Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Murad Adj’nin araştırmalarına göre, takriben 200 bin yıl önce Altay’a yerleşen Tükler, Çin vakainamelerine göre, sarı saçlı ve mavi gözlü insanlardı. Bu bölgeye geldiklerinden itibaren bunlar mağaralarda yaşamaya başladılar. Altay Türkleri hakkındaki bütün bilgiler meşhur arkeolog Aleksey Pavloviç Okladnikov’un uzun ve titiz çalışmaları ile Altaylıların yerleşim bölgelerinde, bu ilkçağ insanları tarafından yapılmış taştan baltalar, bıçaklar, ok uçları ve çok çeşitli eşyalar bulundu. Taştan yapılmış bıçaklar ve hançerler tıraş bıçağı kadar keskindi, rahatça tıraş olunabilirdi. Bugün bunların, bugünkü insan eliyle yapılması mümkün değildi. Ama bunlar gerçekti. Altaylılar bu taşları, diğer taşlarla işlemiyorlardı. Ateş ve suyla işlenen bir teknoloji uyguluyorlardı. Bunun için de bu işleme uygun, çok nadir bulunan, siyah damarlı, yeşilimsi bir taş olan nefrit taşını kullanıyorlardı. Bu taşları ve diğer madenleri bulup kullanmada iyi bir jeolog idiler. Binlerce yıl mağaralarda yaşayan kadim Altaylıların, metalden yapılmış eşyalar yapmaya başladıkları, bronzdan ok uçları ve mızrak yaptıkları arkeologlar tarafından tespit edildi. Bronzdan baltalar yapıp bunlarla ağaçları kesebiliyorlardı. Baltanın bulunması ile ağaç kesip ağaçtan evler (kurganlar) yapmayı öğrenmişler, böylece mağaradan çıkmaya başlamışlardı. Bütün bunlar dünyada tekti. Baltanın icadı ve ağaç keserek ev inşa etmeye başlamaları ile Altaylılar mağaralardan çıkıp, diledikleri yerlerde evlerini yapmaya ve toplu yerleşim yerleri kurmaya başladılar. Altaylılar 5000 yıl evvel, Urallar’da çok iyi bilinen Arkaim Şehri’ni kurdular. Bu şehirde o zamanlar çok geliştirdikleri metal işlemenin ustaları yaşıyordu. Evlerin her tarafında yoğun olarak bakır ve bronz kullanıyorlardı. Buranın sakinleri Altay’dan göç eden insanlardı. Nüfus artışıyla yavaş yavaş Altay’dan göçler başlıyordu. Urallar ’da yaşayan kolonilerin sonra batıya doğru göçleri başlamıştı. Yayılma daha ziyade Kuzey Avrupa’ya doğru oluyor ve yeni kabileler meydana geliyordu. Her kabilede yeni diller gelişiyordu. Çünkü Altaylılar halen çok az kelimeyle konuşabiliyorlardı. Diller geliştikçe kabileler arasında lehçe farkları oluşuyordu. Altaylılar ağaç tomruklarından yaptıkları evlerini toprağa gömerek kışın soğuktan, yazın sıcaktan korunmayı öğrenmişlerdi. Evler çoğalıp yerleşim yerleri arttıkça, sarp dağlardan ve ormanlardan geçerek yollar yapıyorlar ve şehirlerini birbirlerine bağlıyorlardı. Gökyüzündeki yıldız haritasını okumayı öğrenmişlerdi. Çevredeki nehirlerin ve dağların konumunu çok iyi biliyor ve onları bir pusula gibi kullanıyorlardı. Yönlerini Güneş’e, yıldızlara, nehir ve dağlara göre tayin ve tespit ediyorlardı. Henüz Tengriyi (Gök Tanrısı) bilmiyorlardı. Onun yerine bazı dağları ve nehirleri kutsal sayıyorlar ve bu dağlarda mabetler kuruyorlardı. Ölmüş atalarının ruhlarının gelip bu dağlarda mahkemeler kurduklarına inanıyorlardı. Bu nedenle bu mabetlerde kurbanlar kesiyor, felaketlerden korunmaları için dualar ediyorlardı. En kutsal dağ ise, üç tepeli Sümer dağı idi. Bu dağ onlara göre, dünyanın merkezi idi. Her şey buradan başlamış ve burada bitecekti. Kimse burada yüksek sesle konuşmaz ve civarında ava çıkmazdı. Altaylı Türklerin inançları böyle belirlenmişti. Türkler o zaman sadece dağlara ve nehirlere tapmıyorlardı. Çam ağacını da mukaddes sayıyorlardı. Her yıl senede bir defa kışın ortasında gün dönümü sırasında 25 Aralık’ta Çam Bayramı yapıyorlardı. Bu bayramda yeraltında, altın çitli, altın sarayında bir tahtta oturduğu kabul edilen Güneş ve Ay’ın onun emrinde olan aydın ruhların önderi Ülgen’e dua ediyorlardı. Ülgen’in temsilcisinin çok sevdiği bir çam ağacını süsleyerek evlerine götürüyorlar, ağacın dallarına parlak renkli kurdele bezler bağlıyorlardı. Ayrıca ağacın yanına hediyeler koyuyorlardı. 25 Aralık’ta günlerin uzamaya başlayıp, Güneşin karanlığı yenmesini bütün gece, koraçun koraçun diye naralar atarak eğleniyorlardı. Bu nedenle bu bayramın adı Koraçun’du. Koraçun’un manası ise “azalsın” dır. Yani geceler kısalsın anlamında. Bugün Hıristiyanlık’ta uygulanan Noel Bayramının kaynağı, Altaylıların Koraçun Bayramı (Çam Bayramı) olup, uygulamalar da hemen hemen aynıdır. Hıristiyanlık’taki Noel Baba’nın karşılığı Altay Türklerinde ‘Ülgen’di. Aradaki fark sadece bu isimdir. Noel Baba hediyeler dağıtır, Ülgen’de hediyeler dağıtıyordu. Bütün bu olaylar 3 – 4 bin yıl önce yaşanıyordu. Bu inanç Şaman inancıydı. Bu dönemlerde Türkler resim sanatında çok ileri seviyeye ulaşmışlardı. Yaptıkları resimlerden anlaşıldığı üzere balolar tertipliyor, el ele tutuşarak dans ediyorlar ve koro halinde şarkılar söylüyorlardı. Sosyal olarak hayli gelişmişlerdi. 2500 yıl öncesine gelindiğinde Altay’da bir meteorit düşme olayı yaşandı. Gökten parlak bir yıldız gibi parlayarak inen bu parça incelendiğinde bunun tamamen demir içeren bir göktaşı olduğu anlaşıldı. Bu insanların arasında bulunan Timur adındaki birisi meteoriti inceledikten sonra bu demir parçasını metalden yaptığı bir soba üzerinde eritmeyi düşündü ve denedi. Deneme sonucunda başarılı oldu ve demiri eritti. Bu buluş o zaman için dünyada tek ve en büyük bir buluştu. Bu buluştan sonra Türkler dünyada demirden yapılmış kılıç kullanan tek ülkeydi. Daha o zamanlar diğer kavimler ağaç sopalarla dövüşüyorken, Türklerin kılıçlarının önünde tutunabilmek mümkün olmadı. Diğer kavimler daha demirin ne olduğunu bilmezken, Türkler demiri çok yaygın bir şekilde kullanarak, süper bir teknolojiye sahip oldular. Bu demiri işleyen ve demirden alet yapan ustalar yıllarca bu sırlarını sakladılar. Kimseye bilgi vermediler. Demir ocaklarının sırlarını ağızdan ağıza, babadan oğula aktarıyorlardı. Bu sırları ancak güvenilir aileler biliyordu. Bu sırrı korumak için demirci ustalarının yanında yabancılar asla yaklaştırılmıyordu. Demirciler ülkede en imtiyazlı kişilerdi. Demirci bir babanın oğlu ancak demirci bir babanın kızıyla evlenebilirdi. Aksi halde rüyadayken konuşup sır vermesinden korkulurdu. Demirin bulunup kullanılması, ülkeye büyük bir zenginlik ve güç getirdi. Diğer ülkeler daha Tunç Devrini yaşarken ve demirin ne olduğunu bilmezken Türkler demiri yaygın bir şekilde, her sahada kullanıyorlardı. Diğer ülkeler savaşlarda Türklerle hiçbir şekilde başa çıkamıyorlardı. Ülke artık kimsenin başa çıkamayacağı kadar güçlü idi. İnsanlar oturup düşünmeye başladılar. Timur’a bu parlak fikri kim verdi diye merak ettiler. Sonunda bu parlak fikri Göklerin Tanrısının verdiğine karar verdiler ve onu kendi tanrıları olarak kabul ettiler. Bu olaydan itibaren de Altay Türkleri tek tanrılı, Gök Tanrı dinini kabullenmiş oldular. Gök Tanrılarına da ‘Tengri’ adını taktılar. Bu esnada Yüce Tanrı tarafından Türklere peygamber olarak “Geser” gönderildi. Geser onlara doğru yolu, doğru yaşamayı öğretti ve Tanrı’yı anlattı. “Geser”in bugün bizim bildiğimiz “Hz. Hızır” olduğu ve Kuran’daki Kevser Suresindeki “Kevser” adının da “Geser” yani Hızır manasında olduğu söylenmektedir. 2500 yıl önce Altay Türklerine Geser’in (Hızır) Peygamber olarak gelmesi, Türklerin tek tanrı dinini kabul etmeleri, demir ocaklarını keşfedip büyük bir teknolojiye sahip olmaları, şehir ve kasabalar kurmaları, Altay Türkleri için hayatlarını büyük bir oranda değiştiren yeni bir çağın başlangıcı oldu. Halkın çoğunluğunun yeni Gök Tanrısı dinini kabul etmesine karşın, bir kısmı da bu dini kabul etmeyerek eski Yer, Su, Ülgen, Erklik gibi eski Şaman dininde kalmakta ısrar etti. Bunun üzerine kabileler arasında kanlı savaşlar oldu. Bu mücadeleyi güçlü olan yeni Gök Tanrıcılar kazandı. Mücadeleyi kaybeden eski din taraftarlarına da İskit, İskolt veya Sak adı verildi. Eski dinin simgesi yılan idi. Yılan insanların atası sayılıyordu. İnsanlara bilgelik ve aklı selim sunduğuna inanılıyordu. Halen Orta Asya’da, Çin’de yılan (Dragon) şenlikleri yapılması bu inançla ilgilidir. Başka halkların efsanelerinde, Türkleri Nagalar veya yılan insanlar diye isimlendiriyorlardı. Naga, yılan veya ejderha demektir. Eski inanca göre, yılan yeraltı dünyasının sahibidir. Yer, Su, Erklik, Ülgen ve diğer tanrılar yeraltında onun emri altında yaşamaktadırlar. İnsanlar bu inanca yani yeraltı dünyasının sahiplerine, uzun süreden beri iman ediyorlardı. Bu inançta Şamanizm’in temelini oluşturuyordu. Tengri (Gök Tanrısı) dini, Altay Türklerince 2500 yıl önce (M.Ö. 500) kabul edilmiş olmakla, bir kesim eski dine yani Şamanizm’e inanmaya devam ettiler. Bu görüş ayrılığı giderilmediği için İskitler anavatanları Altay’dan batıya doğru göç ettiler. Böylece M.Ö. 500’lerde yani 2500 yıl önce dünyada aslı Altay Türk’ü olan, İskitler diye bir kavim ortaya çıktı. İskitler Altaylar’dan çok uzaklara, Avrupa’nın içlerine kadar göç etmişlerdi. Giderken yanlarında götürdükleri Türklere has bilgilerle gittikleri yerlerde büyük başarılar elde etmelerine ve yeni yerleşim yerleri açmalarına rağmen İskitler tarih sahnesinden bir müddet sonra silindiler ve kısa zaman sonra yok oldular. Buna rağmen Ruslar ve Yunanlılar, daha sonra batıya yapılan Gök Tanrısına inanan Altay Türklerinin göçlerini bile İskit göçleri diye vermeye devam etti. Böylece ilk din savaşı M.Ö. 500’lerde, 2500 yıl önce Altay’da Türk halkları arasında yaşanmış oldu. Demirin Bulunması İle Sağlanan Üstünlükler Demiri eritip, şekil vermeyi öğrenen Türkler, üstün zekalarını ve sanatlarını da kullanarak özellikle askeri alanda çok büyük buluşlar yaptılar. Bu buluşlar onlara gittikleri her yerde büyük üstünlük sağladı, onları baş edilemez kıldı. Demirin eritilip şekil verilebilmesinden sonra üstün nitelikli kılıçlar, hançerler yaptılar. Bu kılıçlar o zaman ki diğer milletlerin bronzdan yapılan kalkan ve kılıçlarını kağıt gibi kesiyordu. Demirden at dizginini icat etmişlerdi. Dolayısıyla dünyada hiç kimsenin hakim olamadığı kadar atlara hakim oluyorlardı. Çok üstün binicilerdi. O zaman hiçbir ülke dizgin nedir, bilmiyordu. Atlar o zamanlar Türklerin zırhlı aracı gibiydi. Harplerdeki üstünlüklerinin en belirleyici olanı idi. Ayrıca demirden kalkan, miğfer, ve zırhları geliştirdiler. Ok uçları ve yayları demirden yapmaya başladılar. Bu oklar bronzdan kalkanları delip geçiyordu. Dünyada hiçbir millette olmayan, harp teknolojilerine ve üstünlüklerine sahiptiler. Bu askeri üstünlükleri ile o zamanlar güçlü bir orduya sahip Çin’i mağlup edip, istila ettiler. Çin Seddi bile onları durduramadı. Demirden saban icat etmişlerdi. Toprağı sürmeyi ve mahsul almayı biliyorlardı. Demirden orak icat etmişler, mahsullerini onlarla biçiyorlardı. Demirden değirmen yapmışlardı, un öğütüyorlardı. Pişmiş kilden küp ve kap kacak yapmayı biliyorlardı. Tahıllarını bu küplerde saklıyorlardı. Fırını icat etmişlerdi, ekmeklerini güneşe benzeyen yuvarlak somun şeklinde, fırınlarda pişiriyorlardı. Mayalanmış hamurdan çok lezzetli ekmek yapıyorlardı. Pişmiş kilden tuğla yapmayı öğrenmişlerdi. Bu da inşaat teknolojilerini değiştirdi. Eskiden ahşap tomruklardan yapılan evler (kurganlar) yerine, şimdi tuğla evler yapıyorlardı. Ahşap evlerin dahi temellerini mutlaka tuğladan yapıyorlardı. O zaman dünyada tuğlayı bilen hiçbir ülke yoktu. Onlar binalarında, çamur ve samandan yapılmış kerpiç kullanıyorlardı. Onun için de onların eserleri bugüne kadar gelemedi. Toprakta ve hava şartlarında eriyip gitti. Ancak tuğla duvarlar bugüne kadar geldi. Bütün bunlar sadece tarihi söylenti değil, arkeolojik buluntuların sonucudur. Türkler M.Ö. 500’lerde Tek Tanrı (Gök Tanrısı) dinini kabul ettikten sonra çok dindar insanlar oldular. O Tek Tanrı’yı kainatın, dünyanın ve her şeyin yaratıcısı olarak kabul ediyorlardı. Tanrı Tektir. O her şeyi görür, her şeyi bilir, hiçbir şey Tanrı’dan gizlenemez. Tanrı her şeye hakim ve her şeyin sahibidir, diyorlardı. Herkes Tanrı huzurunda eşittir. Han veya köle olmak fark etmezdi. Artık böyle bir Tanrı inancına sahip Türkler putperestlikten tümüyle uzaklaşmışlardı. Dini inançlarını bir sürü ritüellerle süsleme başladılar. Savaşlara Tanrı adına gidiyorlardı. Her işe Tanrı’nın adını zikrederek başlıyorlardı. Ellerini havaya açarak Alla (Allah) diye dua ediyorlardı. Toplu ayinler yapıyorlardı. Bu ayinler din adamları tarafından yönetiliyordu. Din adamları farklı kıyafetler giyiyordu. Tanrı’yı (dört kenarı da eşit) eşit kenarlı haç ile işaret ediyorlardı. Bu haça “Adji” diyorlardı. Haçın ortasında yuvarlak güneş ışınları resmi bulunuyordu. Bu güneş ışınları Tanrı’ya inancı temsil ediyordu. Tanrı’nın haçla ifade edilen bu işareti bayraklarına da işaretleniyordu. Ayrıca zincir şeklinde boyunlarına da takıyorlardı. Vücutlarına dövme yapıyorlardı. Neticede ortasında güneş resmi olan eşit kenarlı haç, Türklerin daha Hristiyanlık ortada yokken bile kullandıkları en kutsal Tanrı işaretidir. Yani 2500 yıl önceden başlayan bir uygulama. Türkler de bunun dışında bir de 3 – 4 bin yıl öncelerde kullanılan eğri haçlar vardı. Bu eğri haçlar, Yeraltı Tanrılarını ve Cehennemi temsil ediyordu. Avrupalılar daha sonra haç diye bu eğri haçı örnek almışlardı. Hindistan’a Giriş Türkler Tek Tanrı dinini kabul ettikten sonra bu inancı her tarafa yaymaya çalışıyorlardı. Türk din adamları farklı ülkelere giderek Gök Tanrısı dinini anlatıyorlar ve onları bu dine davet ediyorlardı. Çinliler bu din adamlarını kabul etmediği için, Çin işgal edildi. Meşhur Çin Seddi bile onları koruyamadı. Hintliler, Türklerin Gök Tanrısı inancına itibar ettiler. Altay Türkleri ile Hindistan arasında iyi ilişkiler başladı. Hintliler, yılan soyundan gelen, beyaz tenli yarı insan tanrıya “Naga” diyorlardı. Altay’dan gelen beyaz tenli Türkleri de “Naga” diye isimlendiriyorlardı. Türkler, 2500 yıl önce hem dini inançları , hem de atlı süvari göçmenleri ile Hindistan’a girmiş oldu. Hindistan’a yerleşen bu yeni halka “Şak” yani, “Hindistan’ın Yeni Halkı” ismi verildi. Hintliler Buda’yı Şakyamuni veya Türk Tanrısı olarak adlandırıyorlardı. Buda’nın beyaz tenli, mavi gözlü yani Altay Türk tipinde olduğu söylenir. Esasında Buda’nın öğretileri ile o zamanki Türklerin öğretileri çok benzerdir. Türkler Hindistan’a girdikten sonra kültürlerini onlarla paylaşmışlar, toprağı demir saban ve kazmalarla işlemeyi, demir orakla ekin biçmeyi öğretmişlerdir. Bunlar mitolojik hikaye değil, arkeolojik buluntuların sonucu elde edilen bilgilerdir. Bugün Hindistan’ın nüfusunun % 10 ve Pakistan ırkının aslı Türklerden gelmektedir. M.Ö. 500’de Hindistan’da hakimiyet Altay’daki Aksu Nehri vadisinden Hindistan’a göç eden İlkvaşku tarafından kurulan Koşala veya Koşkala Devleti’nin eline geçti. İlkvaşku Devletin başkenti olarak da Aydohya şehrini kurdu. Koşala veya Koşkala, Güneş İmparatorluğu zamanında Altay’dan Hindistan’a göçler asırlar boyu devam etti. Hindistan ile Altay artık bir bütün olmuştu. Daha fazlası: twitter.com/ArsivSaka/statu...
175 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.