Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

353 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
22 günde okudu
BEL ÜSTÜ KELEBEK*
“Sanmak bir çöldür, orada herkes kaybolabilir.” der M. Mungan. Hiç sanmıyorum bu cümleyi unutabileceğimi çünkü hayatımızın yarıdan fazlası sanrılarımızdan oluşuyor. Kendi sanrılarımızda kayboluyoruz hepimiz. Herkes hayatını öyle sanıyor. Bir çölde yaşamak bu işte. Sonra… Birileri. Hayatına giriyorlar. Çölüne fidanlar dikiyorlar. Büyüyor fidanlar, çiçekler, otlar, börtü böcek. Orman oluyorsun. Yemyeşil bir orman. Sonra içinden geçip gidiyorlar ve dev bir yangın çıkıyor ormanda. Her şey yanıyor. Ağaçlar, otlar, çiçekler ve börtü böcek. İçi yanmış bir ağaç kovuğu gibi kalıyorsun yangından sonra. Dumanlar tütüyor korlardan. Her şey yandığında nasıl kokarsa öyle kokuyorsun. İçi yanmış bir ağaç kovuğu sanıyorsun artık kendini ve içi yanmış bir ağaç kovuğu gibi yaşamaya alışıyorsun… Sanmaya devam ediyorsun yani. Yani yine çöle dönüyorsun. Kendinden bir sanmak, Kendinden bir çöl oluyorsun. Ama asla eskisi gibi olamıyorsun. Uzak Doğu efsanelerine meraklı Murakami. İlk kitabı da Yaban Koyununun İzinde. İçinden bir ‘koyun’ geçen insanların bir daha eski haline dönemeyişleri bu kitabın konusu da. Ama öyle sıradan bir koyun değil ha! Özel bir koyun. İçimizden geçen özel (sandığımız) insanlar gibi yani. İçimizden geçtikten sonra eski halimize dönemediğimiz biri varsa eğer ha koyun olmuş ha insan ne farkeder ki, değil mi? Biz öyle sandıktan sonra ha koyun olmuş ha insan. Bu özel koyunun da özel güçleri var, ruha işleyen özellikleri, insanı dönüştüren, değiştiren. Aynı kişi kalmanın mümkün olmadığı… İnsanların doğayı ve evreni çözümlemek istemesi aklını, bunları kelimelere dökerek mitleştirmesi de duygularını simgeliyor. Mitlerin konusu da genellikle korkularından besleniyor. Doğa karşısında her zaman yenilen insanın içini dolduran korkulardan. Doğa ev demek, diğer canlılar yoldaş, zaman ise ölüm anlamına geliyor. Bu yüzden güç gerek; Evini koruyacaksın, yoldaşlarınla savaşacaksın ve daha fazla zaman için ölümden kaçacaksın. Güce ulaşmak için sana bir şeyler gerekiyor ya, bunun adı da hayat. Ne olduğu herkese göre değişen bir şeyler işte. Kimse için aynı olmayan bir şeyler. Güce ulaşmanın türlü yollarını ararken karşılaşıyoruz, dönüşüyoruz, değişiyoruz ama giderek daha da zayıflıyoruz. Zayıf olduğunun farkına varmak aslında güçlü olmak demek. Güçlü değiliz. Hâlâ zayıfız. Kabul etmek Kabul etmek Kabul etmek Mitler gökten, topraktan, denizden, havadan, gök cisimlerinden, güçlü hayvanlardan, sihirli yaratıklardan yardım bekleyen insan hikayeleridir. Bu saydıklarımla güçlü olacaklarına ve başına gelebileceklerden ve ölümden kaçabileceklerine inanan insanların kulaktan kulağa bize kadar ulaşan hikayeleri. Okuyup geçtiğimize bakmayın, inanmak istiyoruz aslında hâlâ. İçimize kaçan koyunlara, dile gelen aynalara, masal prenslerine, insan emziren kurtlara, rüyalarda dolaşan ak sakallılara. İnanmak istiyoruz istemesine de: Bu hızlı çağın bizden (ç)aldığı şey, inanmak istediğimiz halde inanamamak. Hep gerçekte kalma mecburiyeti yaratacak denli hızlı tüketim. Nesneleştir ve tüket. Mitler nesneleştirerek üretiyorlardı. Bizler nesneleştirerek tüketiyoruz. Eski mitlere inanmak istiyoruz çünkü yeni mitler üretecek kadar ne zamanımız var, ne de gücümüz. Hayatta kalabilmek için artık sadece çalışmak zorundayız. Para kazanmak zorundayız. Oturup beklersek yeni bir telefon alamayız. Ya da yeni bir araba. Yeni bir ev belki bir de yazlık. Sonu gelmeyen nesnel isteklerimiz olmadan yaşayamayız artık. Bunları bize sihirli bir koyun verebilir mi, ya da aynadan uzanan bir el limitsiz bir kredi kartı bırakabilir mi avucumuza? Bu yüzden yeni mitler yok. Bu yüzden zaman kendini tekrar ediyor gibi görünse de hiçbir şey aynı kalmıyor. Aynı nehirde iki defa yıkanamadığımızı fark eden Heraklitos olmasaydı bu farkındalığa erişebilecek miydik? Bu bir eşikti. Heraklitos: “Evrende hiçbir nesne, nesnelerin hiçbir özelliği yoktur ki, değişmeden kalsın. Her şey bir başka şeyin yıkımı/ölümü sayesinde varlığa gelmekte ve daha sonra yok olup gitmektedir.” dedikten sonra artık geriye dönemedik. İçimizden geçen hiç bir şeyden sonra da aynı kalamıyoruz. Kaldığımızı sanıyoruz ve aldandıkça sanrılarımız artıyor. Kendimizi aldatmayı neden bu kadar çok seviyoruz (sanıyorsunuz)? Aynı nehirde yıkanıyor olmayı istiyoruz da ondan: Kabul (etmek) yerine istemek. İstedikçe alıyoruz (sanıyoruz)… Bundan sonrası tamamıyla bir nesneleştirme süreci. Almak istediğimiz her şey nesne. Zaman, ömür, para, aşk, … Almak istediğimiz şeyler ile olmak istediğimiz şeylerin peşinde koşturup duruyoruz. Bu dünya ve ötesi (almak istediğimiz) nesnelerle dolu. Evren (sandığımız), dediğimiz sonsuzluk bile nesneleştirdiğimiz bir sanrı. Gidemeyeceğimiz kadar uzak mesafeleri ölçmeye çabalıyoruz. Herkesin anlayamayacağı formüller üreterek (anlam) arıyoruz. Neden? Neden her şeyi bilmek istiyoruz? Çünkü nesneleştiremediğimiz şeyleri yok (sanıyoruz), sayıyoruz. Zaman var mı, yok mu? Sen var mısın, yok musun? Ya ben, Kaç boyutla ölçülebilmeliyim, var/ (nesne) sayılabilmek için? Bir adın olması bile yeterli aslında, değil mi? Adı olan her şey nesnedir. Duygular neden var öyleyse? Onlar da nesneleştirme aracı di mi? Peki ya gerçek nesnenin neresindedir; uzağında mı yakınında mı, merkezinde mi dışında mı, kendinde mi ötekinde mi, varlığında mı yokluğunda mı? Bence gerçek olan ‘nesne’ içinden geçerken yaşadığın ( sandığın) an’da. Hani sarılırsın, kalbi tam kalbinin üstünde atar, zaman işte orada bir nesnedir. Senin içinden geçer (sanırsın). Geçmez aslında bir şey oraya saplanır kalır. Bu da duygudur işte. Orada öylece kalır mı (sandın)? Evet kalır. Duygu sana saplanır kalır. Duygu bana saplandı kaldı. Öldüm (sandım). Adı olan her şey gerçek değildir. Gerçek (sanma), aslında bir rüya. Adı olmayan her şey de yok değildir. Uykudasın (sanma), ama yine de uyanma. Bu yüzden Murakami çok seviliyor. Hâlâ inanmak istiyoruz, inancımızı yitirdiğimizi şiddetle reddederek inanmak istiyoruz. İşte bu istek bizi yaşatan şey. Murakami de içimizde canlı duran bu yaşam enerjisini sembollerle sanrılarla süsleyerek geçmiş ile bizi bağlayan şeyi ortaya koyuyor. Bu kitaptaki yaban koyununu siz de izleyin bakalım sizi nereden alıp hangi duraklarda dinlendirecek ve yolculuğunuz nerede son bulacak. Üstünüzü kalın giyinin ama dağlarda üşütmeyin, kar fena yağıyor. İçimize içimize yağıyor hep. Masallardaki gibi. Yağsın. Hep yağsın. Kar. Kitabın kahramanı, son sayfaya kadar Sherlock Holmes okuyor. Elimden düşürdüğüm küçük torbadan yere saçılan bilyeler gibi içimde yuvarlanıyor şu cümle o okudukça: "Duygu denen şey, sadece kaybeden tarafta bulunan kimyasal bir kusurdur." Kaybettim… Bütün rengarenk bilyelerimi… Bu kitaptaki tüm kahramanlar da benim gibi. Kaybedenler… Sen de kaybetmek istemiyorsan; Bırak geçip gitsin içinden zaman Kalbi tam kalbinin üstünde atarken. Mitlere ister inan İstersen inanma İnanmak nedir, bunu düşün, arada. Sanmaktır belki… Peki… Bu kitap nasıl mı bitiyor, hayat gibi ansızın ve siz yaşadığınızı ( sanırken) birden bire, aniden. Tek kelime kalıyor geriye. Boşlukta asılı duruyor. Peki. *Başlık bir şifre sadece kitapla ya da incelemenin içeriğiyle hiçbir bağı yok. Bir dedektiflik öyküsüne uyan (durumsal) bir seçim. Sadece tek kişinin anlayabileceği bir şifre. Kitaplıkta birbirini gizleyen kitapların arasına bırakılan küçük not kağıtlarına yazılmış minik bir anımsatıcı. Muhatabı Okursa Tabii…
Yaban Koyununun İzinde
Yaban Koyununun İzinde
Haruki Murakami
Haruki Murakami
Yaban Koyununun İzinde
Yaban Koyununun İzindeHaruki Murakami · Doğan Kitap · 20122,005 okunma
··
1 artı 1'leme
·
347 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.