Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Oysa felsefeye gelince işler değişir... Zamanla kendi yaşamımla; bir kadın olarak doğal ve toplumsal konumum ile "düşünürün" konumu (ki fakülte sıralarından otururken bunun benim konumum olması gerekiyordu) arasında derin bir uçurum bulunduğunu çok net bir şekilde fark ettim. Felsefenin aslında erkek merkezli yazılmış olduğunun farkına vardım yavaş yavaş. Erkek egemen bakış açıları daha belirgin olan Nietzsche veya -tam bir kadın düşmanı olarak nitelendirilebilecek!- Schopenhauer gibi yazarlar gözümü açmaya başladılar. Ancak aydınlanmamı, Virginia Woolf, Simone de Beauvoir gibi kadın yazarlara borçluyum. Onların olaylara kadın gözüyle yaklaşımları bakış açımı tersine çevirdi. Diğer klasik metinleri (Platon, Aristoteles, Kant, Kierkegaard, Heidegger ... ) başka bir gözle, yazarın yalnızca erkek egemen değil aynı zamanda erkek merkezci bir bakış açısı benimsediğini gözden kaçırmadan okumaya karar verdim. İnsanoğlunun prototipinde "erkeği" (Eski Yunanca aner) gören erkek merkezcilik (androsantrizm), yaradılışın merkezine diğer bütün canlılardan ayırarak "insanı" (Eski Yunanca anthropos) koyan insan merkezcilikten (antroposantizm) çok daha eski, çok daha derindir. Hıristiyan düşüncesi bu ikisini birleştirmiş, felsefe ve Batılı düşünce alanında derin izler bırakmıştır. Cinsiyetler arasında Aziz Paulus'la birlikte başlayan eşitsizlik ve hiyerarşi, Aziz Augustinus'un yorumlarıyla daha da güçlenir: "Erkek Tanrı'nın yüceliğinden" ve aklı için, kadın ise "erkeğin yüceliğinden" ve bedeni için yaratılmıştır. Burada da Adem ve ardından Havva'nın yaradılış mitleri önemli bir rol oynar. Tinsel ve akıllı bir yaratık olan insanoğlu, önce Adem, sonra da İsa'yla vücut bulur. Kadın ise, erkek "insan" için yardımcı bir bedendir.
·
73 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.