Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

324 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
KAPLANIN SIRTINDA BİR SULTAN
Dört yılı aşkın bir çalışmanın ürünü olan roman ilginç bir şekilde Abdülhamid hakkında en az bilgiye sahip olduğumuz dönemi, Selanik yıllarını ele alıyor. Muazzam bir güce hükmederken, Şeyhülislam’dan alınan fetva ile bir gece de her şeyini kaybeden, ailesi ile birlikte bomboş bir köşkte tecrit hayatına mahkûm edilen, gazete okumasına dahi imkân verilmeyen birinin, yüz hatlarında, bakışlarında, ağzından dökülen her ifade de, vehimlerinde okumaya çalıştığımız psikolojisini doğru yansıtabilmek için, bir hatıratı değil, okurunu anlatının içine çekebilen roman türünü seçtiğini ifade ediyor yazarımız. Livaneli’nin tarihsel bir şahsiyeti dönemin koşulları içerisinde olabildiğince hassas davranarak, objektif bir şekilde ele aldığını söyleyebiliriz. Bunu sağlayabilmek için kılı kırk yaran bir çalışma yürüttüğünü ve kitabın kaynakça kısmında da paylaştığı yerli ve yabancı birçok eseri okuyup incelediğini, kitap sonundaki söyleşisinde belirtiyor. Kitap oldukça ilginç bir Abdülhamit portesi çiziyor; tahta çıktığında kucağında bulduğu 93 harbinin tesiriyle savaştan olabildiğince uzak duran bir politika benimsediğini, bundan dolayı da sürekli bir denge durumu oluşturmaya çabaladığını anlıyoruz. Yazarın Abdülhamit’e söylettiği şu ifadeler, onun uyguladığı politikanın bir özetidir adeta; “Harpten nefret ederim. Kazanan olsun, kaybeden olsun her ülkenin belini kırar. Bu yüzden her şeyi mümkün olduğunca müzakere yoluyla çözmeye çalışırım.” Abdülhamit Han 1867 yılında daha 24 yaşında bir şehzadeyken, Sultan Abdülaziz’in Osmanlı tarihinde ilk ve tek olan Avrupa gezisine katılıyor. Paris’i, Londra’yı geziyor. Her gittiği yerde düzinelerce fabrikanın sürekli ürettiğini, sanayide ki gelişmelerin muazzam bir boyuta vardığını fark ediyor. Hem Sultan Abdülaziz, hem de genç şehzade ve devlet ricali aradaki farkın kapatılması zor bir şekilde açıldığını idrak ediyorlar. Sadece bu değil elbette onları etkileyen durum. Avrupa şehirlerinin pırıl pırıl sokaklarından, gece ışıl ışıl görüntüsünden bir hayli etkileniyorlar. “Amcam da ben de Murad da kör değildik. Avrupa’yla aranın ne kadar açıldığını, adamların ne kadar ileri gittiğini gözlerimizle gördük. Hem de yaşlı gözlerle gördük dersem mübalağa ettiğimi düşünmeyin.” Avrupa seyahati dönüşünde devlet ricalinin yaptığı bir toplantıda İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efendi’nin söylediği şu cümleler heyetin bu geziden ne kadar etkilendiğini göstermesi bakımından oldukça manidardır; “Efendim, İslam’ı bile Avrupalılardan almalıyız, adamlar bize öğretilmiş düzgün İslam’a uygun davranıyorlar, bizse bozulduk. İslam’ı tekrar, en baştan başlayarak onlardan öğrenmemiz lazım.” Abdülhamid’in en çok eleştirildiği husus ise, 33 yıl süren devri saltanatında uyguladığı istibdat, kurduğu jurnal sistemi ile kendini hissettiren Vehm-i Hümayun’du. İmparatorluk birçok milleti bünyesinde barındırıyordu. Ve hemen hemen hepsi de ayrılığın ve bağımsızlığın peşindeydi. Belki de böyle kozmopolit bir imparatorluğu bir arada tutabilmek için bu şekilde davranıyordu. Elbette bu durum fikir hayatının gelişmesine mani oldu. Sanat ve fikir sarayda serbestken toplumun bunlara ulaşması bir hayli zordu. Bu durum Livaneli’nin ifadeleriyle “Ülkenin sosyal sermayesinin yok olmasına yol açmıştı. Abdülhamid’in en büyük kabahati buydu.” "250 yıldır çırpına çırpına batılılaşmaya çalışan bir ülkenin” en zorlu yıllarında, 20 milyonu aşkın nüfusa sahip çok uluslu bir devleti, oldukça uzun bir süre idare etti. “Görünüşte İslamcılık ama aslında Batı tarzı reformlar yapıp okulları modernleştirerek, önceki dönemlerin iki misli kitap çevirisi yayımlatarak, kız mektepleri açarak, Avrupa saatini uygulamaya çalışarak, ülkeyi demiryollarıyla bağlamaya çalışarak elinden geleni yaptı.” Ancak uyguladığı baskı rejimi nedeniyle ülkedeki tüm ilericilerin ve hürriyet severlerin nefret objesi haline geldi. Aydınlar ve askerler arasında bu nefret o denli fazlaydı ki herkes o gittiği an her şeyin düzeleceğine inandı. Ancak öyle olmadığı acı bir tecrübe ile görüldü. Tanpınar’a ait şu satırlar o dönemi anlatması bakımından oldukça manidardır; “Hele bir o gitsin… Hele bir sabah olsun… Biz sanıyoruz ki bütün fenalıklar sadece ondandır. Hâlbuki değil; fenalık daha derin, daha köklü. Abdülhamit gibi bir ifriti doğuracak kadar büyük. İyice yerleşmiş.” “Ya devlet başa ya kuzgun leşe dünyası bu. Kaplan sırtındayken her buyruğuna uyan o büyük güce egemensin, güçlüsün, mutlusun; ne var ki sırtından indiğin anda o kaplan seni pençesine düşmüş zavallı bir gazal gibi parçalar, hiç duraksamaz. Kaplanla birlikte yaşamanın tek koşulu onun efendisi olmaktır; ya efendisindir ya da kurban. Bu durum benim tercihim değil, diye düşünüyor, her insan kendi seçmediği bir ailede, seçmediği bir kaderle dünyaya gelir; bizimki de kaplanın sırtında doğmak bir bakıma.” Zülfü Livaneli, II. Abdülhamid’in yaşamı üzerinden bireyi, toplumu, devleti ve iktidarı sorguluyor. Selanik sürgünü boyunca Sultan’ın ve maiyetinin hususi doktoru olan Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey’in hatıratından hareketle vücut bulan bu tarihi romanda, iktidar kavramına çarpıcı bir bakış açısı sunuyor.
Kaplanın Sırtında
Kaplanın SırtındaZülfü Livaneli · İnkılap Yayınevi · 20229,6bin okunma
·
65 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.