Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Regas’ın değerlendirilmesi
Yazmış oldukları, yapmak istedikleri tekrarlanmadan Regas’ı özetlersek, Osmanlı Devleti içinde Fransız Devrimi’ne benzer toplumsal ve politik bir devrimin gerçekleşmesini istemiştir diyebiliriz. ' Kimi tarihçiler Regas’ın bir “federasyon” peşinde olduğunu İleriye sürmüşlerdir. Oysa Anayasa’da görüldüğü gibi düşünürün böyle bir isteği yoktu. Daha önemlisi, ö dönemde “federatif çağdaş-ulusal devlet” anlayışı henüz doğmamıştı. Çok uluslu çağdaş demokratik bir devletin “pratikte” bir federasyon olacağı söylenebilirse de, Regas’ın böyle bir amaç peşinde olduğunu ileriye sürmek verileri zorlamak anlamına gelecektir. Etnik cemaatlerin ayrı ayrı, özerk bir konumu söz konusu değildir. Regas’ın dünya görüşünde belirgin bir yeri olmayan başka bir öğe dindir. Özellikle şiirinde “haç”tan söz etmekle birlikte, “Anayasa”sında din bütünüyle yoktur. Fransız Anayasası’nın izinde kalarak herkese “din serbestliği” sunmakla yetinecektir. Bu anlayış da, zamanın ruhban sınıfına karşı olan burjuva hareketi ve Aydınlanma ile uyum içindedir. Regas’ın Mason, Decembrist ve Carbonari hareketi ile ilişkisi incelenmeye açık bir konu olarak beklemektedir. Regas zamanının insanıydı; ne farklı bir gezegenden gelen bir ütopistti, ne de erken öten bir horoz. Dünyadaki ve Osmanlı Devleti içindeki olaylar ve gelişmeler etraflı bir biçimde yeterince incelenirse “Regas olayı” da anlaşılır olmaktadır. “18. yüzyıl ortalarından başlayarak yaygın sloganlar ‘demokrasi, özgürlük, genel irade, eşitlik, mal güvenliği, (ticarette) serbestlik, üretimin artması, ekonomik özgürlük’ idi” (Beaud 51-62). Osmanlı Devleti içinde de bu görüşlerin taraftar bulmaları doğaldı. Aydınlanma ve Fransız Devrimi rüzgârlarının ilk önce Osmanlı gayrimüslimlerini etkilemesi de açıklanabilir. Osmanlılarda burjuva sınıfı, “kent ve özellikle ticaret burjuvazisi İslâm’a yabancıydı: bunlar Ermeniler, Yahudiler, Yunanlılardı”; “günlük ticaret, Arap, Ermeni, Yahudi, Hintli ve Yunanlı tacirler (son kategori, gerçek ,Yunanlı’dan başka Makedon/ Romenleri, Bulgarları, Sırpları da içermektedir), hattâ Türk tacirler tarafından yürütülürdü; am a genel olarak sonuncular ticareti pek çekici saymazlardı” (Braudel 1982, 727; ve 1989, 481-482). Bu “yeni” burjuvaların, Batı’da yer almakta olan gelişmeleri frenleyen bir düzenin kısıtlamalarından başka, etnik ve dinsel bir sınırlama içinde de tutulunca, bu cemaatin çıkış yolu aramakta öncü olması anlaşılır olmaktadır. Regas’ın, cemaatinin ve genel olarak yeni doğmakta olan bir burjuvazinin Osmanlı toplumu içindeki konumunu Taner Timur güzel saptamaktadır: “Osmanlı yönetici zümresi, kendi tebaasından Müslüman olmayanları ‘zimmi’ sıfatı altında toplamış ve bunları sadece vergi kaynağı olarak görmüştür. Hiç kuşkusuz gayrimüslimler arasında iktisadi gücü yada herhangi bir alandaki (diplomasi, hekimlik, bazı sanayi dalları vb. gibi) bilgi ve tecrübesiyle Osmanlı Devleti’nde önemli roller oynamış birçok gayrimüslim olmuştur. Fakat bunlar dahi Osmanlı legalitesi içinde, yönetici zümre arasında y er almamışlar ve Osmanlı vakayinameleri bunları yok saymıştır. Kısaca Osmanlılar, kendi tarihlerini sadece ehl-i İslâm ’ın tarihi olarak görmüşlerdir.” (Timur 1989, 14) Regas’ın hareketi neden “Batı” da olduğu gibi bir devrime dönüşmedi? “Birleştirici bir burjuvazinin” yokluğu yada güçsüzlüğü bunun nedeni olabilir mi? “Osmanlı Devleti’nde Müslümanlık, legal olarak ‘Sezar’ın hakkı’ diye bir şey tanımamış ve hukuk ve ideoloji tekelini daima elinde tutmuştur. Oysa Müslüman kadrolarla, çoğunluğu Hristiyan olan bir imparatorluğu ayakta tutmak ve yönetmek mümkün olmadığı için, devşirme sistemiyle ve diğer yöntemlerle Hristiyan nüfustan devamlı takviyeler almak zorunda kalınmıştır. Bu dayetmediği için, Osmanlı ideolojisine aykırı bir şekilde, birçok Hristiyan ve Yahudilere malikâneler ve iltizamlar verilmiş ve yönetici zümre, hukuki yapıya ters düşen bir heterojen nitelik kazanmıştır. Bu karmaşık yapı Osmanlı siyasi iktidarı katında, Batı’dakinden farklı gruplaşmalara ve hizipleşmelere yol açmış ve Batılı anlamda birleştirici bir ‘burjuvazi’ doğmamıştır.” (Timur 1989, 34) “Başta İstanbul olm ak üzere Osmanlı Devleti’nin büyük şehirlerinde de büyük tüccarlardan ve sarraflardan oluşan ve önemli bir parasal sermayeyi elinde tutan bir ‘burjuvazi’ vardı. Fakat büyük çoğunluğu itibarıyla Müslüman olmayan bir burjuvazi, ‘zimmi’ statüsüyle devlet aygıtına katılamamış ve 19. yüzyılın reformlarına rağmen hiçbir zaman tam hisseli vatandaş haline gelememiştir. Batı’da böyle bir sorun Yahudilerle ilgili olarak ortaya çıkmıştı. Fransız ihtilalinden sonra Batı’da Yahudiler tüm haklara sahip vatandaş haline gelmişler ve güvenlik içinde Batı kapitalizminin gelişimine büyük katkıda bulunmuşlardır." (Timur 1989,62). Regas’ın istediği, amaçladığı “demokratik” haklar kuşkusuz Osmanlı Devleti’nde var olmayan kimi yasal ve toplumsal koşullardı: “Osmanlı Devleti’nde sermaye birikimi-tüketici yönetici zümre dışında- daha çok ülkenin Hristiyan ve Yahudi unsurları tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu kategoriler, devlet aygıtına egemen olmak şöyle dursun, belli görevlere bile kısmen ve kontrollü bir şekilde kabul ediliyorlardı. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktur. Müslüman yönetici zümre şeriat düzeni ile bütünleşen çıkar sistemini elbette kendi elleriyle yıkamazdı" (Timur 1989,149). Regas’ın Anayasa’sı devlet aygıtına daha geniş bir katılımı amaçlıyordu. “Osmanlı Devleti’nin temelini teşkil eden şeriat hukuku, Osmanlı tebaası açısından iki düzeyde kısıtlama getiriyordu. Birincisi bu hukuk düzen i Müslüman olmayan tüm Osmanlıları sistemin dışında bırakıyor ve (İkincisi) onları ‘zimmi’ olarak ikinci sınıf vatandaş kılıyordu” (Timur 1989, 299). Regas’ın “özgürlük” çağrıları da, hem o yıllarda “moda” olan bir ideolojinin ışığında, hem de Hristiyan cemaatinin bu özel statüsü ışığında değerlendirilmelidir. Regas’ın “ulusçuluk” kuramının özellikle Yunan ulusçuluğu açısından ele alınması da gerekmektedir; ancak o zaman Regas etraflı bir biçimde anlaşılabilir. Regas’da görülen ulusçuluk, “doğma” yada “filizlenme” aşamasında olan bir ulusçuluktur. Bağımsız ulusal devlet anlayışı henüz tam oluşmamıştır. Zaten o yıllarda böyle bir sorun dünyanın gündeminde önem kazanmamıştı. 1789 ve 1793 Fransız İnsan Hakları Bildirgesinde “halkların bağımsızlığı” konusuna ilişilmemiştir bile. Regas’m ölümünden on-yirmi yıl sonra yaygın olmaya başlayan “bağımsız devlet ulusçuluğu” henüz belirgin olmamıştı. Regas’ta din ve dil birliğine dayalı “üniter” devlet kavramını da görmüyoruz. Devletin içinde farklı diller konuşan toplulukların bulunması doğal karşılanmaktadır.17 Yunan dilinin “egemenliğinin”, ulusal devletlerde olduğu gibi, egemen ulusun dili olarak doğal bir uygulama değil, “kolay anlaşılan” bir dil. olarak sunulması ve bu türde savunulma gereğinin duyulması bile Regas’ın ulusçuluk alanında henüz emekleme aşamasında olduğunu gösteren ek bir belirtidir. Kimi araştırmacılara göre Regas’ın Yunanca’yı egemen kılmak istemesi bu dilin “ticaret dünyasının dili” olduğundandı (Kitsikes 1988, 160). Bu yazara göre çok uluslu bir konfederasyon savunmayan Regas, başarısızlığa mahkûmdu (Kitsikes 1988, 159). Kimilerine göre Balkanlar’da egemen dil ve kültür doğal olarak Yunanca idi ve kültür etkinliği Yunan kültüründen öteki kültürlere doğruydu (Mackridge 69). Regas’ın dönemi, bir ulusçuluğun, yani Yunan ulusçuluğunun doğuşu açısından ele alındığında, ilginç ve kuramsal açıdan çok öğreticidir. O dönemde bu “yeni” ulusun kimliği hattâ adı bile henüz belli değildi. Regas kendine “Rum” der, devletini, sonraları temel ve “geleneksel” düşman sayılacak uluslarla paylaşmak isterdi. Birkaç yıl sonra Koraes “Rum” ismini nefretle reddedecek ve kendine “Grek” diyecekti. Daha sonra ulusun ismi bulundu: meğer “Hellen”miş! Regas yeni doğmakta olan Yunan ulusçuluğunun da etkisindedir. Kendisi “Yunanca” konuşur, “atalarıyla” kıvanç duyar, İslâm’ın hilaline kıyasla Haç’a daha yakın görür kendini, kendisine “Rum” da dese, Antik Yunan’a benzediğine inanır ve ondan esinlenen bir toplum düşler. Ayrıca devrim için destek ararken, en dinamik ve devrimci kesim olarak, dili hiç olmazsa Yunanca olan, “Rum- milletini” görür. Bu bakımdan Regas “Yunan”a daha yakındır. Hatta aynı olguya başka bir açıdan bakıp aynı olay başka türlü de dile getirilebilir: Regas’ın düşü Yunan’a yakın değildi denebilir. Tersine Rum cemaati Regas’ın düşlediği devlete, yani ulusların eşitliğine dayanan bir devlet yapısına katılmaya daha yatkın ve hazırdı. Öteki cemaatler Regas’m düşüne, tarihsel olarak katılmaya hazır değillerdi. Regas/Yunan yakınlığı Regas’ın ideolojik anlayışından çok Yunan cemaatinin tarihsel konumundan kaynaklanıyor olabilir. Sonunda Regas’ın düşlediği çok uluslu devlet, zamanın egemen ideolojileri ve dengeleri yüzünden ve uluslaşmakta olan cemaatlerin içinde bulundukları oluşumun dinamiği sonucu kurulamamıştır. Regas’ın “ulusçuluk” açısından değerlendirilmesi, özellikle kuramsal açıdan büyük önem taşımakla birlikte, ayrı ve geniş bir inceleme konusudur. Böyle bir incelemeden elde edilecek sonuçlar yalnız Yunan ulusçuluğuna değil, bütün Balkan ülkelerindeki ulusçuluğun “yasalarına” ışık tutacaktır. Burada bu konuya girilmeyecektir. Burada, Regas’ın politik eyleminin, zamanında Avrupa’yı saran ideolojik mücadelenin etkisinde, bir monarşi-demokrasi (cumhuriyet) mücadelesi olduğunu tekrarlayalım. Regas’ın temel düşmanı “sultanın istibdadıdır”. Yandaşları ise, oldukça açık bir biçimde, etnik fark gözetilmeden tüm halk kitleleri. Anayasa’nın dikkatli bir incelemesi, Fransız Anayasası'nı tam bir paraleli olduğunu, temel anlayışın monarşik rejime karşı halkçı, “demokratik” bir rejim kurmak olduğunu ve belli başlı farkın “Fransız” sözcüğü yerine, Osmanlı gerçeği göz önüne alındığından, “Yunan, Arnavut, Türk vb.” sözcüklerinin kullanıldığım ortaya koymaktadır. Eğer bu değerlendirme genelde doğruysa şu da söylenebilir: Regas’ın örgütlediği ayaklanma, bugünkü Yunanistan top­rakları üzerinde ulusal bir devlet kurmayı amaçlayan bir eyleme yönelik değildi. Amaç “Bosna’dan Arabistan’a” yayılacak ve tüm halkları içerecek sosyal, demokratik, burjuva bir devrimdi; Fransız devrimi paralelinde bir eylem. Osmanlı Devleti içinde temel toplumsal değişiklikleri amaçlayan bir devrim girişiminin başlamış olmasının ise, Osmanlı toplumu ve tarihi açısından önemi hemen anlaşılabilir. Böyle bir devrimi gerçekleştirebilecek güçlerin varlığının yok varsayılmış olması, herhalde toplumsal ayaklanmaların, sonradan oluşturulan değerlendirmelerle genelde “ulusal” ayaklanmalar olarak algılanmış olduğundan kaynaklanıyor olabilir. Osmanlı Devleti içinde Batı tipi burjuva hareketlerinin varlığının saptanması ise Osmanlı toplumu . tarihine -ulusçu açı yaklaşımından farklı bir tutumla- yeni bir değerlendirme kazandırabilir. Örneğin Regas monarşik yönetime karşı çıkmış, cumhuriyeti savunmuş ilk Osmanlı aydını olarak algılanabilir; Osmanlı toplumunun bir burjuva devrimi potansiyelini taşıdığı düşünülebilir. Regas belki de erken değil, ilk öten horozdu. Uyanmak istemeyenlerin çoğunlukta olması da ayrı bir konudur. Ama Regas’ın anlaşılması için yapılması gereken, Anayasa'nı yayımladığı zaman, kimlerin paniğe kapılıp ona karşı çıktıklarına bakmaktır. Regas’a karşı çıkanların bir değerlendirmesi de (ki bunlar gene Rum toplumu içindeki “tutucu” güçlerdi) Regas’i daha anlaşılır kılacaktır.
245 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.