Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Kimlik farklılıklarının en önemlisi, gerçek ya da uydurma olsun, dini ayrılıklardı. En büyük ayrışma ise Hindular ile Müslümanlar arasındaydı. Böl ve yönet tarzının en önemli aracı dindi. Din üze­rine araştırmalar yürüten Peter Gottschalk'ın çalışmaları, Hindular ile Müslümanlar arasındaki ayrışmanın İngilizlerin kasti bir projesi olduğunu ortaya koymuştur. Bu ayrışma tanımlanmış, belirgin­leştirilmiş ve sağlamlaştırılmıştır. Meşhur tarihçi Romalia Thapar'a göre Hindistan tarihinin sömürgeci yorumunda üç temel argümanvardı. Birincisi, Hindistan tarihinin İngilizler tarafından dönemle­re ayrılmasıydı. Bu dönemlerin belirlenmesinde ülkeyi yönetenlerin dini esas alınmıştı. Böylece Hindistan tarihi, James Mill'in 1817 ve 1826'da basılan The History of British India isimli kitabında 'Hindu, Müslüman ve İngiliz' dönemleri şeklinde ayrılmıştı. Dönemlere ayırmanın altında şöyle bir kabul vardı: Hindistan her zaman başta Hindular ve Müslümanlar olmak üzere birbirine düşman, tek bir dini grup tarafından yönetilmiştir. Diğer bir argüman da Hindistan'ın sö­mürgecilik dönemi öncesindeki ekonomi-politiğinin 'Doğu despo­tizmi' olduğu şeklindeydi. Bir diğer ifadeyle, Hindistan, halkı sömü­ren 'despotik ve baskıcı' iktidarlar tarafından yönetilmiş durağan bir toplumdu. Üçüncü argüman ise Hindu toplumunun tarih boyunca kast sisteminde dört ana gruba ayrılmış olmasıydı. 19. asrın ortasında Mili, Macaulay ve İngiltere'de çalışan Alman araştırmacı Friedrich Max Müeller üçlüsü, Hindistan tarihini sömürge­ci bakış açısıyla gayet etkili bir şekilde oluşturmuşlardı. Hindistanlılar bile bu tarihi kabul etmişlerdi. Bu üçüne göre Hint medeniyeti esası itibariyle Hindulara aitti. Medeniyetin temelini oluşturanlar kast sis­teminin üst taraflarında yer alan Ari ırk mensuplarıydı. Bu ırk M.Ö. 1500'lerde Orta Asya bozkırlarından aşağı inerek yerli halkları önce sürmüş, sonra kalanlarla karışmıştı. Sanskritçe konuşan ve tarım toplu­mu kuran bu insanlar Vedaları yazmışlardı. İlk işgalci ve fatihler Müs­lümanlardı. Sonrasında ise İngilizler gelmişti. 19. asırdaki Hindistanlı milliyetçiler, Hindu ve Müslüman yenilikçiler ve hatta Teosofi Cemiye­ti gibi kendisini kadim Hint spiritüalizmine dayandıran hareketler bile bu tarih yaklaşımını benimsemişlerdi. Öyle ki Teosofi Cemiyeti'nin kurucularından olan Albay H. S. Olcott, '.Ari ırk' teorisinin en büyük propagandacılarından biriydi. Okott'un farkı ise Ari ırk mensupları­nın Hindistan'ın yerlisi olup medeniyeti buradan Avrupa'ya taşıdıkları fikrini ileri sürmesiydi. Bu fikir, bugün Hindutva ideolojisini destek­leyenler arasında hala popülerdir. Resmi tarih anlatımında Müslümanlara yer vermeyen sömür­geci yaklaşım, 20. asırda ortaya çıkan iki millet kavramının baş müsebbibidir. Bu iki millet daha sonra iki devlete dönüşmüştür. Bu yaklaşım ayrıca İngilizlerin 'böl ve yönet' stratejisine hizmet etmiş­tir, zira Hindular ve Müslümanlar arasındaki farklar her fırsatta dile getirilerek her iki gruba da çıkarlarının birbiri ile asla uyuşmayacağı fıkri aşılanmıştır. Kast ve dil farklılıkları gibi bu yaklaşımın da sömürgecilik önce­sinde bir mazisi yoktur. Araştırmacı Gyanendra Pandey dini cemaat­çiliğin büyük ölçüde sömürgeciliğin eseri olduğunu savunmaktadır. Yaptığı çalışmalarda İngilizlerin yönetimleri altındaki Hindistanlıları tasnif etmek için harcadıkları çabaların artan bir 'yatay kast bilincinin' ve Hindular ile Müslümanlar arasında din bilincinin uyanmasına sebep olduğunu göstermiştir. Sömürgeciler her iki dinin temsilcilerinden 'de­ğişmez' adetler oluşturmalarını ve ineklerin kurban edilmesi hususunda asla taviz verilemeyecek hususları belirlemelerini istemişlerdi. Böylece iki taraf da inanç ve ibadetlerinin en katı hallerini ortaya koymuşlardı. Pandey benzer kimliklerin sömürgecilik öncesi dönemde de var oldu­ğunu belirtmekle beraber sömürgecilerin uygulamaları sebebiyle bu kimliklerin katılaştığını belirtmektedir. Tüm bunlar hiç de şaşırtıcı değil. Sömürgecilik öncesi dönemde iki dinin mensuplarının birbirlerine belli konularda yardımcı oldukla­rını anlatan çok sayıda hikaye vardır. Örneğin, Hindular bir türbenin inşasında Müslümanlara, Müslümanlar da bir Hindu mabedinin ta­mirinde Hindulara yardım etmişlerdir. Dindar Hindulara bile bazen Müslüman ismi verilirdi. Çoğu Farsçaya hakimlerdi. Müslümanlar Marasa ordusunda, Kral Shivaji için Hindu Rajputlar ise meşhur Müs­lüman imparator, Evrengzib'in ordusunda savaşmışlardı. Vijayanagara ordusunda Müslüman süvariler vardı. Birçok tarihçiye göre köylerde Hindu ve Müslümanların birçok adeti ortaktı. Hatta bazen aynı yerde ibadet ediyorlardı. Bir türbede yatan kişiyi her iki taraf da evliya kabul ediyordu. Kerala'nın meşhur ziyaretgahı Sabarimala'da sarp bir tepeyi çıkıp Tanrı Ayyappa' nın türbesine varılır. Fakat hemen öncesinde Tanrı Ayyappa'nın Müslüman talebesi Vavar Swami'nin türbesi yer alır ki gelen herkes orayı da ziyaret eder. İslam kurallarına uygun olarak bu türbede hiç put bulunmaz. Sadece, türbede medfun olan kişinin savaşçı olduğunu göstermek için bir taş levha ile kılıç bulunur. Kabrin üstünde de Müslümanların rengi olan yeşil renkte bir örtü serilidir. Türbenin idaresi de Müslümanlara aittir. Hindistan'da bütün din mensupları birbiriyle kesişen hayatlar ya­şamışlardır. Dini adetler bile birbiriyle pek çelişmez. Müslüman mü­zisyenler Hindu ilahileri çalıp söylemiş, Hindular evliya türbelerini ziyaret etmiş ve Müslüman zanaatkarlar Hinduların dini ayinlerin­de kullanılmak üzere maskeler yapmışlardır. Hindistan'ın kuzeyinde 'Gangalamuni tehzib' ismi verilen bir ortak kültür vardır ve bu kül­türde iki dinin adetleri harmanlanmıştır. Romila Thapar, Müslüman doğup Hindu tanrılarına methiyeler yazan şairlerden bahsetmektedir. Bu şairlerin en önemlilerinden biri Seyyid İbrahim olup daha ziyade Raskhan ismiyle tanınmıştır. Tanrı Krişna'ya yazdığı şiirler 16. asırda çok meşhur olmuştur. Babürlüler, Sanskritçe metinleri Farsçaya tercü­me ettirmişlerdir. Bunların arasında Rezmname adıyla tercüme ettirilen Mahabharata ve Bhagavad Gita da vardır. Bu tercümeler yapılırken Brahmanlar, Farsça konuşan alimlere yardımcı olmuşlardır. Gyanendra Pandey'e göre bu tarihi gerçekler, Babürlü sarayında Hindu generallerin olması ve Sih idareci Ranjit Singh'in maiyetinde Hindu ve Müslüman idarecilerin yer alması kimliklerin o kadar keskin olmadığını ve hem Hindu hem de Müslümanlar arasında kimliğin din üzerinden tanımlanmadığını göstermektedir. Buradan anlaşılan or­tada birbirine düşman ya da birbiriyle asla anlaşamayan ideolojiler ol­madığıdır. Chicago'da, Dünya Dinleri Meclisi'nde Swami Vivekanan­da' nın da ifade ettiği gibi farklılığın kabulü Hindistan medeniyetinin esaslarından biri olagelmişti. Din geçmişte, tek başına, siyasi hareketlilik bir yana topluca ha­reket etmenin bile zemini değildi. Kast, topluluklarıi ve biradari de belli rollere sahipti. Fakat farklı toplulukları birbirine kırdırarak mev­cut toplumsal ilişki ağını bozan sömürgeciler, farklılıkları ile birlikte asırlardır beraber yaşayan insanların insicamını bozmuştur. Olay açıktır: Hindular ve Müslümanlar arasındaki kavga sömür­gecilik döneminde başlamıştır. Sömürgecilerin, Hindistan'daki top­lumsal ayrışmanın temelinde dinin yattığı şeklindeki Oryantalist var­sayımı yüzünden diğer toplumsal çekişmelerin çoğuna da dini etiketi vurulmuştur. 19. asırdan önce Hindistan'da tam anlamıyla bir Müslü­man ya da Hindu kimliğinin olup olmadığı tartışmaya açıktır. Şöyle bir itiraz gelebileceğini varsayıyorum: Genç Arap savaşçı Mu­hammed bin Kasım'ın Sind Krallığı'nı ele geçirdiği M.S. 712 tarihin­den itibaren Müslümanlar ve Hindular birbirlerini kadediyorlardı.226 Bir diğer ifadeyle, bugünkü gerilim 1 .200 senedir sürmektedir. Bu iddiayı destekleyenler ayrılmayı meşrulaştırmak isteyen Pakistanlılar ile Hindutva ideolojisine sahip olanlardır. Hindutva davasına inanmış olanlar sürekli olarak Müslümanların 60.000 kadar Hindu mabedini yıktıklarını ve 3.000 mabedi de camiye çevirdiklerini söylemektedirler. Bunların bir kısmı doğrudur. Sultan İltutmuş'un Delhi'de inşa et­tirdiği meşhur Kutup Camii'ni ve külliyesini gezenler hala sütunlarda Hinduizm'e ait süslemeler görebilirler. Fakat, Cymhia Talbot ve Ric­hard M. Eaton tarafından, Hindistan'ın iki farklı bölgesinde yapılan tarih araştırmaları göstermiştir ki mukaddes olana hürmetsizlik etmek, savaş halinde 'askeri ilerleme' ve sınırların değişmesi sırasında olmakta­dır. Eaton'a göre Hindistan'da Türk ve Müslüman liderler, fetih esna­sında mabetleri yıkmışlardır. Mukaddes bir mabet Hindu krallığının gücünü temsil etmekteydi. Dolayısıyla, bu mabedin yıkılması kralın mağlup olması demekti. Talbot Müslümanların Andhra Pradeş'e doğru ilerleyişi hakkında yaptığı çalışmada benzer bulgular elde etmiştir. İş­galcilerin tapınaklara yaptıkları saldırıların saikları dini değil siyasidir. Müslümanların put kıran, dini taassup ile tapınakları yıkan kimseler olarak gösterilmesi hem Eaton hem de Talbot'a göre tarihi hakikatler ile örtüşmemektedir. Elbette, Gazneli Mahmud, Muhammed Guri ve Nadir Şah gibi yağmacıların Hindistan seferlerinin amacı yıkmak ve yağmalamaktı. Fakat, Hindistan'da kalan Müslümanlar mabetlerin ehemmiyetini anlamış ve mabetlere saldırmamışlardır. Müslüman savaşçılar hakkında çok sayıda ikonoklazm (put kırıcı­lık) hikayesi olduğu için yukarıdaki argüman tartışmaya açık gibi görü­nebilir. Fakat birlikte yaşamın ve uyumun örnekleri çok daha fazladır. Farklı kimliklerin birbirine müsamaha gösterdiği sömürgecilik öncesi Hindistan'da birlikte yaşamın en önemli örneklerinden birine İngiliz­lerin Malaba Sahili dedikleri Kerala ev sahipliği etmiştir. Arap, Romalı, Çin, İngiliz, İslam ve Hristiyanlık gibi dış etkenlerin nüfuzuna açık olmak beraberinde bir ticaret kültürü getirmişti. İki bin küsur sene önce Kerala halkı sadece Hindistanlılarla değil aynı zamanda Araplar, Fenikeliler ve Romalılar ile ticaret yapıyordu. Dolayısıyla, dünyaya açık bir halktı. Romalıların zulmünden kaçan Yahudiler, Kerala'da kendile­rine yer bulmuşlardı. M.Ö. 68 senesinde bile Cranganore'de Yahudi yerleşim yerlerinin olduğunu gösteren bulgular mevcuttur. 1500 sene sonra ise yeniden Kerala'ya gelerek Kochi'de, bugün bile ayaktan olan muhteşem bir sinagog inşa etmişlerdi. Kerala'nın Hristiyanları, Filistin dışında yaşayan Hristiyan toplulukların en eskilerindendir. İsa'nın 12 havarisinden olan Aziz Tomas Hristiyanlığı Kerala'ya getirdiği zaman sahilde, flüt çalan bir Yahudi kız tarafından karşılanmıştır. Aziz Tomas, Namboodiri Brahmanları gibi üst sınıf ailelerden de bazılarını Hristi­yan yapmıştı. Yani, Hindistan'da bütün İngilizlerin atalarından daha önce Hristiyan olmuş kimseler vardı. Hindistan'ın kuzeyinin aksine İslam, Kerala'ya kılıçla değil tüccar­lar, seyyahlar ve tebliğciler ile gelmişti. Bu insanlar, İslam'ın eşitlik ve kardeşlik mesajını bu sahil halkına ulaştırmıştı. Yeni din barışçıl bir şe­kilde kabul görmüş, reddedilmemişti. Hatta, daha önce de değindiğim üzere, Kozhikode kralı, Kerala'daki Müslümanların denizcilik kabili­yetlerinden öylesine etkilenmişti ki her Müslüman ailenin bir oğlunu donanmaya vermesini istemişti. Donanmanın başına da Arap kökenli birini getirmişti. Kerala'da Müslümanların karıştığı ilk bilinen şiddet olayı 'Moplah İsyanı' sırasında, yani İngilizlerin iktidarda olduğu 1920 senesinde yaşanmıştır.Hindistan'ın güneyindeki yarımadanın Müslümanların geldiği, 14. ile 17. asırlar arasındaki vaziyetine bakıldığında, Cynthia Talbot' a göre halkın çoğunluğunun gayr-ı Müslim kalmaya devam ettiği ve hat­ta Müslümanların hakim oldukları bölgelerde bile iki topluluğun ge­nelde birbirine karıştıkları görülmektedir. Bu şartlar altında, belli bir ölçüde de olsa iş birliği kaçınılmazdır. Müslüman idareciler, vergi top­lamak ve taşrada düzeni sağlamak için Hindu yetkililere ve savaşçılara muhtaçlardı. "Her dönemde Öteki'nin kötülendiği ve hoş görüldüğü durumlar olmuştu," şeklindeki argüman iki tarafın dine değil yabancı­lığa vurgu yaptığını görmezden gelmektedir. Yabancılık mefhumu ise zaman içinde kaybolmaya yüz tutmuştur. İngilizlerin sömürgecilik öncesi dönemin varlığını görmezden gelmeleri ve 1857'den itibaren 'Hindu-Müslüman' ayrışmasını kö­rüklemeleri bir dizi siyasi sonuç doğurmuştur. Allan Octavian Hume Hindistan Milli Heyeti'ni kurduğunda hangi dine mensup olduklarına bakılmaksızın bütün Hindistanlılara kapıları açmıştı. İlk başkanların­dan kimi Hindu, kimi Müslüman kimi de Hristiyandı. İngilizler ise Hume'un bu tavrına karşı çıkmışlardı. Halbuki İngiliz usulü eğitim almış Hindistanlıları desteklemek hususunda dürüst olsalardı, memu­riyete en fazla giren kesim olan avukatlar başta olmak üzere Hindistan­lıları sisteme entegre edebilirlerdi. Bunun yerine, İngilizler seküler bir yapı olan Heyet'in yükselişini onay vermeseler de seyrettiler. Sonunda bir Hindu örgütü olduğunu ilan ettiler. Ardından 1906'da sadece Müs­lümanlar için İslam Birliği isimli örgücü kuran Dakka Naibi, Hoca Selimullah'ı desteklediler. Lord Curzon'un sözde idari sebeplerden ama aslında doğuda Müslümanların çoğunlukta olduğu bir bölge oluşturmak istemesin­den ötürü 1905'te Bengal'i ayırma kararı almasına Bengal halkının tüm grupları ve Hindistan'ın bütün milliyetçileri karşı çıkmıştı. Zi­ra, bu kararı ülkeyi bölmek için atılmış bir adım olarak değerlendir­mişlerdi. İngilizler ise Müslümanların menfaatlerini koruyormuş gibi yapıyordu. Başta bu kararı sert bir dille kınayan Dakka Naibi, Lord Curzon'un kendisini ziyaret etmesinin ardından fikrini değiştirmişti. Lord Curzon yaptığı bir konuşmada, Bengal'i ayırmanın "ilk Müs­lüman krallar zamanından beri birleşmeyen Doğu Bengal'in Müslü­manlarının lehine olacağını" söylemişti. Tepkileri yumuşatmak için Dakka Naibi'ne düşük faizle 100.000 sterlin borç verilmişti. Kısa bir süre içinde Naib ve maiyetindekiler bölünmenin en büyük taraftarı haline gelmişlerdi. İngilizler taraf tutarken gayet açıklardı. Planın mimarı olan Her­bert Risley açık sözlü bir şekilde "asıl amaçlardan birinin bölmek ve böylece İngiliz hakimiyetine karşı yekvücut bir muhalefet oluşmasını engellemek" olduğunu söylemişti. Bengal Vali Vekili Sör Bampfylde Fuller de "iki karısından (Bengal'deki Hindu ve Müslüman topluluk­ları kastediyor) Müslüman olanı tercih ettiği" açıklamasını yapmıştı. Daha sonra jest yapmak için öyle dediğini iddia etmişti. Bu jestin bazı Müslüman gruplar tarafından haddinden fazla ciddiye alınması sonucu Hindulara yönelik şiddet olayları başlamıştı. Saldırılar, tecavüzler ve rehin almalar peşi peşine gelmişti. "Böylece," diyordu Henry Nevin­son, "Doğu Bengal'de yeni bir din kavgası başladı." Sözde idari ayrım, Bengal'deki toplulukların düzenini alt üst etmişti. Nevinson şöyle yazmıştı: "Nerede bir din ya da milliyet kavgası varsa İngiliz yetkililer ve askerler Müslümanların yanında bitiyordu. Şimdi, Doğu Ben­gal'de bölünme için hükümetin Müslümanlara her türlü desteği vermesiyle mevcut kavga körüklenmiş oldu. Resmi soruşturmala­rın tamamında Hindular hedef alınıyordu. Hükümetten atılan­lar Hindulardı. Hükümetin desteğini kestiği okullar Hinduların okullarıydı. Müslümanlar ayaklandığında polis Hinduların evine baskın yapmış ve Gurkhaları Hindu mahallelerinde konuşlan­dırmıştı. Hinduların nehir kenarındaki banklara oturmasına bile müsaade edilmiyordu. Elbette, bunun sebebi Hinduların Hindis­tan'da ayrılmayı reddetmiş olmalarıydı. Dolayısıyla baskıyla sus­turulmaları gerekiyordu. Heyet, ilk başta aceleci davranmamıştı. Çünkü, İslam Birliği'ni top­rak sahibi üst sınıfın bir oluşumu olarak görüyor ve tehdit olarak al­gılamıyordu. İlk başkan olarak daha ılımlı bir isim olan Ağa Han'ın seçilmesi, bu tavrın doğruluğuna işaret olarak yorumlanmıştı. Bunun üzerine, İslam Birliği'ne üye olanların Heyet'ten atılmayacakları ilan edilmişti. İslam Birliği üyeleri Heyet toplantılarına davet edilmiş, hatta üç defa toplantılara başkanlık etmişlerdi. (Hakim Ecmel Han, Mevlana Muhammed Ali ve Dr. M. A. Ensari aynı anda hem Heyet'in hem de İslam Birliği'nin başkanlığını yapmışlardı.) 1916'da Motilal Nehru ile parlak bir genç Müslüman avukat olan Muhammed Ali Cinnah, İslam Birliği ile yapılacak iş birliğinin esasla­rını belirlemek üzere Heyet tarafından görevlendirilmişlerdi. Azınlık­taki bir topluluğun temsilcilerinin ekseriyeti onay vermeden o toplu­luğun menfaatlerini ve inancını etkileyen hiçbir karar alınmayacaktı. Bu kural Lucknow Paktı'nın temelini oluşturmuştu. Bunun üzerine, Heyet'teki edebiyatçıların önde gelenlerinden şaire Sarojini Naidu, Cinnah'ı 'Hindu-Müslüman birliğinin mümessili' diye nitelemiş, hi­taplarıyla yazılarının editörlüğünü yapmıştı. Aslına bakılırsa, İngilizlerin teşvikine rağmen Hindistan'ın Müs­lümanları geleceklerinin Hindulardan ayrı düşünülemeyeceğinin far­k.ındalardı. 1918 gibi geç bir tarihte 'Hindistan sorunu' üzerine yazdığı bir kitapta, Ağa Han'ın Hindistan için 'Batı, Uzak Doğu, Brahman ve Müslüman' medeniyetlerinden mürekkeptir demesi ve Hindular ile Müslümanlar arasında mutabakata varılarak ulaşılacak olan 'Hindistan vatanseverliğinden' bahsetmesi önemlidir. İslam'dan dünyanın her ye­rindeki müminleri ahlak üzerinden birleştiren bir toplumsal, kültürel ve manevi güç olarak bahsedip siyasi bir hareket olan 'Panislamizm' fikrine soğuk bakmıştır: "Din modern dünyada hiç olmadığı kadar ma­nevi bir güce dönüşüp hiç olmadığı kadar dünyevi bir güç olmaktan uzaklaşmıştır. Milli ve maddi meseleler artık dini bağları gölgede bırak­maktadır." Diğer tahsilli Hindistan Müslümanlarının çoğu benzer bir kanaattelerdi. Kaldı ki bu fikirler 40 sene önce Seyyid Mahmud Han tarafından da dile getirilmişti. Mahatma Gandi, Heyet başkanlığı görevini üstlenir üstlenmez Müslümanların gönlünü kazanmaya çalışmıştır. Bu amaçla, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması ile ilga edilen hilafet müessesesini yeniden tesis etmek isteyen Hindistanlı Müslümanlara destek olmuştur. Bu hareket, bazı mensuplarının Hin­dulara saldırı düzenlemesi ve Türkiye'de yaşanan hadiseler sonucu öne­mini yitirmiştir, ancak Heyet'in din farkı gözetmeksizin ve İngilizlerin din üzerinden Hindistan'ı bölme teşebbüslerine prim vermeden göster­diği bir çaba olarak değerlidir. İngilizlerin yaptıkları nüfus sayımlarının siyasi önemi ortadaydı. Sayımda elde edilen rakamlar, 20. asrın başındaki siyasi tartışmalar için argüman teşkil ediyordu. Orduda ise bu rakamlar göz ardı ediliyordu. Örneğin, Müslümanlar nüfusun yüzde 20'sini oluşturmalarına rağmen ordunun yüzde 50'si Müslümandı. Dalit lideri Dr. B. R. Ambedkar'a göre ordudaki bu dengesizlik bilinçli olup amaç İngiliz idaresine karşı çıkan Hindulara gözdağı vermekti. İş siyasete geldiğinde ise İngilizler, tehlike altındaki azınlık olarak gördükleri Müslümanlara karşı çok has­saslardı. Topluluk kimliği ve temsil en önemli mesele haline gelmişti. Her şey planlıydı. Örneğin, seçim bölgeleri Minco-Morley Reformla­rı'nın ardından dini kimliğe göre belirlenir olmuştu. Monragu-Chelmsford Reformları'nın ardından İngilizlerin ona­yı ve sınırlı bir yetki ile hareket eden temsilcilerin seçimi için sıradan Hindistanlılara belli haklar verildiğinde, İngilizler, aynı şekilde, kendi oluşturdukları topluluklara siyasi imtiyazlar tanımışlardı. Bunlar, İn­gilizlerin desteğini kazanmak için birbirleriyle rekabet halindelerdi. Hindular, Müslümanlar, Sihler vs. için sınırlı sayıda koltuk vardı. Buna bağlı olarak toplulukların kimlikleri keskinleşmişti. Sınırlı kaynaklar için adeta bir mücadele söz konusuydu. Hindistanlılar arasında, elbet­te herkesin üstünde yer alan İngilizlerin lehine olacak şekilde kamu duyarlılıkları istismar ediliyordu. Yahudilerin, İngiltere'deki seçimler­de ayrı bir şekilde oy kullanması fikrinden bile rahatsız olan İngiliz­ler, Hindistan Müslümanları için ayrı seçim bölgeleri oluşturmuşlardı. Artık, Müslümanlar, Sihler ve Hristiyanlar sadece kendi adaylarına oy verebileceklerdi. Will Durant'a göre İngilizlerin bu uygulaması "esasın­da devlet idaresinin düzeltmeye çalışması gereken ırkı ve dini ayrımı hem derinleştiriyor hem de teşvik ediyordu." Bu bölümün başından beri gördüğümüz üzere, İngilizlerin duru­mu düzeltmek gibi bir niyetleri yoktu. Bölünmüş bir halkı boyunduruk altında tutmak çok daha kolaydı. 1920'lerde Hindistan'dan sorumlu devlet bakanı olarak görev yapan Lord Olivier, "İngilizlerin Müslüman­lardan yana tavır koyduğunu ve Müslümanları, Hindu milliyetçiliğine karşı bir denge unsuru olarak kullandığını" itiraf etmişti. Hatta İngiliz­ler, Müslümanlara istediklerinden fazlasını veriyorlardı. Örneğin, İslam Birliği Müslümanların çoğunlukta olduğu beş bölgede kendilerine bir imtiyaz tanınmasını istemişti. Ya kanunla belirlenmiş şekilde ortak se­çim bölgelerinin olacağı meşru çoğunluk ya da Müslümanlar için ayrı seçim bölgeleri talep ediliyordu. İngilizler ise hem meşru çoğunluk hem de ayrı seçim bölgeleri olacak şekilde düzenleme yapmıştı. İşin garip yanı, şayet Hindistan siyaseti İngiliz siyasetine benzer bir yola sokulmuş olsaydı, biri muhafazakar diğeri sosyalist olmak üzere iki parti ortaya çıkardı. Bir de bu iki partinin arasında kalmış liberaller olurdu. Hindistan'da bunun fıkri alt yapısı mevcuttu. Böylesi bir siyasi yapılanma Hindistan'ın birliğinin bozulmasını engellerdi. Cinnah ve Nehru, bir nevi Disraeli ve Gladstone vazifesi görürlerdi. Fakat sömür­gecilik siyaseti hem muhafazakarları he de sosyalistleri, kendilerini top­luluk bağı üzerinden nitelendirmeye itmişti. Netice ise ülkenin trajik bir şekilde bölünmesi olmuştu. Bu değişiklikler Hindistan'da derin izler bırakmıştı. Hindistan ta­rihi üzerine çalışma yapanların çoğu, daha önce mevcut olan ortak kül­türün tedricen yok olmasından İngilizleri mesul tutmaktadır. Alex von Tunzelmann lndian Summer: The Secret History of the End of an Empire isimli eserinde şöyle diyordu: "İngilizler 'toplulukları' dini kimlik üze­rinden tanımlayip bu tanımlamaya siyasi anlam yüklemeye başladıkları zaman birçok Hindistanlı kendi düşüncelerindeki çeşitliliği kabul et­meyi bırakarak kendisinin hangi tarafa ait olduğunu sorgular oldu." Bu tarz ayrışmalar sadece genel olarak dini gruplar arasında de­ğildi. Aynı dinin mensupları arasında da ayrışma söz konusuydu. Şu an Lucknow'daki Müslümanlar arasında var olan Sünni-Şii geriliminde İngilizlerin parmağı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İngiliz­lerin Oude'yi ele geçirmesinden önce iki mezhep mensupları, Şii bir naibin hükümranlığı altında beraberce yaşıyor, Muharrem'deki mera­simlere Sünniler ve Hindular da katılıyor ve orada yaşayan herkesin kardeş olduğu vurgusu yapılıyordu. İngilizler naibi 1856'da tahttan in­dirmişlerdi. Artık, tahtta birleştirici bir sembol yoktu. Yonetici kısmını oluşturan Şiiler ile Şii olmayanlar (Sünniler ve Hindular) arasındaki ilişki tamamen değişmişti. İngilizlerin topluluk üzerinden yapılan kim­lik tanımlamalarına olan vurgusu, kendisini Müslümanlar arasında bir bölünme olarak da gösterecekti. Araştırmacı Keith Hjortshoj şöyle diyordu: " 1905'te Şii ve Sünniler arasındaki dini kavga öylesine alevlenmişti ki Sünniler o sene Muhar­rem'deki merasimlere katılmadılar. Onun yerine ilk üç halife için dualar ettiler. Bunun üzerine Şiiler de sahabelere lanetler okudular." Önde gelen Şiiler, İngilizleri Sünnilerin Muharrem'deki merasimlerinin pek manidar olmadığına ikna etmişlerdi. Bunun üzerine İngilizler, Şiilerin hoş görmeyeceği Sünni adetlerini yasaklamışlardı. Sonunda İngilizler Sünniler ve Şiilere Muharrem'deki anmalar için ayrı izinler vermişlerdi. Lucknow'daki Sünni-Şii ayrışması, İngilizlerin farklılıkları nasıl öne çıkarttıklarının ve Hindistanlıların da İngiliz idaresinin kabul edip siyasi güç vereceği tarzda topluluklar oluşturmaya çalıştıklarının en açık örneklerinden biridir. Tüm bunlar Minto-Morley Reformları'nın ar­dından kral naibi ve valilere bağlı meclislerde daha fazla Hindistanlıya yer verileceğinin açıklanması sırasında oluyordu. Yani, farklı grupların birbirleriyle daha fazla çekişmek zorunda oldukları bir dönemdi. Hjort­shoj durumu şöyle izah ediyordu: "İngiliz yetkililer anma merasimleri için izin verip vermeme, anlaşmazlıkları çözme ve merasim yollarını be­lirleme yetkilerini üstlendiklerinde, dini farklılıkları kamusal, siyasi ve hukuk1 birer meseleye çevirdiler. O gün bugün böyle devam etmekte!" Hindistan'ın siyasi birliğini sağlamak şöyle dursun, İngilizler ay­rılıkları tanımlamış, keskinleştirmiş ve resmi haie getirmişlerdi. Artık sadece Müslüman-Hindu ayrımı yoktu. Bir de Sünni-Şii ayrımı vardı.
·
224 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.