tumuyle keyfi ve hayal gucune ilişkin olan buluşları ayırmak mumkun olmadığı gibi bunun yapılması da istenemez _İnsan Varoluşunun Celişkileri ve Onların Felsefe ile Çözülüşü_ _Gunumuzun ahlak kuramları, isteme yetisinin icinde, onun tinsel tumelliği ile duyulur doğal tikelliği arasında bulunan devinimsiz karşıtlığı cıkış noktası olarak alırlar; bu kuramlar, bu karşıt gorunumler arasında bir dolayım kurulmasında değil, onların karşılıklı savaşımında toplanırlar ve icgudulerin, odevle catışmalarında, odeve boyun eğmesini isterler. Oysa bu karşıtlık yalnızca bilincte ahlak eyleminin sınırlı alanında kendini gostermez, kendinde ve kendi Icin olanla, dış gercek ile varoluş arasında kesin bir bolunme ve karşıtlık olarak kendisini acığa cıkarır. Soyut olarak alınınca bu karşıtlık, tumelle tikelin, her biri ayrı bir yere sabit bir bicimde yerleştirilmiş iki gorunum olmak bakımından karalığıdır; daha somut olarak bu karşıtlık, doğada soyut yasa ile tikel ve kendine ozgu turde fenomenlerin yani gorunuşe cıkan şeylerin doluluğu arasındaki karşıtlık olarak ortaya cıkar. Tin’de ise bu, insandaki duyulur gorunuş ile tinsel olanın karşıtlığı, yani Tin’in bedene karşı savaşımı olarak belirir, odev icin odevin, soğuk ve katı buyruğun ozel cıkara, duygunun sıcaklığına, eğilimlere ve duyusal iştahlara karşı kısaca bireysele karşı savaşı olarak, ic ozgurlukle dış doğal zorunluluğun katı bir karşıtlığı olarak belirir; ve en son olarak da, kendinde cansız ve boş kavramla somut dolu yaşamın, kuram ve oznel duşunce ile nesnel varoluş ve deneyin celişkisi olarak belirip ortaya cıkar. _İşte bu karşıtlıklar refleksiyonlu (yansımalı, tepkeli) duşunmenin ya da felsefe okullarının bir yaratısı değildir; onlar insan bilincini pek cok bicimler altında hep kurcalamış ve tedirgin etmişlerdir. Ancak tum bunları karıp işleyen ve keskin bir celişki durumuna vardıran cağdaş kulturdur. _Tin, doğanın kargaşası ve katılığı karşısında onuru ve doğruluğu olumlu kılar, doğanın kendisine cektirdiği sefalet ve zorbalığı doğaya geri gonderir. Ama yaşamla bilincin bu ikiye bolunuşu, modem kultur ve onun anlama yetisi icin boyle bir celişkiyi cozme gereğini yaratır. _Acaba Sanat Arzuyu Tatmin Etmeyi Gozetir mi?_ ... ___ _Hegel Estetiği Üzerine_ _Estetik’inde Hegel’in izlemiş olduğu plan şoyledir: Sanatta ideal’in ele almışı. Sembolik sanat, Klasik sanat, Romantik sanat. _Hegel, Estetik’inin girişinde once genel olarak estetiğin bir tanımını vermeye calışır. Bu arada da sanat kavramının icerdiği ceşitli belirsizliklere değinir. Sanatın, insanın bir gereksinmesinden kaynaklandılmı vurgulayarak, estetik cağının gelmiş olduğunu ve onun da gecip gideceğini savunur. _Uzun bir girişten sonra gelen ilk kısımda sanatın uc tipi uzerinde duran Hegel, birinci bolumde ilkin sembolik sanat olarak betimlediği mimariyi ele alır. Mimarlık sanatını bir anlatım aracı olarak inceleyen filozof, sonra sembol duşuncesi uzerinde durur ve sembolik sanatın belli başlı niteliklerini ele alır; buna ornek olmak uzere de Mısır mimarlık sanatım gosterir. Hegel, Estetik’inin birinci bolumunun ikinci kısmında ise, klasik sanatın bir orneği olarak nitelediği heykel sanatmı ele alır, once yalın ve acık bir ifade bicimi olarak heykel sanatını goz onunde bulunduran filozof, sonra dar anlamındaki heykeli irdeler. Buradan da klasik sanatın temel niteliklerini serimlemeye gecer; klasik sanata ornek olarak da Yunan sanatını gosterir, bu konuya ilişkin pek cok serimlemeler yapar. Daha sonra ucuncu bolumde romantik sanat olarak betimlenen resim sanatının ele alındığını goruyoruz. Hegel’e gore resim, kaba anlatımın aşıladığı ve duygusal anlatımın ortaya cıktığı bir sanattır. Ayrıca resim sanatı tum boyutlarıyla hıristiyanlığın bir sanatıdır filozofa gore. Hegel, bu konuya ilişkin olarak gercekliğin resmi, resmedilişi uzerinde de durur; resim sanatındaki iki yanlılığı, dualismi gosterir. Estetik’in ikinci kısmmda ise muzik ve şiir ele alınır. Hegel, muziği duygusal anlatımın başka bir bicimi ya da duygunun başka turlu bir anlatımı olarak değerlendirir. Muziğin başlıca unsurları olan ses, ritm, armoni ve melodi uzerinde durduktan sonra, muziğin kendine ozgu işlevini araştırır. Guzel sanatlar felsefesinin ikinci bolumunde ise şiir karşımıza cıkmaktadır. Hegele göre şiir, duygunun en yetkin anlatım bicimidir. _Sanat alanında duyusal olan tinselleşmiş olarak ve tinsel olan da duyusal bir gorunuş altında ortaya cıkar. _Sanat ozsel olanı, evrensel olanı gorunuşe sunar; onlara bir dış gorunuş kazandırır, duygusal gorunuşlerin gercek değerini ortaya koyup gosterir ve onlara ‘Tin’ tarafından kuşatılmış en yuksek gercekliği kazandırır. Sanat, ‘Tin’in (Geist) kendini geliştirmek ve gercekleştirmek icin ulaşmayı amacladığı duraklardan biridir. _Gunumuzde Hegel’in sanat ve diğer konular ustundeki duşunceleri aşılmış olmakla beraber bu durum onun cağı icin taşıdığı onemi azaltmadığı gibi, felsefe dizgesi de cağımızda hala tartışma konusu olmayı surdurmektedir. ___ _Hegel felsefesi_ _Dialektik,' mantık, hukuk, estetik, felsefe tarihi, din tarihi, doğa felsefesi gibi butun bu alanlar Hegel’den aldıkları guc sayesinde yeni icerikler ve bicimler kazanmışlardır. _Bu buyuk Alman duşunurunun insan bilimleri (Sciences humaines) bakımından onemi onun her şeyden once, her toplumsal olguyu gelişmesi icinde, yani meydana gelişi ve yokoluşu icinde ele almasmdadır. insan bilimlerine ilişkin olguların, fenomenlerin başka turlu ele alınamayacağı da acıktır. Cunku toplumsal olgular gelişmeleri icinde ele alınmazlarsa ‘doğruluk-yanlışlık’ karşıtlığı donuklaşır, yani yanlışın doğruya donuşumu, doğrunun ta şıdığı yanlışlık payı kavranamaz. Doğru-yanlış arasındaki isabetli bir ayıklama ile burada gerceklikten bugiye geciş soz konusu edilmektedir. Bununla birlikte bu goruş iyi kavranılmadığı icindir ki doğru ile yanlış arasındaki soyut karşıtlık aşılamıyordu. Hegel’e gore, doğru ue yanlış arasındaki bu soyut karşıtlık, duşunen akim sık sık duştuğu sacmalıklardan biridir. Oysa yalnızca doğruluk (hakikat), hem kendisinin hem de yanlış olanın olcusudur _Hegel, kendisinden onceki felsefe dizgelerini yıpranmış duşunceler olarak yadsımaz, tersine bu kurumlanıl herbirini değerli, seckin, yuksek ve kendi donemi i<;iıı doğru bir felsefe sayar. Ona gore, ‘zamanın akışı icinde son felsefe, butun onceki felsefelerin bir sonucu olup hepsinin ukelerini kendinde taşımak zorundadır” Yine ona gore, her felsefe, “kendi cağının duşuncede kavranılmasıdır”. _Hegel yalnız felsefeyi değil dini, hukuku, bilimi ve sanatı da belli bir donemin ya da zamanın doğal ve de zorunlu urunu olarak gorur. Zaten felsefe, hukuk, din, sanat, bilim ve hatta teknik gibi butun bu insansal beceri alanları birbirlerine sıkı bir bicimde bağlıdırlar: _Hegel’de sistem ya da dogma ue anti-sistem ya da dialektik bir arada bulunmaktadır. _Hegel’de mantık, katışıksız duşuncenin bir yaratması değu, fakat ‘doğanın onceden bir soyutlanması’ urunudur: _Hegel’ de gecen ≪Geist≫ın, Aristoteles’de gecen ≪Dunamis≫ kavramı ile bir kesişme icinde olduğunu one surebiliriz. Hegel’de Tin’ in (Geist) ozu olan ozgurluk, Platon’un Demiurgos’u ve Aristoteles’in Dunamis’i icin de duşunulebilir. Hegel, bu konuda şoyle der : ≪Tin’in temeli, ozu ö z g ü r l ü k t ü r » (Die Substanz, das Wesen des Geistes ist die F re ih e it). Tin kendi – kendisine - ve - kendi - b aşına - bir - varlıktır. Bu da ozgurluktur≫ _Feomel mantık, bir bicim olup, icerikten (objeden) yoksun, yani ici boş bir duşunce kesinliğidir. Bu mantığa gore A=B ve B=C ise A=C ’dir. Oysa Hegel’e gore A =A bile değudir, olamaz. A’nın ağac olduğunu duşunelim: biz, ağac kendi kendine eşittir ya da ozdeştir deyinceye kadar, o ağactan bir yaprak duşecek, dalında bir tomurcuk acacak, kısacası biz yarım saniyede A=A ’dır deyiverinceye kadar ağac yarım saniye daha yaşlanacaktır. Demek ki A =A ancak, soyut olarak verilmiş bir yargıdır. Fakat A’ya bir icerik bulur da onu duşunulene bağlayacak olursak, o zaman yargımızın doğru olmadığını, hicbir varlığın kendi kendine eşit kalamadığını ve her şeyin surekli bir oluş icinde hep değiştiğini goruruz, imdi Hegel’e gore ‘Varlık’ kavramı ici en boş, en soyut olan kavramdır. Cunku gercekte ‘Oluş’ vardır; ‘Oluş’ icinde hicbir varlık, yanlız kendisi olarak kalmadığından, değişerek başkalaştığından, hicbir varlık salt yani katışıksız, duru değildir. Başka bir deyişle, oluş duzeni icinde hicbir varlık salt olarak kendisi değudir. Mutlak varlık, varlık gelişmelerinin hic bir anında bulunmadığından salt varlık, salt yokluktur. Cunku mutlak varlık, mutlak olarak yokluktur. Bu celişme de oluşan yasasıdır. kavram olarak mutlak durumunda bue ‘Varlık’, ‘Yokluk’ olarak celişmeyi kendinde taşıyor. Bir varlığın kendisiyken başkalaşarak yok olması ve yok olurken de başka varlıkta var olması kendisiyle celişmesidir; bu celişme icinde gelişmek de yok olarak var olmak demektir. Hegel’e gore celişmek gelişmektir; celişme yasası, oluşun duzeni ve bu duzenin buincine varış da ‘Geist’tır. Varlığın gelişmesinin butun durumlarım kapsayan bu duzene ‘Saltık’ (Mutlak, Absolut) denebilir. Oluş duzeninin bilincine varış ise ‘Us’tur (Aku). Akıl duzeniyle oluş duzeni birlikte işlerler. Varlık ile yokluk celişmesi oluşta cozume ulaşır. Hegel’de her varlık sınırlılığı gerektirir; sınır olmasaydı, varlıktan varlığa gecmek, yani gelişmek de olamazdı. Sınırsız oluş bir bakıma sının da gerektiriyor. Sınırlı olanlar, yani varlıklar, sınırsız olanın, yani oluşun dışında değil fakat icindedirler. Eğer sınırlılar yani varlıklar, sınırsızın yani oluşun dışında olsaydı, sınırsız sınırlılarla sınırlandırılmış olurdu ki bu da olamaz. Cunku sınırsızın sının olmaz; ama sınırsızın kendi icinde sınırlılara bolunmesi olabilir. Oluş varlıklarda belirip ortaya cıkınca, kendi sınırsızlığı icinde sınırlı olur. Bu ise bir ic-celişmedir. Bu iccelişme ile varlıklar olur ve celişme oluşun yasasıdır. Oluş sonsuzluğu ile celişerek sınırlanınca ortaya bir varlık cıkıyor. Varlık, sınırlarının otesinde tukenince yok oluyor ve onun yok olduğu sınırda başka bir varlık başlıyor. işte varlık sınırsız değil, oluş sınırsızdır goruşuyle Ontolojiye ters duşen Hegel, varlık-yokluk celişmesini oluşta, smırlı-smırsız celişmesini de varlık dizilerinde cozume ulaştırır. her varlık, otekilerden ayrılmakla dizisinde değil ama kendi sınırlan icinde yalnız ve tektir. İşte btı kendi kendisi olarak tek oluşa Bireylik (Individualitat) diyoruz. Smırh-sınırsız celişmesinin doğurduğu birey icin şunlar soylenebilir: Birey varlığı, sınırsız oluşun, varlıklar dizisinden birinin sınırlan icinde var oluşudur. Başka bir deyişle, var olmak, ancak belirli sınırlar icinde olabileceğinden ‘Birey’, sınırsızın belirli sınırlar icinde var olmasıdır. Birey, birey varlığının sınırlan icinde var olıuı an sınırsız ve bu sınırsızların dışında yok olan sınırlıdır. Demek oluyor ki ‘Birey’ oluş yolunda, yani nitelikten niceliğe geciş olarak, dizilen nice varlıkların taneleri olmakla, niteliğin niceliğe donduğu varlıktır. Kısacası ‘Birey’, sınırlı olan sınırsız, nicelik olan niteliktir, ___ _Hegel_ _Devlet Filozofu. Akademide Profesörler profesörü. Mantık Bilimi adlı yapıtı ile 'Modern zamanların Aristoteles’i olarak söz edilir. _Öğrencilerinden biri: “Hegel’in derslerindeki derinliğin, yoğunluğun ve ciddiliğin tadına bir kez varan herhangi biri, onun akıl yürûtmelerindeki etkileyici gücün ve zamanının esinlendirmiş olduğu güçlü özgür düşüncelerin büyülü çevresine nasıl yavaş yavaş ve bir daha kopmaksızın bağlandığını ve onun tarafından sürüklendiğini yaşamak durumunda kalır” _Hegel, maliye ve ticaret ile ilgili yüksek devlet memurluklarında, sınav jürilerine başkanlık etmek, konferanslar vermek, resmi raporlar kaleme almak gibi işler bulunmuştur. Müziğini pek gürültülü bulacağı Beethoven kendisinden üç ay sonra dünyaya gelecektir. Hegel bu sıralarda Rousseau’yu okumaktadır ve ondan çok etkilenir. Boş zamanlarında, her alanda kültürünü genişletmeye ve yetkinleştirmeye adar kendisini. Schelling’in aracılığıyla Jena Üniversitesinin öğretim kadrosuna katılır. Gezegenlerin yörüngelerine ilişkin görüşlerini Newton’un gök mekaniğine karşı çıkarak öne sürer. _Prusya bürokrasisi tarafından desteklenmişse de, Saray ondan kuşkulanmış ve 1821’lere doğru çıkan ve son büyük yapıtı olan Hukuk Felsefesi Dersleri nedeniyle de yaşlı muhafazakârlar, liberallerin aksine kendisinden hoşnut olmamışlardır. _Öğrencilerinin de belirtmiş oldukları gibi Hegel’in, ne çekici ve ne de hoş ve gösterişli bir görünüşü vardı; yüzü pek solgun, yumuşak ve sarkmış çizgilerle dolu, gevşemiş ve uyuşmuş izlenimi veren bir görünüşteydi. Kürsüsündeki özentisiz duruşu, yorgun bir hava içinde kendini koyvermiş hali, başını önüne (düşmüş gibi) eğmiş, sözleri hep ikircikli, kararsız ve duraksamalı, hafif ve kısa kısa öksürüklerle sık sık kesilen, boğuk sesli ve swab aksanıyla konuşan biri idi Hegel. Ders saatleri dışında kendisine öğretisine ilişkin soruiar sorulmasından pek hoşlanmazdı; ve böyle bir durumla karşılaştığında da belirsiz bir takım el kol hareketleriyle yanıt verir veya kitaplarına baş vurulmasını önerirdi. _Kültürsüz burjuva topluluklarıyla bilgiççe görüşmeler yapmak yerine bu kâğıt oyununu sık sık yeğlerdi. Buna karşılık bütün gecelerini bir gaz lambasının ölgün ışığında kitaplarını yazmak ya da derslerini hazırlamakla geçirirdi. ___
··
327 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.