Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

166 syf.
·
Puan vermedi
*Sayısız okuma teşebbüsünün ardından nihayet tamamını okuma fırsatı bulabildim. İsmini defalarca kez duymuş, her kitapçı gezimde karşılaşmış (fiyat/sayfa oranı en yüksek kitaplardan olabilir) olmama rağmen bir türlü okuyamamıştım. Bu yazı bir bakıma, benim gibi olanlar için amme hizmetidir. Eğer hazırsak kemerleri bağlayalım, zira oldukça uzun ve tehlikeli bir yolculuk olacak. Bu arada bu yazının tamamını okursanız kitabı okumanıza çok da gerek kalmayabilir. Gönderi için kısa bir rehber: Genel olarak kitaptan bir alıntı(-) ve ardından benim yorumum(*) şeklinde ilerleyecek. *Öncelikle kitabın bir miktar overrated olduğunu düşünüyorum.Okuduktan sonra müthiş bir aydınlanma yaşamayı beklememeniz sizin için daha faydalı olur. Onun dışında dili beklediğimden daha basit(özellikle ikinci bölüm) ve akıcıydı. Bir kişisel gelişim veya psikoloji kitabından ziyade bir roman izlenimi veriyordu. Ben kitabın genelindense zaman zaman değindiği güzel noktalara hayran kaldım. Onlardan bazılarına yazımın devamında değineceğim. Kitabın overrated olması hakkında yalnız olmadığımı göstermek adına yazarımızın ön sözündeki bir kısma göz atıp sonrasında da genel işleyişe dönelim. -Bugün bu kitap, 19 dile çevrilmiş olmasının yanı sıra, yetmiş üçüncü İngilizce baskısını görecek kadar yaşadı. Ve sadece İngilizce baskıları iki buçuk milyona yakın bir satış sayısına ulaştı. Bunlar kuru gerçekler ve Amerikan gazetelerinin ve özellikle de Amerikan TV istasyonlarının muhabirlerinin röportajlarında bu gerçekleri dinledikten sonra sık sık “Dr. Frankl, kitabınız gerçek bir bestseller oldu. Böylesine büyük bir başarı için ne hissediyorsunuz?” diye sormalarının nedeni belki de bu kuru gerçeklerdir. Bu soruya benim tepkim, her şeyden önce bugün bestseller (en çok satan kitap) konumundaki kitabımı, kendi açımdan bir başarı olarak değil, daha çok, çağımızın içinde bulunduğu acınası durumun bir dışavurumu olarak gördüğümü söylemekten ibarettir; eğer yüz binlerce insan, yaşamın anlamına ilişkin çok az şey vaat eden bir kitaba yöneliyorsa, bu, insanlann iliklerinde hissettikleri kavurucu bir sorun demektir. -İlgisizlik, Apati (apathy; İlgisizlik, kayıtsızlık), çevre ile ileri derecede ilgisizlik, kayıtsızlık ve duyarsızlık halidir. Sağlıklı bireyler yaşadığı veya hissettiği olumsuz veya olumlu tüm olaylara olumlu veya olumsuz bir tepki verir. *İnsan psikolojisi için en tehlikeli durumlardan birisi sanırım. Daha önceden dönemsel olarak yaşamış olsam da tam olarak tecrübe etmediğimden net bir yorumda bulunamıyorum. Bir insanın bir insanı böyle bir duruma sokabiliyor olması hayli tuhaf. Bunun büyük bir suç olması gerekirken (günümüzdeki insan ilişkileri örneğin) sorumlular hiçbir şey yokmuş gibi davranabilmekte. -Şimdi bize, insanı kabaca her şeye alışabilen bir varlık olarak tanımlayan Dostoyevski’nin sözlerinin doğru olup olmadığı sorulacak olursa, cevabımız, “Evet, insan her şeye alışabilir, ama nasıl olduğunu bize sormayın,” olacaktır. Psikolojik araştırmalarımız henüz oraya gelmedi; biz tutsaklar da o noktaya ulaşmış değildik. Henüz ruhsal tepkimizin ilk evresindeydik. *Bu yorumlara aşırı katılıyorum. Gerek kendi yaşamımda gerek konuştuğum veya gözlemleme fırsatı bulabildiğim insanların yaşamlarından böyle bir sonuca varıyorum. Herkesin sahip olduğu hayat şartları farklı olabilir, kendimizden çok daha rahat şartlarda veya zor şartlarda yaşamını sürdüren birilerini bulabiliriz. Hatta olağan bir şekilde içimizden bu rahatlık içinde bile nasıl yakınabiliyor, veya bu zorluklara nasıl katlanabiliyor tarzında sorular geçirebiliriz. Ama bunlar anlamsız sorular. Biz tür olarak yeterli zaman verildiğinde hemen hemen her türlü koşula adapte olma becerisine sahibiz. -İnsan, onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir. Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: “Beni korkutan tek bir şey var: Acılarıma değmemek.” Kamptaki davranışları, acıları ve ölümleri, son içsel özgürlüğün kaybedilemeyeceği gerçeğine tanıklık eden şahitlerle tanıştıktan sonra, bu sözler sık sık aklıma geliyordu. Bu insanların çektikleri acıya değdikleri söylenebilir; acıya katlanma yolları, gerçek bir içsel başarıydı. Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan şey de, insanın elinden alınamayan işte bu ruhsal (tinsel) özgürlüktür. *Bunu özellikle günümün büyük bir kısmını ulaşımda geçirdiğimde(yazarınkiyle kıyaslanamaz elbette ama İstanbul toplu taşıması da küçümsenmemeli) yaşıyorum. Saatlerce hem acı çekip hem de hiçbir şey kazanmasam her şeye lanet ederdim. Bunu yaşamamak adına bolca kitap okuyup sonrasında güzel bir alışkanlığım var diye kendimi avutuyorum. -Aktif bir yaşam, insana, değerlerini yaratıcı çalışmayla gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet eder; buna karşılık eğlenceden oluşan pasif bir yaşam ise ona güzelliği, sanatı ya da doğayı içine alan yaşantılarda doyum bulma fırsatı verir. Ama ayrıca hem yaratıcı çalışmadan hem de eğlenceden hemen hemen yoksun olan ve yüksek ahlâki davranış olasılığından başka bir şeyi kabul etmeyen bir yaşamda da; yani insanın, dışsal güçlerle kısıtlı varoluşuna yönelik tutumunda da bir amaç vardır. Yaratıcı yaşam da eğlence (haz) yaşamı da ona yasaktır. Ama anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz. *Tam tadında bir bakış açısı. Hep acıdan kaçınmak veya bazı kadın düşmanı filozoflar gibi acı güzellemesi yapmak yerine ondan bile anlam çıkarabilmeyi başarmak. En azından kendim için uygulanabilir(biraz zorlayıcı ama bu yönü de keyif verici) ve uygulandığı takdirde de tatmin sağlayacak bir yöntem. -Daha önce de söylediğimiz gibi, kamptaki bir insanın içsel gücünü yemden kazanmasını sağlamaya yönelik bir çabanın, ilk önce ona gelecekte bir hedef göstermeyi başarması gerekiyordu. Nietzsche’nin şu sözleri, tutuklularla ilgili her türden psikoterapi ve koruyucu ruh sağlığı çabalarının yol gösterici parolası olabilir: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a katlanabilir.” Fırsat bulunur bulunmaz, varoluşlarının ürkütücü nasıl’ma katlanmalarını sağlayacak bir güce ulaşmaları için, yaşamlarında bu insanlara bir neden -bir amaç- göstermek gerekir. Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline! Kaybetmesi uzun sürmeyecektir. Bu tür bir insanın her türden yüreklendirici tartışmayı reddetmek için verdiği tipik karşılık şöyle oluyordu: “Artık hayattan beklediğim hiçbir şey yok.” Buna nasıl bir yanıt verilebilir ki? *Geçmişte ne yaşamış olursak olalım, geleceğe dair bir umudumuz veya beklentimiz yoksa oldukça ruhsuz olabiliyoruz. Apati durumuna geçmişiz gibi. Bence kendimiz veya çevremizdekilerden birisi buna benzer bir durumdaysa çözüm olarak geleceğe yönelik uygun bir amaç bulmaya yardımcı olmaya çalışılabilir. Yazarın kurucusu olduğu terapi şeklinin temel taşlarından birisi de bu sanırım. Sadece geçmişle ilgilenmeyi bırakıp biraz da geleceğe bakmak şart. -Bütün bunlardan, bu dünyada iki insan ırkı olduğunu, ama sadece iki ırk olduğunu -soylu insan “ırkı” ve soysuz insan “ırkı”- öğrenebiliriz. Her ikisi de her yerde bulunur, toplumun her kesimine sızar. Hiçbir grup sadece soylu ya da sadece soysuz insanlardan oluşmaz. Bu anlamda hiçbir grup “arı ırk” değildir ve bu nedenledir ki bazen kamp gardiyanları arasında da soylu birisine rastlanabiliyordu. *Burada değinmek istediğim konu ayrımcılıklar ve ön yargılar. Çoğu zaman kötüler şeytan olarak gördüğümüz sınıf yerine kendi aralarımızdan çıkarlar. İnsanların gerçekten oldukları kişiyi birkaç kriter(siyasal islamcılar için bile umut var) ile kategorize etmek mümkün değil. -Bu insanlar, kendilerine kötülük yapılmış bile olsa, hiç kimsenin kötülük yapma hakkına sahip olmadığı yolundaki sıradan gerçeğe ancak yavaş yavaş döndürülebilirdi. Onları bu gerçeğe döndürmek için çaba göstermemiz gerekiyordu, aksi takdirde sonuçlar, birkaç bin yulaf sapının kaybedilmesinden çok daha kötü olacaktı. Kollarını sıvazlayıp sağ yumruğunu burnuma dayayarak, “Eve vardığım gün kana bulamazsam bu el kesilsin!” diye bağıran bir tutukluyu şimdi bile görebiliyorum. Bunları söyleyen adamın kötü birisi olmadığını vurgulamak istiyorum. Kampta olduğu kadar sonraki yaşamda da en iyi yoldaşlarımdan birisiydi. *En çok zorbalık yapanların, zamanında zorbalığa maruz kalanların arasından çıkıyor olması da bu psikolojik durumun sonucu galiba. Yaşanılan zorlayıcı deneyimler insanları tanınamaz hale getirebiliyor. Hem de hiç tahmin edilemeyecek yönde. -Georgia Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Edith Weisskopf- Joelsen, logoterapi üzerine yazdığı bir makalesinde, “Mevcut ruh sağlığı felsefemiz, insanlann mutlu olması gerektiği, mutsuzluğun bir uyumsuzluk belirtisi olduğu görüşünü vurgulamaktadır. Böyle bir değer sistemi, kaçınılmaz mutsuzluğun yükünün, mutsuz olmaktan ötürü mutsuz olma nedeniyle arttırılması gerçeğinden sorumlu olabilir.” *Buna eski gönderilerimin birisinde daha değinmiştim. İlerleyen teknoloji ve iyileşen yaşam şartları sonucunda standartlarımız çok fazla yükseldi. Eskiden rahatlıkla katlanabileceğimiz olumsuzluklar bile bizi sanki dünyanın sonu gelmiş gibi etkliyor. Her zaman her şeyden memnun veya mutlu olamayız. -Psikanaliz sık sık pan-seksualist (topyekün cinselci) olmakla suçlanıyordu. Bu suçlamanın yerinde olduğundan kuşkuluyum. Ne var ki “pan-determinizm” (topyekün belirlemecilik) denen şey bana daha hatalı ve tehlikeli gibi gözüküyor. Bu terimle, insanın şu ya da bu koşullara karşı bir tavır alabilme yetisini göz ardı eden bir görüşü söz konusu ediyorum. İnsan, tamamen koşullandırılmış ve belirlenmiş değildir, daha çok, ister koşullara boyun eğsin, ister karşı gelsin, kendini belirlemektedir. Başka bir deyişle, insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. İnsan varolmakla yetinmez, bunun yerine her zaman için varoluşunun kaderine, bir sonraki anda kendisinin ne olacağına karar verir. *Kitapta en çok hoşuma giden detaylardan birisi de şuydu: Bölümün girişinde fikirlerin ana hatları anlatılırken aklıma gelen düşüncelerin ilerleyen sayfalarda birebir karşıma çıkması. Buradaki düşünceyi bir suçlu üzerinden örneklendirelim. Kötü birisi olmasının sebebi olarak çocukluğunda yaşadığı olumsuz bir deneyim öne sürülüyor. Ama aynı deneyimi yaşayıp daha farklı bir tepki veren insanlar da mevcut. Bu yüzden kötü olmasını açıklarken yalnızca deneyimi öne sürmek mantıksız oluyor. Çünkü asıl önemli olan ne yaşadığımız değil ona ne tepki verdiğimizdir(50 kere karşıma çıkan özlü söz, çok doğru kullanmazsak olmaz). -Sigmund Freud bir keresinde “Birbirinden son derece farklı bir dizi insanı aynı şekilde açlığa terk edin. Kaçınılmaz açlık dürtüsünün artışıyla birlikte, bütün bireysel farklılıklar bulanıklaşacak ve bunun yerine doyurulmamış bir güdünün tekbiçimli dışavurumu görülecektir,” demişti. Şükürler olsun ki Sigmund Freud toplama kamplarını içerden tanımaktan kurtuldu. Onun hastaları, Auschwitz’deki kuru tahtaların üzerine değil, Victoryen kültürün pelüş tarzı sedirlerine uzanıyordu. Toplama kamplarında “bireysel farklar bulanıklaşmıyordu,” tam tersine daha bir farklılaşıyordu; orada insanların, hem domuzların hem de azizlerin maskeleri iniyordu. *Freud’u biraz daha gömmeden kitabı bitirsen gönlüm kalırdı. Bir önceki paragrafta anlattığım gibi, ama daha profesyonelce. Ben yazara biraz düşmüş olabilirim.
İnsanın Anlam Arayışı
İnsanın Anlam ArayışıViktor E. Frankl · Okuyan Us Yayın · 202335,2bin okunma
·
307 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.