Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Hayvanlar birbirlerine hayranlık duymazlar. Bir at, öbür atlara hayranlık duymaz. Bu, birbirleriyle yarışmazlar demek değil, ama yarışın büyük önemi yoktur, çünkü ahıra döndüklerinde, daha ağır aksak, daha hantal olan at, sırf bu özellikleri yüzünden önündeki yulafı ötekine sunmayacaktır, oysa insanlar hemcinslerinden bunu beklerler. Hayvanlarda erdem, kendinin ödülüdür. Laura, bebeğiyle birlikte kurmayı düşündüğü yeni yaşamı kuramadı. Zengin bir on dokuzuncu yüzyıl evindeki tekdüze gidişin baskısını hesaba katmamıştı. Yasa dışı çocuğuyla birlikte tek başına yaşamaya karar verseydi —ki bu bohem bir yaşam demekti— başarabilirdi pekala. Ne var ki bu durumda, yani annesinin Paris’teki evinde, kurduğu bütün tasarılar, dadılar, oda hizmetçileri, kahya ve doktor karşısında yenilgiye uğradı. Çocuğuyla günde birkaç saatten çok baş başa kalamazdı. Onun bakımıyla ilgili günlük işlerin hepsini —çamaşır, ütü, çocuk odasının toplanması, bebeğin yemeği v.b.— üstlenmesi söz konusu değildi; bu işleri görecek hizmetçiler vardı. Elinden tek gelen, akşam saatlerinde dadının ve sıcak su getiren hizmetçinin gözetiminde bebeği yıkamaktı. İçinden geçenleri zaten anlatamazdı Laura. Sürekli olarak oğluna görme ve dokunma uzaklığında kalmak, şu birkaç yıl ondan başka her şeyi ikinci plana itmek, onunla bir eşiti gibi yaşamak, o emeklerken onunla emeklemek, o yürürken onunla yürümek, onun dilini konuşmak. ondan ancak birkaç adım uzakta olmak istediğini söyleseydi, deli gözüyle bakarlardı ona. On dokuzuncu yüzyılda her şey gibi çocuğun da kendine özgü bir yeri vardı, bu yer paylaşılamazdı. Umberto, oğlunu görmesine izin vermesi için yalvarıp yakardı. Laura, mektupları yanıtlamadı, annesine de çocuğun babasının kafayı iyice üşüdüğünü söyledi. Aradan iki yıl geçti. Annesi yeniden evlenerek A.B.D.’ye döndü. Laura, Londra’ya gitti, orada kısa sürede yakın dostluk kurduğu bazı tanışlar aracılığıyla Fabian Sosyalizmi’ne gönül verdi. O bir ev bulana kadar oğlanın birkaç aylığına kuzenlerinin yanında bir çiftlikte kalması kararlaştırıldı. Laura, on beş günde bir trenle gidip onu yoklayacaktı. Kuzenler borç içindeydiler. Laura, annesi aracılığıyla onlara para buldu. Londra’dayken, gittikçe daha çok sarıldı siyasal inançlarına. Artık yaşamın gizi kendi bedeninde değil, evrim sürecindedir. Köye, oğlunu yoklamaya daha seyrek gider oldu. Oğlana köy yarıyordu besbelli. Fransız dadı Paris’e gönderildi, yerine bir İngiliz mürebbiye getirtildi. Kuzenler (Jocelyn ve Beatrice adlarında bir erkek ve kız kardeş) oğlanın yanlarında kalmasına peki dediler. Oğlan, çocukluğunu o çiftlikte geçirdi. Hayvanlar birbirlerine hayranlık duymazlar. Bir at, öbür atlara hayranlık duymaz. Bu, birbirleriyle yarışmazlar demek değil, ama yarışın büyük önemi yoktur, çünkü ahıra döndüklerinde, daha ağır aksak, daha hantal olan at. sırf bu özellikleri yüzünden önündeki yulafı ötekine sunmayacaktır, oysa insanlar hemcinslerinden bunu beklerler. Hayvanlarda erdem, kendinin ödülüdür. O bölgede belli belirsiz bir et zırhı kaplar kafatasını, yine de yele, bu ince, incecik toprakta serpilir. Kemik çatısı hemen hemen bir iç bükeydir. Boşluğun iki yanında iri, derinliği ölçülmez birer göz. yer alır. Alın çatkısıdır burası. İnsanda karşılığını bulamayız. İnsanda duyu organları fazla sıkışıktır, gözler birbirine fazla yakındır, yüz fazla sivridir, insan yüzü, hayvanınkinin aksine, kesici kenarı yaklaşana dönük bir bıçağı andırır. Dış bükeyimsi bu ince yele tarlasını okşadığınızda hayvan uysalca başını sallar. Gelgelelim elin ayası çok yumuşaktır; başparmak-yastığı, dokunuşu boğar. Avucunuzu sıkıp bir daha okşarsınız: bu kere, parmak boğumlarını hayvanın kafatasına sıkı sıkı sürtersiniz. Gözleri aralık, uysal, dingin öylece durur, çünkü onca bu kadar yakında hiçbir tehlike barınamaz. Çocuklukta, başlangıçta böyledir. Yetişkinlerse acı ya da pişmanlık çektiklerinde, alınlarını bir ineğin gözlerinin arasına dayarlar, onunla kemik kemiğe verirler. ‘Aptal hayvan’ deyimi Beatrice’in içine işliyor. Ne gönül indirme var bu deyimde ne de acıma. Ama hayvancağızda konuşma yetisinin olmayışını, her nedense, gözlerin arasındaki içbükeyimsi bölgeye bağlıyor. Ergenlik çağına kadar, boynuzlar gizem salıyor içine; daha doğrusu, büyümüş boynuzlar değil de boynuzun büyüyüş biçimi: postun altında parmaklarına kaya gibi gelen kökler. Genç kızlığında yaşadıklarının bir modelini görüyor onlarda. Boynuzun büyüyüşü, diye algılıyor, hayvanın zamanın geçişine yalnızca boyun eğdiğini göstermiyor; sabırla ilgisi yok: kazanılan zamanı gösteriyor. İnsanlar geçen yıllarını nasıl taşırlarsa büyükbaş hayvanlar da boynuzlarım öyle taşıyorlar. Hayvanlar olmasa (hep böyle gelmiştir ona) çiftliği çekemezdi. Gerçi ağıla alınması gereken kuzucuğun üstüne titremiyor. Sütü kesilmiş bir ineğin satılmasına yanmıyor. Yine de hayvanlar olmasa çiftlik, bırakılmışlığı ve devinimsizliğiyle gözüne iyice batacak; geçen zaman, kof bir ağaç gibi sahip çıkacak ona. Dikilip yemlenen, (geceleri) iç çekip otlayan, bekleyen ve çiftleşen hayvanlar duruyor kendisiyle yıldızların dirimsizliği arasında. Çocukluğunda hayvanların sahibi babasıydı. Babasının gücünün etkisi açıkça görülüyor onlarda. Onlar da Beatrice gibi babanın sözünü dinlerler. Ve baba onlara da Beatrice’le konuşurkenki yumuşak sesini kullanır. Başkalarına karşı serttir sesi, sinirlidir. Beatrice yirmi dördünde. Kulakları ağzını sürekli bir gülümsemeye çekiyormuşçasına yüzü iki yana sımsıkı gerilmiş. O yüzden dolgun dudakları hep yarı aralık, beyaz dişleri aradan şöyle bir görünüyor. Diyelim bir garden partideyse Londralı bir yabancıda, taşralı bir beyin gelinlik çağındaki kızı izlenimini uyandırabilir. (Babası öldükten sonra ağabeyinin evini o çekip çeviriyor). Ama ortalıkta dolaşmaya görsün, adamcağızı şaşırtıp bocalatabilir. Bütün devinimleri, el-kol sallayışları, bedeninin ufak tefekliğine karşın oldukça abartılıdır. Komşu çiftliklerin beyleri onu oğlan çocuğuna benzetirler, evlenmemesini bu özelliğine yorarlar. Ne yaparsa yapsın —ister çim tarhında dolaşsın ya da gül koparsın, aşçıyı denetlemek üzere fırının kapağını açsın, çarşafları katlasın, iç çamaşırıyla etekliğini giysin bütün edimlerinde olağanüstü kararlılığından fışkıran o fiziksel gücün belirtilerini okursunuz. İzleyeceği yolu bir kere çizdi mi, yolunu azıcık saptıracak her düşünceyi önemsiz bir ayrıntı sayıp başından savacaktır. Onun yaşamında ayrıntılara yer yoktur, ayrıntılar yaşamın dışında kalırlar. Beatrice, ahlak kaygısından da yükselme hırsından da yoksun bir kadındır, kendini gafil avlama yeteneği yoktur onda. Önceden bilmediği hiçbir şey öneremez. Bu kendini-bilme özelliğini derin bir araştırmaya da borçlu değildir üstelik, bu özelliği tartışılmaz gereksinimlerini doyurmasını sağlayacak eylem ve tepki modelleriyle, tıpkı bir hayvan gibi, baştan beri haşır neşir oluşundan kaynaklanmıştır. Belki de size budala gibi gösteriyorum onu. Öyle yapıyorsam, ona haksızlık ediyorum. Çiftlik, üç yanı yalçın tepelerle çevrili bir vadinin tabanında kurulmuştur. Yüzyıl kadar önce yapılan çiftlik evi, oldukça geniştir, sürüyle bacası vardır. Bir yanda, duvarla çevrili bir meyve bahçesi; evin arkasında sert bir yamaçla yükselen çimenlik. Ahırlar, ağıl ve ek yapılar vadi boyunca yayılmıştır. Bir zamanlar, çiftlikte durum değişikken, belki de bu konum iyi seçilmiş, korunmalı bir yerleşim alanı izlenimini veriyordu. Şimdiyse tepeler fazlaca gölgeliyor çiftliği. Babasının ölümünden sonra ev de toprak da kötüledi. Ağabeyi, atlar dışında, hiçbir işle pek ilgilenmiyor. Toprakların bir kısmını satmak zorunda kaldılar. Babanın yaşadığı günlerde malikanede beş yarıcı vardı; oysa şimdi yalnızca kendilerinin oturduğu 500 akrlık toprak parçasına indi yerleşim alanı. Evde bazı kurallara uyuluyor yine de. Sütçü kızlardan biri, hâlâ haftanın iki gününü sabahtan akşama kadar gümüşleri parlatmakla geçiriyor. Her kış, ikindiüstü, beyin yatak odasında ateş yakılıyor. Bey ava çıktığında, uşaklardan biri ikinci atlı oluyor. Her Haziran, yamaçta, iki görkemli kayının arasında, bol konuklu bir garden parti veriliyor. Gelgelelim ev, her geçen gün oturanlara daha büyük geliyor. Toprakla ilgili işler ya savsaklanıyor ya erteleniyor. Bırakılmışlık ve verimsizlikle başlayan bu ağır içe-kapanma süreci sonunda çiftlik, yirmi yıla kalmadan bir Subay Huzur Evi’ne. dönecek. Ağabeyi Jocelyn, Beatrice’den beş yaş büyük. İri yan, yakışıklı, uçuk mavi gözlü. İlk izlenim, her durumun üstesinden gelecek bir adam olduğu. Ama kısa, sürede yeni bir izlenim alıyor bunun yerini: onu çok az şey etkiliyor. Gerçi bir tepki tarzı geliştirmiş, yalnız onun gerisinde geniş bir edilgenlik yatıyor. İlk izlenimin neden bu kadar yanlış olduğuna şaşıyor kişi. Derken bir şeyler oluyor birdenbire, genç adamın gözleri kıvılcımlar saçıyor, iri gövdesinin sesine kattığı olanca güvenle patlıyor: Aferin yahu! Yargısının kaynaklandığı yetke (tarihten habersiz bir oğlan çocuğunun gözünde bile) geçmişten bugüne koruduğu değerlere dayanıyor. Sonra —o geçmişe dönercesine— tepeden tırnağa gizli edilgenliğine bürünüyor yine. Nedir onu böylesine kaypaklaştıran? Anlamak için, ona uzaktan bakmamız gerek. Geçen yüzyılın sonuna doğru İngiliz üst sınıfı, alışılmadık bir bunalım geçirdi. Egemenliği asla sarsılmadı ama kendisine yakıştırdığı seçkinlik imgesi sarsıldı. Nicedir sanayi kapitalizmine ve ticarete uyarlanmışlardı, yine de atalardan devraldıkları «toprak sahibi seçkin» yaşamını sürdürmeyi seçmişlerdi. Temelinde yatan varsayımlarla bu yaşam tarzı, çağdaş dünyaya ayak uydurmada gitgide geri kalıyordu. Bir yanda çağdaş parasal tırmanış, sanayi ve emperyalist yatırımlar, yeni bir liderlik imgesi gerektiriyordu; öte yanda halk kitleleri demokrasi istiyorlardı. Üst sınıfın bulduğu çözüm, kişilik yapısına pek uygundu: atak ve uçarıydı. Seçtikleri yaşam tarzı gününü doldurmuşsa, onu önce bir gösteriye dönüştürerek açıkça ve kaçınmaksızın yüceltecekler, geçerliliği hepten kalmamışsa, tiyatroya mal edeceklerdi. Artık doğal düzenden söz ettikleri yoktu (belki ara sıra sözsel düzeyde) o düzene sığınıp aklanma peşinde değildiler; aksine, kendine özgü yasaları ve gelenekleriyle bir oyun sahnelediler. 1880’lerden başlayarak Toplumsal Yaşam’ın alt-anlamı buydu —Av, Atıcılık, Yarışlar, Saray Baloları, Yelken Yarışları, Büyük Ev Partileri. Kamuoyu, bu seyirlik oyunu bağrına bastı. Çoğu seyirci gibi onlar da sahnedeki oyunculara bir ölçüde sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bir zamanın yöneticileri, şimdinin romancıları olmuşlardı. Bu toplu sapma sırasında üst sınıf —tam orta kesitinde— önündeki yeni ve ister istemez biraz kılık değiştirmiş egemenlik uygulamasına alıştırıyordu kendini. Phoenix gibi kendi küllerinden doğması gerekiyordu, zaten bu küller artık tiyatro kostümü işlevini görecek eski saltanatının külleri değil miydi. Jocelyn, kendi sınıfının yoksul düşmüş, sıradan bir üyesidir. Katıldığı Av Partileriyle Kros Yarışları önemsizdir. Bu da, oynanan oyunun yaşamın ta kendisi, geri kalan yaşamınsa sallantıda, sessiz bir perde-arası olduğuna inanma gereksinimi arttırmaktadır. Bu yüzden kaypaktır, sahne dışında, söyleyeceği söz, oynayacağı rol yokken inanılmaz kertede edilgindir. Ama biraz daha açalım: sahne ışığı ya da alkış beklediğinden değil (tam tersine, aşağılık bulur böyle şeyleri), oyunun gerçeğin ta kendisi olduğuna inandığından. Rol için seçtiği kılık: maun renginde potinler, mahmuzlar, fitilli kadife pantolon, uçuk pembe frak, beyaz kabzalı bir çifte, basık siperlikli bir silindir şapka, uzun püsküllü, kısa meşin bir kırbaç. Kasım’dan Nisan’a kadar haftada dört gün ava çıkıyor. Şu kadarını belirteyim, -«oyun» sözcüğünü bir eğretileme olarak kullandım, durumum yapaylığını, simgeselliğini, açıklayıcılığını ve gösterişini daha iyi kavrayabilelim diye. Kış havası, av köpekleri, avlaklar, aşılacak çitler, toynaklar altında uzanan toprak, tilkinin sürüklenişi, gün boyunca avlanan erkeğin yorgunluğu —bunlar düpedüz gerçektir; bütün bunların fiziksel olarak yaşanmasıysa büsbütün yoğundur, her amansız avcının iliklerinde duyduğu simgesel değerleri yüzünden. At binmek, efendi olmaktır zaten, bir tür şövalyeliktir. Soyluluğu temsil etmektir (hem ahlaksal hem de toplumsal anlamda). Yenmek demektir. Boyuttan küçük de olsa bir savaşın kayıtlarında yer almaktır en azından. Onur, bir erkek ve bir atla başlar. Köpeklerle geçinmek, yiğit olmak demektir. Zeki olmak demektir. Saptanan koşul dışında hiçbir şeye saygı göstermemek demektir. Avlanmak, sahip olmanın tam tersidir. Ezip geçmektir avlanmak. İleri atılmaktır. Kalın enseli tilki-kapan, nasıl tilkice özgürse onun insancası özgür olmaktır. Buluşmak, başkalarıyla at sürmek demektir, kimlikleri ne olursa olsun, yerleşik değerlerden bir şeyler kapmış, onları ayakta tutmaya çaba gösterenlerle birlikte. Bu değerlerin karşısına dikilenlerse, dikenli telin bulunuşuyla temsil edilirler bir bakıma. (Sonraları, atlı generallerin komutuyla milyonlarca piyadenin üstüne atılıp can verdiği şu tel.) Jocelyn, bir Aralık akşamı erken saatte eve atla dönüyor. At, çamurlara belenmiş. Jocelyn kayıp iniyor eyerden, gövdesi öylesine tutulmuş ki dik duramıyor, bastonlu bir adam gibi iki büklüm, yine de atın yanı başında yürümeyi sürdürüyor. Atın kulakları iyice dikilmiş. İki mil daha dayan babalık, diyor ata. Yan yana yol alıyorlar. Erkek, günün belli başlı olaylarını düşünüyor. Başından geçenleri, dostlarının günden kazandıklarını. Bitkinliğinin öz-suyunda bir esenlik duygusu var, hatta dingin bir erdem. Bir suç —bir ihanet sözgelimi, bir hırsızlık— bu tür suçun sonuçları nasıl sonraları daha çok kişiyi, daha geniş eylemleri kapsayacak şekilde genişlerse çoğu kere şimdi adım koyamadığı, göz önüne tam getiremediği bir neden- sonuç ilişkisinde, onurlu binicilik eyleminin sonuçlarının da tıpkı böyle, belki basit ama süreğen bir etkiyle ötelere yayılacağına inanıyor bütün yüreğiyle. Göğe bakıyor. Birkaç yıldız. Ve o koskoca boşlukta, bir zamanlar bu boşluğu yararak geçmiş dev atların yokluğunu duyuyor. Oğlan merdivenlerde onların yatak odasındaki konuşmalarına kulak veriyor. Sonraları, iki sesin tınısının, yatakta konuşan bir çiftinkini andırdığını kavrayacak tutkulu değil sesler, usul düşünceli, ölçülü, rahat. (Bazı akşamlar dayısı erken yatar, o akşamlarda teyzesi onun odasına sıcak bir içki götürür. Son fırt der — bir kahkaha atarak.) Merdivendeki çocuk, sözleri seçemiyor. Yine de erkek sesle dişi sesin birbirine girişi, birbirini kızıştırıp kabullenişi, metalle taş ya da tahtayla deri kadar apayrı, ama birbirini tamamlayan dokularıyla sürtüşerek ya da cıvıldaşarak, ufalanarak: konuşmaların ortak sesini biçimlendirişi — kulağa erişebilecek kessin sözcüklerden çok daha açıklayıcı, alınan kararların tartışılmazlığını gösteriyor. Bu kararlar karşısında hiçbir üçüncü kişi, hiçbir dinleyici sesini yükseltemez. 1893 yazında üç ay süren bir kuraklık oldu. Sonunda bir fırtına patlayıp yağmur bastırınca, oğlan dışarı koşuyor, toprak et kokuyor. Ellerine at ve koşum kokusu sinmiş. Bu kokuya deri, meşin sabunu, ter, toynaklar, yele, at soluğu, çizme, yulaf, çamur, keçe, salya, gübre ve çiyle ıslanıp kurumuş metallere özgü koku karışmış. Elini yüzüne götürüp kokuyu içine çekiyor. Kimi zaman bu kokunun izinin akşama kadar silinmediğini biliyor —sabahın erken saatlerinden sonra ata hiç binmese de. At ve koşum kokusu, ağıl kokusunun antitezidir. Birini doğru dürüst tanımlamak için ötekine ille de gönderme yapmak gerekir. Ağıl, süt, kumaş kokuyor, ineğin böğrünün yanı başına yere çömelmiş, iki büklüm, ufacık görünen kadınlar kokuyor, cıvık dışkı, yaprak kümesi, sıcaklık, aynı pembelikte eller ve memeler kokuyor, gizlilik denen şeyin yokluğu ve ineklerin adları: Hülya, Güzelim, Soylu, Bulut, Biricik, Küçükgöz kokuyor. At ve koşum kokusu, oğlana göre, kendi bedeninin ayrıcalıklı yapısıyla ilintili (ansızın beden ısısının farkına varmak gibi), gururla da ilintili —çünkü iyi at biniyor ve dayısı övüyor onu— midillisinin yelesiyle de ilintili, erkekler dünyasından beklentileriyle de. Bu dünyanın kimi terimini biliyor, yine de bütün bu terimlerin kimsenin ağzına almadığı bir şeyi kastettiğine inanıyor. Çevresindeki erkeklerin, özel nedenlerle, kendisininkine benzer bir gizliliğe gereksinim duyduklarım düşünüyor. Onların dünyasına girdiğinde —Yüzbaşı Ehves’in av köpeklerini izleyerek— bu gizi kavrayabilecek…
·
693 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.