Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

_Kanatsız uçmaya kalkışma! _Ham, pişkinin halinden anlamaz; öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm. _O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma! _Hakiki olan vaadleri gönül kabul eder; içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaadleri görünen hazinedir; ehil olmayanların vaadleri ise gönül azabıdır. _Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. _Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök, dedin. _Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin. _Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer. Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin! _Her memleket halkının ilâcı başka başkadır. _“Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara lâyıktır. Korkusu olmayana nasıl ”korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki! _Edebi olmayan namert, yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur. Edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür. _İnsan gözden ibarettir. Geri kalan sadece bir deridir. Hiçbir göz, aynı anda hem önünü, hem de ardını göremez. 2 parmağını 2 gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et! Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin parmağında. Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör. Nûh’un ümmeti, Nûh’a “Nerede sevap?” dediler. Nûh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz,” dedi. Göz de, dostu gören göze derler. İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir. __ _Hamdım, piştim, yandım. Ömrümün özeti işte bu üç sözden ibarettir. _Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı? _Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir. İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte. __ _Ben nice padişahlar gördüm, nice savaşlara katıldım, nice aslanlar bulunan ormanlara daldım ama yüzümün rengi bile kaçmadı ama bu gölgede uyuyan tanrının elçisinin heybeti karşısında titremeye başladım. _Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur. _Hâl, güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur. Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır. Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir. _Aynan, bilir misin, neden gammaz değil? Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan! _Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak her gözde, kulakta o nur yok. _1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek ve kadın, herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş, kalp isterim ki, iştiyak derdini açayım. Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar. __ _Aşk_ _Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim, asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti. Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. _Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -- dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın -- yaraşır söz değildir. _Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur. _Zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur _Yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım; Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana 100 babadan daha şefkatliyim. _Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder. _Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur, âşık bir ölüdür. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona! _Ney, dosttan ayrılan kişinin haldaşıdır. __ _Dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi. Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın, ne kucağın kalır, ne belin! İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur. Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti! _Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur; dedi. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.” Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir. __ _Elçi, ya Emirü’l-mü’minin! Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi. Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar. Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer. Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi. Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı. Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner. O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır. Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı! Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir. Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?” der. İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır. Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma, ki Tanrı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin. Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zâhiri duygudan gizli söz. Can kulağı ile can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir. Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar. Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir. Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur. Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler. __ _Kanaatkâr_ _Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş ve altın’ın esiri olacaksın?_Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini. Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu. Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi. Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi; Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz! _Diken_ _Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi? Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar. O diken çıkaran hekim, üstattır. _Edep_ _Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur. _Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu. Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarmısak, mercimek” dediler. Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı. Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi. Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar. İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür. ___ _Hikâyede "Hakikatta o, Bizim bugünkü halimizdir" deniyor. Padişah bir halayığa âşıktır, halayık da başka birisini sevmekte. O sırada Tanrı tarafından bir hekim geliyor. Bu veli hekim, halayığın hastalığını anlayıp rakibi ortadan kaldırıyor, padişah da nihayet mecazi aşktan kurtulup hakikata ulaşıyor. Acaba Mevlâna, birisine âşıktı da Şemseddin-i Tebrizî, o sırada mı geldi? Bu gelen veli hekimin Şems'e işaret olması çok mümkün. Nitekim 118 inci beyitten itibaren açıkça Şemseddin öğülmekte. _Padişah ve Halayık_ _Padişahın bir halayığa âşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri: _Padişah, bir gün av için giderken, bir halayık gördü ve kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. O halayığı satın aldı. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı. _Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış! Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım o. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı o aldı.” Hepsi birden dediler ki: “Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.” İlâç ve tedavi nev’inden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı. O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı gözyaşı ırmağa döndü. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu. Secde yeri gözyaşından sırsıklam oldu. “En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin. Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı. Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir. O gelen hekimdir. Vade zamanı gelip gündüz olunca, güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca: Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu. Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş; Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör! Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür. Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir. Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu. Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı. Her ikisi de âşinalık öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı. Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar. Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi. Padişahın, kendisine rüyada gösterilen veliyi kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti. Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı. “Nihayet sabırla bir define buldum. Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün mânası. Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider. Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elini tutan sensin. Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü. _Padişah, hastayı görmek üzere hekimi götürdü. Hekim muayeneden sonra dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.” Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. _Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır. Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten. Âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim, asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti. Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme. Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur). Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez. _ “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu öğmekten âcizim. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -- dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın -- yaraşır söz değildir. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! _O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi: Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır. Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu. Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı. Semerkant’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim; Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım; Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim; Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla. _Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur; dedi. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.” Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir. Altın ve gümüş gizli olmasalardı, madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül azabıdır. _Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi? Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar. O diken çıkaran hekim, üstattı. Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi. _Hekim, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.” *Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’e elçiler yolladı. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin. Adam; çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrılıp neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı! Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden! Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte! Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.” Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti. Hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu. Zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur. Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi. Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur. _Kuyumcu: ”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim sâf kanımı dökmüştür. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler. Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü. Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz! Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur? Duvar gerçi uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder. Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu. Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez. Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder. _ O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı. Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi. Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver. _Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak! Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı? Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir. İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir. Eğer işi Tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü görünüyordu. Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var. _Sen kanatsız uçmaya kalkışma! O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma! Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir. Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüssün; iyice bak! *********** _Beyitler_ _"Kimde bu ateş yoksa, yok olsun" cümlesinin mânası, "o da bu ateşle yansın, erisin, yok olarak hakikî varlığa ulaşsın" demektir. _Musa, Tanrı'dan görünmesini dilemiş. Tanrı, göremeyeceğini, fakat dağa tecelli edeceğini, dağ yerinde durabilirse görmesi ihtimali olduğunu söyleyip Tûr'a tecelli etmiş. Tur, zerre zerre olmuş, Musa da düşüp bayılmış, kendisine gelince tövbe etmiştir. _İsrailoğullarına çölde bulut gölgelik etmiş, gökten pişmiş, kebap olmuş kuşla kudret helvası yağmıştır (Bakara). İsrailoğulları Musa'dan sarmısak, mercimek, soğan ve saire isteyip bir çeşit yemekten bıktıklarını söylemişler, bunun üzerine yokluğa, alçaklığa düşmüşler. Tanrı'dan gazap olarak veba hastalığına uğramışlardır. _Usturlap, üstüne gök küresinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir alettir. Bununla gökteki yıldızların mevkii ve bilhassa güneşin doğuş ve batışiyle zeval vaktinin saati tâyin edilir. 17. sayfa ___ 39. ___ _Elçi ve Ömer_ _Kayser Elçisinin, Ömer’i bir ağaç altında uyur bulması: _Hurma ağacının dibinde, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör,” dedi. Ömer’i görünce titremeye başladı. Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum. Onlardan ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı. Birçok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi. Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir titremekte; bu ne? Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor,” dedi. Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar. Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı. Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “önce selâm sonra söz” demiştir. Onu teskin etti, _“Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara lâyıktır. Korkusu olmayana nasıl ”korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki! Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı. Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı; Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti. _ Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından, Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti. Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı. Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti. _Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir. Sen, dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme. Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir. İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte. ___ _Adem – İfrit_ _Hiçbir göz, bir anda hem önünü, hem ardını göremez. Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin? Ey oğul! Tanrı, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz. Âdem Aleyhisselâm’ın “Rabbenâ zalemnâ“ diye hatayı kendisine isnadetmesi, İblîs’in “Bimâ agveyteni“ diyerek suçu Tanrı’ya yüklemedi. Günah ettiği halde edebe riayet ederek Tanrı’ya isnad etmedi. Tanrı’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu. Âdem, tövbe ettikten sonra Tanrı, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?” O benim taktirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi. Adem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Tanrı, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi. Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer. Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin! Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın: Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el. Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkân yoktur. İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün? Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki. Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir. Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır. _Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi. Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir. Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir. Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktazî kalmadı. Bir gören kişinin. Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır. Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki? ***************** Mevlana Sözleri _Şarap içen akıllıysa daha ziyade akıllı olur. Kötü huylu ise büsbütün berbat bir hale gelir. Fakat insanların çoğu kötü ve ahlâksız olduğundan şarabı herkese haram ettiler. Hoşa giden her şey haram kılınmıştır ama bu halk için bir delil olamaz. Yoksa; ney, şarap, çalgı, güzel yüz ve saz alemi, olgun kişilere ziyan vermez. Ama bilgisiz halka yasaktır. _Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü, inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü. Kâfirlerin dışı pis değildir. O pislik onların din ve ahlakındadır._Oklar ve süngüler önünde kafirlerin kanı mübahtır. Çünkü onlar, işe yaramaktan uzaktırlar. Onların karıları ve çocukları da esir sayılır. Çünkü akılları yoktur, merdut ve aşağılık kişilerdir._ Din düşmanlarının başına kılıç ol, kurt gibilere ateş saç_ Cahil olanların merhameti azdır. Hiçbir kafire hor gözle bakmayın. Müslüman olarak ölmesi umulur çünkü. İnanan kişi, işlerini Allah emretti diye yapar. İnanmayan ise, mücadele ve gösteriş olsun diye yapar. Böyle inatçı kişilerin başlarına toprak saç. Kibriya güneşinin şu anından mahrum ve ışıksız olan gönül evi, Yahudilerin canı gibi dar ve karanlıktır; Tanrı, müşrikler, tâ ezelden pislik içinde doğduklarından onlara “Necis-pis” demiştir. Pislik içinde doğan kurt, ebediyen huyundan dönmez, _Mademki rızkı taksim eden Allah’tır, o halde şikâyet küfürdür. Sabır gerekir. _Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil kilimin tozunu almaktır. _Doğruların yemin etmeye ihtiyacı yoktur. _Testide ne varsa dışına o sızar. _Üstünün dostu ol ki üstün olasın. _Yaşamak direnmektir, sevmek güvenmektir. Unutma; insan çoğu zaman dünyanın hakimi, bazen de küçük bir kalbin esiridir. _Yüz kişinin içinde aşık, gökte yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur _Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol. _Cibilliyetsize ilim öğretmek, eşkıyanın eline kılıç vermektir. (Cibilliyetsiz: Sütü bozuk, soysuz, kötü) _Domuzların önüne elmaslar serilmez. Mücevherden ancak sarraflar anlar. Ne fark eder ki kör insan için elmas da bir cam da, sana bakan kör ise kendini camdan sanma. Eşeğe, katır boncuğuyla inci birdir. _Eşekten şeker esirgenmez ama eşek yaratılışı bakımından otu beğenir. _Pekmez içinde ne kaynatılırsa pekmez lezzeti alır. Bilgi nura karışırsa inatçı ve kötü kişiler bile bilgiden nur bulur. _Edepli Edebinden Susar. Edepsiz de Ben Susturdum Zanneder.. _Edep, her edepsizin edepsizliğine katlanmaktır. Ehil olmayanlara sabretmek ehil olanları parlatır. _Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok. _Gerek yok her sözü laf ile beyana. Bir bakış bin söz eder, bakıştan anlayana _Gül düşünür, gülistan olursun. Diken düşünür, dikenlik olursun! _Gözyaşının bile görevi varmış; ardından gelecek gülümseme için temizlik yaparmış. _Her birimiz tek kanatlı melekleriz ve bizler ancak birbirimizi kucaklayarak uçabiliriz _İnsan düşünceden ibarettir, geri kalan et ve sinirdir. _Hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre değişmez ki; ha bir altın çalmışsın ha bir iğne. _Hırsla dolu aşağılık ve haram yiyici kişi, o sayı günü domuz şeklinde dirilir. _Irz ve namustan mahrum olanlar, millet ve vatan hissi taşımazlar. _Kargalar gülistanı işgal ettiklerinde bülbüller siner ve susar. Karga, gül bahçesinde gezmekle bülbül olmaz. _Kuru duayı bırak! Ağaç isteyen tohum eker! _Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Şaşılacak olan odur ki bu kuzu, kurda gönül bağlamış, aşık olmuştur. _Leş, bize göre rezildir ama, domuza, köpeğe şekerdir, helvadır. _Nefsinin istediğini yapıp da bir de “inşallah” demek Allah’la alay etmektir. Kimi kandırıyorsun? _Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakilerin anlayabileceği kadardır. _Safları dağıtanı aslan sanma. Asıl nefsini ezebilen aslandır. _Acı su da, tatlı su da berraktır. Sakın görünüşe aldanma. _Açlık, ilaçların padişahıdır _Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir. _Aşk nasip işidir, hesap işi değil. Aşk adayıştır, arayış değil. Sen adanmış ve yanmışsan bu uğurda, aşk sana uzak değil! _Aşk, bir uçurumdan düşmek gibi bir şey, işte bu yüzden sevgili'ye "yar" denir... _Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de. _Arslanın boynunda zincir bile olsa, bütün zincir yapanlara beydir arslan. _Ayna ile terazi, birisi utanacak diye doğru söylemekten sakınır mı? Ayna ile terazi, öyle doğru mihenk yerleridir ki sen onlara iki yüz sene hizmet etsen sonra aynaya desen ki Ben sana bu kadar sene hizmet ettim, beni çirkin gösterme" Teraziye desen ki Yalvarırım sana, eksiğimi açığa vurma" Onlar sana cevap verir de derler ki "Zavallı, herkesi kendine güldürme, " Ayna ile terazi hile bilmezler _Beni yabancı saymayın, buralıyım ben. Düşman değilim, öyle görünsem bile. aslım Türktür, Farsça konuşsam bile _Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir. Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır. _Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla, ışığından bir şey kaybetmez _Bir iri adam bir oğlanı ele geçirdi. Adam dedi ki Güzelim, emin ol... sen benim üstüme bineceksin. Bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür." İnsanların suretleri de böyledir. Dışardan adam görünürler, içerden melûn Şeytan! Ey Âd gibi ipiri adam, sen rüzgârın tesiriyle dalın vurduğu davula benziyorsun. _Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak aramamak demektir. _Dibini görmediğin suya dalmadığın gibi, emin olmadığın sevgiye teslim etme kendini. _Mademki insanın yaratılmasındaki maksat, Tanrı'ya ibadet etmesidir, ibadete yanaşmayan kişinin ibadet yeri cehennemdir. Ben, insanları, cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım _Dertli bir adamın dumanlarla dolu bir gönül evi vardır; derdini dinlersen o evde bir pencere açmış olursun. _Dostun yanına hediyesiz gitmek, buğdaysız değirmene gitmek gibidir. _Müslümanca yaşamak istersen Kur’ân’a sarıl; çünkü, onsuz islami hayat mümkün değildir. _Ey gönül! Gülü seviyorsan dikenini de seveceksin, deryayı seviyorsan dalgalarını da seveceksin, vuslatı seviyorsan firakını da seveceksin, sevgiliyi seviyorsan nazını da seveceksin, hayatı seviyorsan ölümü de seveceksin. _Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır. _Aşkın dile düşmemesi, söylenmemiş kalması ve gönülde duyulması daha parlaktır. _Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır. _Kim benliğinden kurtulursa bütün benlikler onun olur. _Sarhoş, cinayeti yapar da sonra özrüm vardı, kendimde değildim" der. Kendinde olmayış, kendiliğinden gelmedi sana, onu sen çağırdın. _Sıkıntılar, Sevgili'nin gönderdiği misafirdir; gelir ve gider. Önemli olan, gönderenin hatırına o misafire sabredebilmektir. _Muhabbet ve merhamet, insanlığın; hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır. _Mum olmak kolay değildir... Işık saçmak için önce yanmak gerek. _Ömrümün özeti şu üç sözden ibarettir: Hamdım, piştim, yandım. _Öfke rüzgar gibidir, bir süre sonra diner; ama birçok dal kırılmıştır bile. _Senin için başkasını terk eden, başkası için de seni terk eder. _Sukŭnetim asaletimdendir. her lâfa verilecek bir cevabım var.lâkin; Bir bakarım lâf lâf mı diye , bir de bakarım söyleyen adam mı diye. _Mesnevî, Fars diliyle yazılmış. Selçuklu dönemi tarihçisi Mikail Bayram, Mevlana-Ahi Evran mücadelesine değinir ve Mevlana'yı Moğollardan maaş alan bir ajan olmakla suçlar. Anadolu'da Moğol direnişinin örgütleyicisi Nasrettin Hoca'nın katilidir. ******** _Mevlana'dan Şems'e Aşk Mektupları_ _Sevgilim, hünkârım, aşk mabedim. Ayaklarını öpen dağ olayım. Yürüğün yollara toz olayım. İnadı bırak da gel. Ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. Derdimin dermanı, dudaklarından aldığım öpücüktür. Ben senim, sen de bensin. Musa aşkına, İsa hatrına, Muhammed nuru için gel şems. Konya artık aşk kokmuyor. Senin Mevlânan. _Ah ah! Çilem, aşkım, kederim, acım, gönlüm! 40 senedir beklediğim, geç bulduğum, şimdi yoksun. Sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. Bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. Dışında olamadığım, içinden çıkamadığım. Varım yoğum sensin. Sen de yoksan, ben bir hiç'im bilmez misin? Seninle öyle doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. Damarlarımda akan kan, sendin. Göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Seni teneffüs ediyordum. Hicran kanatları beni gökten yere indirdi. Oysa seninle kanat çırpıyorduk. Çöldeki kumlar kadar susuzum, gelişin nisan yağmuru olsun. Gönlümün nisan yağmurlarıyla ıslanan gülü açmayacak mısın halâ? Biz birbiriyle genişleyen, kenetlenen ve sonsuzlaşan tek ruhuz. Nasıl bir pınarsın sen şems? İçtikçe susadığım. Nasıl bir ateşsin sen ey şems? Yandıkça serinlediğim. Senin aşkın yüzünden bütün dünya beni kötülese pervam olmaz. Aşk suskunluğumdu benim, yangınımdı, vurgunumdu, yazımdı, yasağımdı, itirafımdı, heyecanımdı! Bu ayrılık, yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında? Öyle yandım ki; sen yandıkça, ben yanayım! Sen dondukça, ben de donayım! Acının koynunda içime güneş doğmaz oldu sen gittin gideli. Saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden ama sen halâ dönmüyorsun! Düşüncelerim, kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz. Şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana. Yanan alnım, avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin. Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez. Zümrüd-ü anka gibi kendi külümden doğar ve turnalar gibi kanat vurarak, yine revan olurum yollarına! Gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum. Bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız, kanım donuyor, sıcağın yok ki yanımda! O ayrılıktan kahroluyorum. Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Ey kalbimizde olan nur gel, hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun, hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk, her yalnız aşık değildir, ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. Tek varlığım ve tek yokluğum, yaram ve merhemim, kazanmadığım ama hep kaybettiğim. evet, buydu aşk! Ey cennetin, cehennemin elinde olduğu kişi, bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme! Meryem, isa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. Gelsen de ayaklarını yıkayan olsam. _Özledim, ey şems özledim, çık gel allah aşkına! Aşkın insanı olgunlaştırdığını da öğrendim artık. Bu yaşıma kadar kimse öğretmedi bana aşkın karşılıksız olduğunu. Şükürler olsun “sana” bana hayatta öğretilmeyenleri hissettirdin. Hayatımın son basamaklarında bana böyle bir aşkı yaşattın. Seni sevmeme izin verdiğin için teşekkür ederim. _Güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? Sıcaktan düşüp bayılan mı? Hayır. Güneşe yolculuk yapan mı? O da değil. Gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı. _Ey dünyanın zarifi! Benim hastalığım ve sağlığım senin elindedir. Eğer vücudumla senin hizmetine ulaşmazsam ruhum ve kalbim senin yanındadır. Kim gücendirdi senin o nazende yüreğini. Aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. ._Güller şems diye açmıyorsa, gülün kokusunu neyleyeyim, şems'siz sofranın balını böreğini neyleyeyim. Sözlerin kulaklarımda halâ taze, tebessümün geliyor gözümün önüne, vuslat gibi güzel bir sabah güneş gülüşlerin. _Şiiir : Çöldeyim, susuzum, kuyularda yusuf’um, sözlerin bana züleyhâ, ateşlerde ibrahim’im, gözlerin bana derya, sancılar içinde meryem’im, bakışın bana isa, yaralar içinde eyyub’um, hasretin bana şifa, ölüler içinde bir ölüyüm, ellerin bana musalla. ******************* _Mesnevi ve Şerhi_ _Şerh, gizli olan bir şeyi acıp meydana koymak demektir. “Derdinin şerhini soyliyeyim,” der Mevlana. _Pir: Muhakkak Allah Teala vaaz edicilerin diline, dinleyenlerin himmeti kadar hikmet telkin eder" _Bir kimsenin diğer bir kimsede gördüğü ilk kusur kendi nefsinin pek âşina olduğu bir kusurdur. Perde-i gayb açılmış olsa idi, hiçbir kimsenin bir kimse ile alay etmeye aslâ mecâli kalmaz idi, herkes birbirini mâzur görür idi. Ahmed Avni Konuk _”Bu ney’i dinle, nasıl şikayet ediyor?” _Hz. Pir: "Bu neyi dinle" tabiriyle, kendi mubarek vucudlarına işaret buyururlar. Cunku ney’in ici boş olup, ufleyen kimsenin nefesi, ondan ses cıkarır. İnsan-ı kamilin "ney" gibi boş olan vucudundan meydana gelen fiiller, ancak Hakk’ın tasarrufuyladır. _Mesnevi-i Şerif’e "dinle" hitabı ile başlanması, insani kemalattan olan ilim ve irfanın, insanda kulak yolundan oluşacağına işarettir. _Peygamber, padişahlık azametine sahip ve şöhret icinde idi. Ancak yine ilk yaşayışa donduğunde "Keşke peygamber olmasa idim ve bu aleme gelmese idim" der. İşte, Muhammedi varis olan insan-ı kamillerin, ayrılıktan şikayetleri de bu turdendir ve şikayet değil hikayedir. _”Ney der ki, beni kamışlıktan kestikleri zamandan beri, figanımdan erkekler ve kadınlar inlemişlerdir.” _Eğer bu ney de, kamil bir ustat tarafından tesviye gorup ve ici boşaltılırsa, guzel bir ney haline gelir. Erkek"ten kasıt, nefsani hazzına mağlub olmayan kamil ve arif şahıslar; ve "kadın"dan kasıt da, nefsani hazlarıyla ve benliği ile meşgul noksan ve cahil şahıslardır. _”Her bir kimse ki, o kendi aslından uzak kaldı, tekrar kavuşmasının zamanını ister.” _Butun bu dunya aleminin suretleri, Hakk’ın hakiki vucud denizinin dalgalanmasından oluşan kopuklerdir. Bu kopukler yine o hakiki vucud denizinde mahvolurlar. İnsan-ı kamilde bu hakiki asla ulaşmak iştiyaki zahirdir. Noksan insanda ise bu iştiyak batındır. İnsan-ı kamil, bu dunyanın suretleriyle eğlenemez ve zevk edemez. Noksan insan ise bu batında olan iştiyakini tatmin icin, zevk edeceğim ve eğleneceğim diye cırpınıp durur; fakat neticede her şeyden bıkar. Sebebini idrak edemediği bir zevksizlik ve ıztırap icinde yaşar. _Pir: "İnsanda bir aşk, bir taleb, bir ıztırab ve bir istek vardır ki, eğer bu alem mulkunun yuz bin katını verseler, rahatlamaz. Bu halk, her bir bilgiyi ve işi ve san'atı ve mevkiyi ve ilimleri ve yıldızları, ve diğer şeyleri ayrıntılarıyla tahsil eder ve asla gonlu rahatlamaz; cunku amac olan şeyi elde etmemiştir. Sonucta sevgiliye "dil-aram yani gönlü rahatlatan" derler. Yani gonlu onunla karar bulur ve rahat eder. _İnsan, gormediği ve işitmediği ve anlamadığı şeyin talib ve aşıkıdır; ve gece gunduz onu arar durur. Ben gormediğimin kolesiyim. Herkes anladıkları ve gördükleri şeyden usanmışlardır ve kacıcıdırlar. İşte bu sebepten dolayı felsefeciler ru’yeti yani Cenab-ı Hakk’ı goruşu inkar edicidirler; cunku onlar derler ki, gorduğun zaman doymak ve usanmak mumkundur, Cenab-ı Hakk’ı gorup usanmak ise mumkun değildir. Her bir anda yuz bin renk gorunur. Eğer yuz bin tecelli etse asla birbirine benzemez. Sonucta sen de şu anda Hakk'ı eserler ve fiiller icinde goruyor- sun. Her an turlu turlu muşahede ediyorsun; cunku bir fiil, bir fiile benzemiyor; sevinc anında başka tecelli ve korku ve umit anında başka tecelli. Mademki Hakk’ın fiilleri ve O'nun fiil ve eser tecellileri turlu turludur ve birbirine benzemez; bundan dolayı O'nun zati tecellisi de böyle olur. _Pir: "Hak Teala nebileri ve evliyayı, buyuk ve berrak sular gibi irsal etti ve gecerli kıldı. Kucuk ve boyalı bulanık sular, onların icine akıp dahil olunca, kendi bulanıklıklarından ve gecici olan renklerden kurtulurlar. Bundan dolayı kendisini safi gorunce "Ben evvelce de boyle saf idim" diye evvelki halini hatırlar; Şimdi...O bulanık sulardan bazıları, o safi olan buyuk suyu tanıdı, "Ben ondanım, o bendendir" diye karıştı; ve bazıları bu buyuk ve safi suyu tanımadı ve onu, kendinin ve cinsinin gayrı gorup, deryaya karışmamak ve bu karışmadan uzaklaşmak icin, renklere ve bulanıklıklara iltica etti, _İnsan-ı kamilin batınının sırlarını muşahede etmek, ancak ruh gözüyle mumkundur. Ruh gozunun acılması ise, bir insan-ı kamilin terbiyesi altında, insan-ı kamil oluncaya kadar, şiddetli mucahedeler ve riyazat ile meşgul olmaya bağlıdır. Oysa herkesin buna tahammulu olmadığı icin, sozden ve amelden, kemalin oluşmasını isterler. _Pir: Peygamberimiz, Efendimiz mest oldukları zaman, kendinden gecmiş halde soz soylerler idi. "Allah Teala buyurdu" derler ve sonucta, suret olarak onun dili soyler idi. Ancak arada kendileri olmayıp hakikatte soyleyen Hak idi." ******************* _Önsöz_ _Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî_(1207-1273) Roma Mollası _13. yüzyılda yaşamış bir Fars tasavvufçu, ilahiyatçı ve Sufi bir mistik şairdir. _Mevlana'nın babası, Rumi takipçileri tarafından "Alimlerin Sultanı" olarak bilinen bir ilahiyatçı, hukukçu ve bir mistik olan Bahaeddin Veled'di. _1215-1220 yılları arasında Moğollar Orta Asya'yı işgal ettiğinde, Bahaeddin Veled, tüm ailesi ve bir grup müridi ile batıya doğru yola çıkar. Üzerinde uzlaşılamıyan menâkıbeye göre, Rumi en ünlü mistik İranlı şairlerden biri olan Attar ile İran'ın Horasan eyaletinde Nişabur şehrinde karşılaşır ve Mevlana'nın manevi üstünlüğünü fark eder. Babasını önünde yürüyen oğlu için "İşte bir deniz ve ardından bir okyanus geliyor" der _Bahaddin bir medresenin başkanı idi ve öldüğünde, yirmi beş yaşındaki Rumi, molla olarak onun konumunu devraldı. Bahaddin'in öğrencilerinden biri olan Burhaneddin Mevlana'yı şeriat ve özellikle Mevlana'nın babasının Tarikatında 1240 a kadar eğitmeye devam etti. _Mesnevi_ _En eski Mevlevi kaynaklarına göre Çelebi Husameddin; Mevlâna'dan Mesnevi'yi yazmasını rica edince Mevlâna, "Bu daha önce bizim gönlümüze doğdu" diyip sarığının arasından bu 18 beyti yazdığı kâğıdı çıkarmış. Çelebi'ye sunmuştur. Bu suretle bu beyitleri, bizzat Mevlâna yazmış. Mesnevi'nin mütebaki kısmını Çelebi Hüsameddin'e yazdırmıştır. Mevleviler, bu 18 beyte büyük bir ehemmiyet verir, bu beyitleri. Mesnevi'nin fatihası (başlangıcı) sayarlar ve bütün Mesnevi'nin bu beyitlerde olduğunu söylerler. Hattâ Kur'an'ın ilk suresi olan "Fatiha" suresinin Besmele ile, Mesnevi'nin de "Bişnev - dinle, duy!" diye "B" ile başladığını uzun uzuzadıya anlatırlar. Mevlevilerde nezir ve niyaz sayısı 18’dir. Yani bir Mevlevi dervişine, bir tekkeye, bir yoksula para verecek olan Mevlevi; bu parayı, 18 kuruş, 18 yarım lira, 18 lira... gibi daima on sekiz sayısına riayetle verir. _Mesnevi, fablları, günlük hayattan sahneleri, Kuran vahiyi ve tefsirlerini ve metafiziği geniş ve karmaşık bir duvar halısı gibi dokumaktadır; _Mevlana’nın 6 ciltlik Farsça eseri. Mesnevî, doğu klasik edebiyatında, uyakça müstakil beyitlerinin, ikişer mısrası kafiyeli olan bir nazım türüdür ve muhtelif şairlerin neşrettikleri birer "Mesnevî" vardır. Mevlânâ'nın "Birlik Dükkânı" addettiği Mesnevî, içinde Hint, İran, Yunan, Roma mitolojisi; Yaradılış Destanı, erenlerin kıssaları, âşık masalları, halk öyküleri barındıran; "dünya cenneti"nde insan hürriyetinin anahtarlarını ardışık öyküler içinde vermeyi gaye edinmiş bir eserdir. Mesnevî 25.632 beyitten oluşmakta olup "Mağz-ı Kur'an" yani "Kur'an'ın özü" denmektedir. Çünkü Mevlânâ adeta Kur'an'ı bizlere anlatmak istediğini hikâyeler; kıssalar ve deyimler aracılığıyla anlatmıştır. Mesnevî'deki hikâyelerin hiçbiri birbirini tamamlamaz bir hikâye anlatılırken başka bir hikâyeye geçilir o hikâye başka bir hikâyeyi başlatır ve böyle devam eder. İçinde ibretlik hikâyeler de vardır.[2] Eser bizzat Mevlanâ tarafından kaleme alınmamıştır. Öğrencisi Hüsamettin Çelebi tarafından, Mevlana'nın muhtelif zamanlarda söylediği beyitlerin yazılmasıyla oluşmuştur. _Şems-i Tebrîzî_ (1185-1247) _İranlı mutasavvıf. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin gönül dünyasında büyük değişikliklere sebep olan ve Mevlânâ tarafından yazılan ilâhî aşk şiirlerinden oluşan "Dîvân-ı Şems-î Tebrîzî" adındaki nazım eser sayesinde tanınan Mevlana'nın sohbet şeyhidir. _Ulu Tanrı _Gark olmak: Batmak, gömülmek, boğulmak _Külfete sokmak: Masraf, sıkıntı, zorluk _Suizan: Kötü düşünce, kanı, sanı, zan, kuşku, yanılsama. Yeterli bilgiye sahip olmadan önyargılı olarak olumsuz kanaat taşımak. _İnşallah: Tanrı isterse" demektir. Allah izin verirse, denir. _Teskin etmek: Sakinleştirmek, yumuşatmak _Mütalaa etmek: İncelemek, irdelemek. *****************
··
5,1bin görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.