Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Satyagraha - Gandi ve Cinnah
Hindistan'daki İngiliz' idaresinin en güçlü yerli muhalifi olan Mahatma Gandi, alışıldığın dışında bir biçimde sömürgeciliğe karşı çıkıyordu. Şiddetten değil ahlaktan güç alıyordu. Gandi'nin hayatı, kendisi için ders niteliğindeydi. 20. asrın inandığı gibi yaşayan ve inandıkları ile yaptıkları arasında tutarsızlık olmayan sayılı siyasi liderlerindendi. İster ferdi gelişim, isterse toplumsal değişim ile ilgili olsun, fikirlerini sürekli diri tutmaya çalışan bir filozoftu. Otobiyografisinin gayet yerinde bir başlığı vardı: "Bir Özyaşam: Hakikatin Peşinde Başımdan Geçenler." Hakikat, 'sahte' ya da adaletsiz olanla elde edilemezdi. Bu sahtelik ve adaletsizlik içinde muhalifine şiddet uygulan1ak da vardı. Kullanılan araçlar amaca uygun olmalıydı. Aksi takdirde amaçlara ulaşmak mümkün olmayacaktı. Gandi, yönetimini tarif etmek için satyagraha ifadesini kullanıyordu. Bu ifade, lügat manası itibariyle 'hakikate tutunmak' anlamına geliyordu. Gandi ise hakikatin, aşkın ve maneviyatın gücü şeklinde açıklıyordu. İngilizcede kullanılan 'passive resistance' ifadesinden hoşlanmıyordu, zira satyagraha beraberinde pasif değil faal olmayı getiriyordu. Şayet hakikate inanıyor ve elde etmek için yeterince çaba gösteriyorsan, Gandi'ye göre, pasif olamazdın. Aksine, hakikat uğrunda acı çekmek için faal bir şekilde hazır olmalıydın. Olumsuz bir anlam yüklenen iş birliğinin reddi ya da bağlantısızlık gibi birçok diğer kavram ile aynı kaderi paylaşan şiddet karşıtlığı da aksinin reddinden daha fazlasını ifade ediyordu. Sadece şiddetin reddedilmesi ile açıklanamazdı. Şiddet karşıtlığı, karşıdakinin değil kişinin kendisinin acı çekmesini fırsat bilerek hakikati ortaya çıkarma teşebbüsüydü. Kişinin inançlarının gücünü göstermek adına cezalandırılmayı arzu ederek kabullenmesiydi. Gandi'nin Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesine kazandırdığı bu yöntem işe yaramıştı. Şiddet eylemlerinin ve ılımlı anayasacılığın etkisiz oldukları anlaşılmıştı. Gandi, hürriyet meselesini kitlelere doğru ve yanlış şeklinde basitçe sunmuştu. Bu duruma İngilizlerin vereceği bir karşılık yoktu. Konseylerin ve toplantı salonlarının dışına çıkarak toplumda yer edinmişti. Şiddetten uzak durarak da ahlaki üstünlüğü ele geçirmişti. Kanunu şiddete başvurmadan çiğniyordu. Böylece, kânunun adaletsiz olduğunu gösteriyordu. Kendisine verilen cezalara razı gelerek kendisini esir alanların ne denli gaddar olduklarını açığa çıkarıyordu. Açlık grevlerinde kasten acı çekerek doğru olduğuna inandığı şeyin uğrunda neler yapabileceğini ortaya koyuyordu. Günün sonunda İngiliz idaresine ket vurmuştu. Gandi tüm bunları yaparken, 1905'te cesur milliyetçi Lala Laj pat Rai'nin ileri sürdüğü fikirleri gerçekleştirmiş oluyordu: "Lala demişti ki 'İngilizler maneviyatı kuvvetli insanlar değillerdir. Ya savaşırlar ya ticaret yaparlar. İngilizlere yüksek ahlak, adalet ya da etik üzerinden müracaat etmek beyhude bir çaba olacaktır. Mağrur ve herkese tepeden bakan bu millet, düşmanlarının bile özsaygı ve özgüven sahibi olmasından hoşlanır.' (Lala İngilizleri çözmüş olmasına rağmen 1928'de İngiliz idaresine karşı düzenlenen barışçıl bir gösteride, 63 yaşındayken, James A. Scotc isimli bir komiserin başına defalarca sopayla vurması sonucu hayacını kaybecmişci.)" Şiddet barındırmayan milliyetçi hareket gittikçe ivmelenmişti. Gandi'nin satyagraha kavramı, açlık grevleri ve meşhur Tuz Yürüyüşü 1920'1erde ve 1930'larda iyiden iyiye halkın ve dünyanın ilgisini çekmişti. İngilizler 1935'te çıkarttıkları bir yasa ile kendi kendini yönetme hakkı vermeye mecbur kalmışlardı. Bu durumda bile nüfusun ancak yüzde 10'u oy kullanabiliyordu, zira insanlar aynı ülkenin vatandaşları olarak değil farklı dini grupların mensupları olarak tasnif edilmişti. Örneğin, Müslüman seçmenler, sadece önceden belirlenmiş bir listedeki Müslüman üyeler için oy atabiliyorlardı. Bu durum, böl ve yönet stratejisinin bir başka yansımasıydı. İngilizler Gandi'nin etkisini azaltmak için ayrı seçim bölgeleri oluşturmuşlardı. Çünkü, Gandi, ilk defa, daha önce Heyet'te söz sahibi olan eğitimli seçkinler arasında değil gayet başarılı bir şekilde harekete geçirdiği toplumun tamamı arasında ortak bir milli şuur yaratmıştı. İngilizler o zamanlar ismi 'Dokunulmazlar' (bugün Dalitler ya da daha bürokratik ismiyle 'Belirlenmiş Kastlar') olan topluluğu, temsillerini ayırmak için diğer Hindulardan farklı şekilde, yeni bir kategori altında 'Mutsuz Sınıflar' olarak azınlık ilan etmişlerdi. Bu kararı Hindistan milliyetçileri tarafından sömürgecilik çıkarları uğruna topluluğun bölünmesi için oynanan bir oyun olarak görülmüştü. Oalitler ise milliyetçi hareketin kendilerine ayrımcılık uygulayan aynı 'üst sınıfın' elinde olduğu kanaatindelerdi. Fakirliğin tam ortasından gelmiş, muhteşem bir anayasacı olan Ambedkar gibi Dalit liderleri, seçmenlerin ayrıştırılmasını kendi temsilcilerini seçme imkanı olarak değerlendirmişlerdi. Gandi'nin liderlik ettiği Hindistan Milli Heyeti Müslümanlar, Sihler ve Hristiyanlar için ayrı seçim bölgelerinin oluşturulmasına baştan beri karşılardı. Gerekçeleri ise bu ayrıştırmanın, sanki bu toplulukların çıkarlarının Hindistan'ınkinden farklıymış gibi bir izlenim oluşturmasıydı. Bununla birlikte, Heyet, bu grupları karşısına almamak için bu uygulamaya karşı çıkmamıştı. Kaldı ki İngilizler de Hindistan'ın kendi kendini yönetmesi halinde bu grupların baskıya maruz kalacağı şeklindeki korkuları körüklüyorlardı. Bu sebeple, Heyet, muhalefetini bu uygulamanın hatalı ve gereksiz olduğunu beyan etmekle kısıtlı tutmuş, ancak azınlıkların rıza göstermesi halinde iptal edilebileceğini belirtmişti. Bununla beraber, İngilizlerin Mutsuz Sınıfları ayırma teşebbüsü öncekilerden farklıydı. Böylece, aynı dini topluluk içinde ayrı bir seçim bölgesi oluşturuluyordu. Heyet'in savunduğu Hindistan milliyetçiliğini parçalamak ve henüz yolun başında olan birlik fikrini zedelemek amaçlarının güdüldüğü aşikardı. Gandi, Mutsuz Sınıfların temsilcilerinin geniş ve hatta hükümet tarafından tanınmış evrensel bir imtiyaz altında genel seçmenler tarafından seçilmesi gerektiğini savunmuş ve bunun için 1932'de bir ölüm orucuna başlamıştı. Bu ölüm orucu ulusun birliğini perçinlemiş ve İngilizler ile Daliderin bu teşebbüsten vazgeçmelerini sağlamıştı. Poona Paktı diye bilinen siyasi uzlaşı sonucunda, o sene Mutsuz Sınıflar için oluşturulan ayrı seçim bölgeleri kaldırılmış, fakat mahalli ve merkezi meclislerde kendilerine ayrılan sandalye sayısı ilkinde 71'den 147'ye, ikincisinde ise yüzde 18'e çıkartılmıştı. (Şurası ilginçtir ki Gandi ile bu meseleden ötürü çatışan Dalitler'in lideri, Ambedkar, bağımsızlığın elde edilmesinin ardından anayasa komitesine başkanlık etmiş ve kendi topluluğuna dünyanın ilk ve en kapsamlı eşitlikçiliğini sağlamıştır. Ayrı seçim bölgeleri uygulaması kaldırılsa da Avam Kamarası'ndaki 543 koltuğun 85'i Belirlenmiş Kastlara ve kabilelere tahsis edilmiştir. Aynı şekilde hem hükümet hizmetlerinde hem de üniversitelerde, bu gruplara belirli bir kontenjan ayrılmıştır. Böylece sadece fırsat sunulmakla kalınmamış, netice alınması kesin hale getirilmiştir.) Dalitler için ayrı seçim bölgeleri oluşturulmamıştı. Müslüman Birliği ise bu durumun kendilerine fayda sağlayacağından emin değildi. 'Hindu-Müslüman birliği elçisi' sadece Cinnah'a tahammül etmek için yoktu. Gandi'nin halkçılığını ve kitlelere yaptığı çağrıları küçümseyen Cinnah İngiltere'de aldığı eğitimin ardından hukuk işleri ile meşguldü. Siyasete uzun süre sırt çevirdikten sonra Müslüman Birliği'nin başı olarak geri dönmüştü. Amacı ayrılıktı. Cinnah'a göre Hindistan Müslümanları ayrı bir ulus oluşturacak yapıdalardı: "Biz farklıyız," diyerek yetişme tarzını, kariyerini, sosyal ilişkilerini ve şahsi hayatını elinin tersiyle kenara itmişti. "Hayatta bizi bir araya getiren hiçbir şey yoktur. İsimlerimiz, kıyafetlerimiz, yemeklerimiz, her şeyimiz farklıdır. İktisadi hayatımız, eğitim konusundaki idealimiz, kadınlara olan muamelemiz, hayvanlara karşı tavrımız... Bizi bir araya getirecek hiçbir şey yoktur." Savile Row'dan giyinen, domuz eti yiyen, viski içen Cinnah'ın kıyafetlerden ve yemeklerden bahsetmesi tuhaftı. Aynı şekilde, karısının 'cesur' kıyafetler giymesini teşvik eden bir adamın ağzından kadınların tercihlerine dair sözler işitmek de garipti. Siyasi tercih, farklılıkları öne çıkartmak şeklindeydi. Müslüman Birliği liderleri böyle bir tercihte bulunmuşlardı. Cinnah, Müslüman Birliği'ni Hindistan Müslümanlarının 'yegane temsilcisi' olarak kurmuştu ama Müslüman seçmenlerin tavrı planları suya düşürmüştü. Başka siyasi birliklere mensup adaylara da oy atılmıştı. Müslüman Birliği'nin adayları da seçilmişti ama en rahatsız edici olanı Heyet' in Müslüman üyeleri de seçmenden teveccüh görmüştü. 1937 seçimlerinin sonucunda Hindistan Milli Heyeti sekiz bölgede kazanmıştı. 739 koltuğun 617'sini elde etmişti. Dahası, Müslümanlara ayrılmış olan 59 koltuğun 25'i de Heyet'in olmuştu. Başka partiler ile 385 bağımsız aday da meclise girmişti. Heyet, Müslüman Birliği' ne ciddi bir fark atmıştı. Öyle ki, Müslüman Birliği Müslümanlara ayrılmış koltukların bile ekseriyetini elde edememişti. 1585 koltuğun sadece 106'sını kazanan Müslüman Birliği hiçbir bölgede hakimiyet sağlayamamıştı. Görünen o ki iç siyasi çekişmeler kucaklayıcı, çoğulcu ve çok uluslu Heyet'e yaramıştı. Durumu fark edenler çok geçmeden ağırlıklarını koymuşlardı. Heyet tartışmasız bir zafer kazanmıştı. 15,5 milyon seçmen oy kullanmış ve temsil üzerinden yönetim oluşturma noktasında önemli bir adım atılmıştı. Fakat, birçok noktada, suyun başını tutan hala kral naibiydi. Üstelik, kral naibinin yönettiği merkezi hükümet için herhangi bir seçim yapılmamıştı. Mesele açıktı. Heyet'in artan gücünden rahatsız olan İngilizler, Lord Linlithgow'un ifadesiyle "Hindistan'ın tamamını devrim amacıyla harekete geçirmiş olan Heyet'in gücünü yıkmak için bölgesel özerkliğin yetkisine" güveniyorlardı. Bölge liderleri için kesenin ağzı açılacaktı. Böylece milli hareketin peşinden gitmeyi bırakıp İngiliz idaresi ile şahsi ilişkiler geliştirmeleri sağlanacaktı. Seçim sistemi, Heyet'in sosyalist liderlerininki ile menfaatleri çatışan toprak sahiplerinin seçilmesi kolaylaştırılacak şekilde kırsal lehine değiştirilecekti. Kendi kendini yönetmeye ilişkin nutukların içi boştu. Böyle olduğu 1939'da Hindistan halkının seçmiş olduğu temsilcilerin değil kral naibinin Hindistan adına Almanya'ya savaş ilan etmesinden anlaşılıyordu. Bu kadar hayati bir meselede kendilerine danışılmadığı için Heyet üyesi olan bakanlar, kararı protesto etmek amacıyla derhal istifa etmişlerdi. Hindistan'da sorumluluk sahibi siyasi kurumların oluşturulması meselesi ertelenmişti. Yeats'ın meşhur sözleri ile ifade edecek olursak, kısa bir süre sonra Hindistan Müslümanları arasında, yeni bir Beytüllahim oluşturmak için çabalayan bir canavar ortaya çıkacaktı.
Satyagraha: atyāgraha veya "gerçeğe sıkı sıkıya bağlı kalmak" veya "gerçeğin gücü", şiddet içermeyen direnişin veya sivil direnişin özel bir biçimidir. Satyagraha uygulayan biri satyagrahi'dir.
·
83 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.