Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

401 syf.
7/10 puan verdi
·
9 günde okudu
Okuma grubumuzdaki yorumlarımı derledim, burada da dursun :)
Hafif düzeyde #tatkaçıran (#spoiler) Bazı romanlar giriş cümleleriyle ünlüdür. Ki bazıları da öyle bir cümle ile son bulur ki, koskoca bir romanın o cümleyi kurabilmek için yazıldığını anlarsınız. “Ama doğrusu şu ki yahu bir de ben varım, bir de bana bakın, asıl ben varım. Bir de ben varım.” Roman çok seçkin bir konuyu çok sakin bir sadelikle işliyor, işleyecek. Bir #disconnectuserectus hikâyesini ücra bir kentin gölgesinde ve geleneksel inançların eşliğinde hiç acele etmeden çok hoş bir şekilde işlemiş Şule Gürbüz. Ortalarda biraz olay arıyor insanın gözü. Biraz daha hareket istiyorsunuz ama yazar özellikle koşturmuyor metnin içinde. Tıpkı “Baba”nın “Bu dünya boştur boş!” felsefesiyle etrafa kıssalar saçması gibi yazar da romana bilinçli bir sakinlik ve onlarca altı çizilesi iç ses aktarıyor. Okuru romana dahil ederek bir zahmet Aziz’in yerine geçmemizi, onun gibi düşünmemizi, onun gibi hırpalanmamızı istiyor. Hele o son bölüm… Çok sevdim, çok keyif aldım. Romanın iç sesinin ve ana öyküsünün dışında, ülke ahvalini göz önünde bulundurunca ve bir de şu okumayı ekleyince roman zenginleşti kendimce: Anadolu’yu köy köy, kasaba kasaba gezenler bilir. Şehir merkezlerinden göründüğü gibi değildir hiçbir şey. Çok fazla detay, çok fazla ritüel, çok fazla dışlanma, çok dazla dedikodu, çok fazla hoşgörü ve çok fazla horgörü vardır. Vardır da vardır. Ama en çok da “ait hissetme, güvenli alanda kalma” güdüsü çok baskındır. Cemiyetler, cemaatler bu nedenle tıraşlanamaz. Ellisini kapatsanız 51.si gizli bir ambar köşesinde yine toplanır. Durkheim’ın tarihî yorumu ve tezi “dinlerin işlevselliği” konusu için oldukça bol malzeme bulunur. Ezcümle, Anadolu’nun irfanı da ıslahı da zordur. Bu sebeple her köşede bir cemaat yurdu, bir kurs merkezi ve bu gibi oluşumlar vazgeçilmezdir. İşte buraya yönlendirilen çocukların, gençlerin hepsi apayrı hikâyeler yaşar, taşır. Aziz’in beni en etkileyen yanlarından biri de tek bedende bir ülke gerçeğini yaşayıp buna parmak ucuyla bile müdahale etmeden her tipten insanı iç sesiyle analiz etmesi, satır satır her düşüncesinde işlemesi oldu. Sahici bir “tutunamayan” olarak hafızama kazındı. Bir tarikat güzellemesi veya kötülemesi yapmadan insanın en içinde bulunan o nankör kibre öyle güzel parmak bastı ki… Susarak… Ve son cümlede de bir horoz gibi “öterek”. Sanırım kitapta bir maddi hata veya eksiklik olarak en çok “Aziz’in cinselliği” gözüme çarptı benim. Dikkat edilirse her yaşının bir acısına, ufak sevinçlerine, sosyal travmalarına değindi. Ki zaten en ergen, en ateşli, en aranan zamanlarındaydı. Ama o yaş grubunda oradan oraya sürülen, bir baltaya sap olamama duygusu ile insanlara kinlenen ve bir anda tekkede “serhoşluğu” keşfedip kibir havanında dövülen Aziz neredeyse hiç bu konulara girmedi. Bu bana karakter gelişimi açısından eksiklik gibi geldi. Oysaki bazı anlarda -özellikle kadınların olduğu sahnelerde- Aziz’in bu konulardaki ruhsal çatışmalarına da girmesini beklemiştim. Çok çok minik birkaç yerde tekkedeki bacıların geçmişiyle ilgili düşüncelere daldı ama cinsel odaklı bir arınma sürecine hiç değinilmedi. Karakter oluşumu olarak her aşamasını bildiğimiz bir gencin tam da malum dönemlerden geçme anında akşam yatıp uyuyor ve sabah hiçbir şey olmamış gibi kalkıyor oluşumuz kurgusal anlamda açıklık oluşturdu bende. Liseli bir genç olarak özellikle bir başına sorgulamalara girdiği anlarda evdeki bacılarla ilgili düşüncelere kapılıp sonra bundan azap duyması gibi detaylar çok yerinde olurdu. Hadi daha açık konuşayım, yahu hiçbir şey olmasa bile o yaşta bir genç rüyalanır. Bu bile olabilir ve Aziz bu olayın üstüne başka ruhsal çalkantılara girebilirdi. Aziz’in ense kökündeki kamerayla upuzun bir yolculuğa çıktıysak şayet, ben bu konuyu da görmek isterdim. Roman her ne kadar bir tasavvuf tınısı içerse de Şule Gürbüz çok da “bilge gibi görünen” bir roman yazma sanrısına kapılmamış. Hatta roman öyle görünmesin diye de özel çaba harcamış; sadelik, arınmışlık adına. Ve hatta Baba’nın sürekli Metaxa içmesi de bir turnusol olarak kullanılmış. “Durun öyle hemen Amak-ı Hayal, Hay b. Yakzan okuyoruz havasına girmeyin!” dercesine. “Bir yere gittiğimiz yok, uçmuyoruz. Bakın yıl olmuş bilmem kaç. Aziz denen çocuk nasıl kaldı bir başına!” dercesine. “Onu bunu boş verin de… Özümüz kibir, sancımız varoluş!” dercesine. “Çok da şapmaya gerek yok!” dercesine. Çünkü Aziz bile yoğrulamadı bu hamurun kabında. Okurun işi ne? Yazar biraz da Aziz’in, yani hiç beklemediğimiz konumdan seçilmiş bir semtin çocuğunun tutunamayışına odaklanmış. Baba’nın son sayfalardaki “evliya” tanımına bayılmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki Şule Hanım en basit ve en yalın yollardan geçerek Aziz’i ve onun varlığında “insanı” anlatmaya özen göstermiş. Hatta yazarın en en arkalardan gelen o sesinin tınısı Ömer Hayyamların, Hallâc-ı Mansûrların sesiyle yoğrulmuş.
Kıyamet Emeklisi - 1. Cilt
Kıyamet Emeklisi - 1. CiltŞule Gürbüz · İletişim Yayınları · 2022500 okunma
·
3 artı 1'leme
·
1.372 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.