Romanın doğurduğu estetik zorlukların üstesinden gelmek için Lermontov’un, romanın yapısıyla alakalı en temel soruyu çözüme ulaştırması gerekiyordu: Kahramanın iç dünyası okura nasıl gösterilebilirdi? Bu kahramanın kendi kendini ifşa etmesi yoluyla (itiraf şeklinde) mi yoksa üçüncü bir kişi, bir anlatıcı aracılığıyla mı olacaktı? Daha da önemlisi, Lermontov’un [romanı oluşturan bölümlerin] ve ikna edici olması arzusu dikkate alındığında, bu iki yöntemin de avantajları ve dezavantajları olduğu görülüyor. İtiraf şeklinde olan ilk yöntem, kahramanın kendini incelemesi ve haklı çıkarması için gerekli imkanları sunuyor, ayrıca diğerlerinin onun hakkındaki eleştiri ve yargılarına olduğu kadar ironiye de yer verebilmesini sağlıyor. Ama aynı zamanda dünyayı kahramanın öznel algısıyla sınırlandırıyor. Bu ya yazarı kararız bir konuma düşürüyor ya da okuru kahramanın portresinin yazarın kendi portresi olduğunu düşünmeye itiyor. Üçüncü kişinin anlatımına dayanan ikinci yöntem, hikayeye dış dünyadan malzemeleri ve her türlü “gerçekçiliği” dahil edecekti - tabii “ruhun hikayesi” dışında, ki onu ifşa etmek yalnızca (kulak misafiri olma, tesadüfen karşılaşma gibi) alışılagelmiş ve hatta saf yöntemlerin yardımıyla (ve yine de bir dereceye karar) mümkün olabilirdi. Bu da işin [gerçeğe benzerliğini] zayıflatır ve sanatsal illüzyonu yerle bir ederdi. Roman kendini kısa hikaye biçiminden kurtarıp drama mertebesine ulaştıktan sonra (öyle ki anlatıcının işlevi yalnızca önemli noktalara dikkat çekmeye indirgenmişti), edebiyat dünyasında, anlatıcının her türlü güdüsel yapının dışında oluşturabileceği (yani her şeyi bilen, adeta ana karakterin etrafında dolanan bir kişinin gözünden anlatıldığı) bir yöntem ortaya çıktı. Lermontov bu yöntemi kullanamazdı, çünkü romanı bütün bir anlatı değil, ayrık öykülerden oluşan bir dizi olarak yaratılmıştı. Lermontov’un okuru, hem kahramanın kendisi hakkında (öznel bir şekilde) verdiği bilgilere dayanarak hem de dışarıdan (nesnel bir bakış açısıyla) bakarak kahramanın tasvirine nasıl ulaşabilirdi?