Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

İngilizler savaş sırasında övünülecek bir yönetim sergilememişlerdi. Demokrasiye hazırladıklarını iddia ettikleri bir ülkeyi askeri diktatörlük ile yönetmişlerdi. İnsanlık tarihinin gördüğü en berbat kıtlıklarından biri olan 1943 tarihindeki Bengal kıtlığına sebep olmuşlardı. Bizzat Churchill'in talimatı ile açlıktan ölmek üzere olan insanların elinden yiyeceklerini alıp gayet iyi durumdaki askerlere göndermişlerdi. Hem Kuzey Afrika'da hem de Burma Ormanları'ndaki askeri başarısızlıkları ile nam salmış, daha sonra kral naibi olarak Lord Linlithgow'un yerine atanmış olan Lord Wavell bile İngiliz hükümetinin Hindistan'a karşı takındığı tavrı 'ihmalkar, düşmanca ve tahmin edilemeyecek derecede aşağılayıcı' bulmuştu. İngiltere'deki 1945 seçimlerinden İşçi Partisi'nin zaferle çıkmasının ardından kötülüğün membaı olan Churchill'in yerine Atdee gelmişti. Ancak, İngiltere'nin Hindistan siyasetinde bir değişiklik olmamıştı. Atdee 1 945'te Simla'da bir konferans gerçekleştirilmesini istemişti. Kral naibi ise Cinnah'ın bu konferansı baltalamasına izin vermişti. Öfke ve umutsuzluğun hakim olduğu bir ortamda İngilizler, Hindistan'da 1945'te hem genel hem yerel seçimlerin yapılmasını istemişlerdi. Heyet'in elinde itiraz etmek için hiçbir araç kalmamıştı. 1 939'da gücü kaptırması ve 1 942'de önde gelenlerinin hapsedilmesinden ötürü yorgun, cesaretsiz ve örgütsüzdü. Öte yandan Müslüman Birliği ise savaş döneminde güçlenmişti. Himaye ve iltimaslar ile siyasi mekanizması güçlenmişti. Heyet ise perişan haldeydi. 1937'de yapılan seçimlerdeki dengeler tamamen değişmişti. Birçok bölge hala Heyet'in elindeydi. Kuzeybatıdaki bir bölgede Heyet Müslümanlara tahsis edilen sandalyelerden 19'unu kazanırken Müslüman Birliği ise sadece 1?'sini kazanabilmişti. Fakat tek istisna bu bölgeydi. Geri kalanında Müslüman Birliği bütün sandalyeleri elde etmişti. Hatta Boınbay ve Madras gibi sosyal ayrışmanın zayıf olduğu bölgelerde bile böyleydi. Nehru'ya göre durumun izahı mümkündü. Ama izahı ne olursa olsun, Cinnah ve Müslüman Birliği'nin artık Hindistan Müslümanlarının çoğunluğu adına konuşabilecek gücü elde ettikleri bir gerçekti. Nehru'ya göre ülkenin bölünmesi mümkün değildi. Mevcut durumu da bölünmenin habercisi olarak görmemişti. 1945'in sonlarından ve 1946'nın başlarında verdiği mülakatlarda, demeçlerde ve yazdığı makalelerde yabancı bir yönetimin olmadığı bir Hindistan'da, Müslümanların da bölünme fikrinden vazgeçeceklerini vurgulamıştı. Nehru'ya göre Hindistan Müslümanları "sadece teknik olarak azınlıklardı." "Sayıları çoktur ve birçok sahada güçlülerdir. İstediklerinin aksini yaptırmanın mümkün olmadığı da aşikardır. Bu umumi sorun, müktesep hakların korunması ile ilgilidir. Bu noktada din ciddi olunup olunmadığını gösterecek en önemli husustur." Hatta Müslümanlara korkularını gidermek amacıyla ayrılma hakkının tanınmasını teklif etmişti. Tabii ki Müslüman Birliği'nin gerçekten böyle bir karar alacağını düşünmüyordu. Birçok Hindistanlı analiste göre Cinnah ister gerçekten ayrı bir devlet kurmak istemiş olsun isterse de bu korkuyu Heyet' e karşı bir koz olarak kullanmış olsun, destekçileri meseleye ciddiyetle yaklaşıyorlardı. İstediklerini almaya oldukça kararlı görünüyorlardı. 1946 baharında da Nehru'nun idealizmi çok naif, hatta tehlikeli olmaya başlamıştı. Trajik olsa da böl ve yönet taktiği işe yaramıştı. İngiliz idaresindeki Hindistan'ın bütünlüğünü devam ettirmek için kullanılan bu araç, bütünlüğün İngilizler olmaksızın devam ettirilememesi sonucunu doğurmuştu. *** İngilizlerin Hindistan'daki zamanı tükenmişti. Hindistanlı asker ve polisler bile İngiliz yetkililerin tavırlarına aldırmadan açıkça milli hareketi destekliyorlardı. Hava ve deniz kuvvetlerinde isyanlar çıkmıştı. Deniz kuvvetlerindeki daha ciddiydi. 78 gemi 20.000 kadar asker isyana katılmıştı. Siyasi toplantılarda şiddet olayları baş göstermişti. Bombay'daki tek bir olayda İngilizler 233 göstericiyi öldürmüşlerdi. Ancak, hürriyet feryadını bölünme talebi bastırıyordu. İngiliz idaresinin son bir hareketi neredeyse birliğin yeniden sağlanmasının önünü açıyordu. Bose'un idaresindeki Hindistan Milli Ordusu'na katılanların yargılanması kararı alınmıştı. Savaşın sonlarına doğru Bose, Tayvan'daki bir uçak kazasında hayatını kaybetmişti. İngilizler, Bose'un ordusundaki rütbeliler arasında günah keçisi arayışına girişmişlerdi. Güya adil bir yargılama olacak şekilde üç askeri, Delhi'deki meşhur Kırmızı Kale'de mahkeme önüne çıkartmışlardı. Askerlerden biri Müslüman, biri Hindu, biri de Sih idi. Sonuç ise dini gruplar arasındaki anlaşmazlıkların geride bırakıldığı milli bir itirazın doğması olmuştu. Nehru, yabancı güçlerle, özellikle de faşist olanlarla yapılacak ittifak sonucunda özgürlüğün elde edilemeyeceğine inanıyordu. Fakat, bu üç asker, hataları ne olursa olsun, anavatanlarına ihanet etmemişlerdi. Üçü de kendi dindaşları için yabancı yönetiminden kurtulmanın gurur verici sembolü haline gelmişti. Hem Heyet hem de Müslüman Birliği üç askerin yargılanmasına karşı çıkmıştı. Hayatlarında ilk defa Nehru ile Cinnah aynı belge altına imza atmışlar ve Nehru avukat cüppesini giymişti. Fakat, bir zaman sonra bu hadisenin tesiri geçmişti. Üç askerin yargılanması ortak bir vatanseverlik tanımını beraberinde getirmeye yetmemişti. Yargılanmanın doğurduğu sonuç başka bir yöne kaymıştı. Sonunda davalar düşmüştü, çünkü İngilizler asıl tehlikenin başkentten geldiğini fark etmişlerdi. İşçi Partisi iktidarındaki savaş yorgunu İngiltere, artık Hindistan'daki idaresinin getirdiği yükleri omzundan atmak istiyordu. Şubat 1946'da Attlee 'Hindistanlı kanaat önderleri ile bir Hindistan Anayasası'nın oluşturulması için görüşmeler başlanılacağını' duyurmuştu. Artık son oyun sahnedeydi. Nisan 1946'da Nehru oybirliği ile Heyet'in lideri olarak seçilmişti. Geçici bir Hindistan hükümeti Mayıs'ca İngilizler ile müzakerelere başlayabilirdi. İngiliz heyeti üç kişiden oluşuyordu; Sör Scafford Cripps, Lord Pechick-Lawrence ve A. V. Alexander. Heyet dört bir yandan kuşatılmıştı. İngiliz idaresinin sonunun geldiğini anlayan akbabalar, ülkenin üstüne üşüşmeye başlamıştı. Müzakereler yerini oyalama taktiklerine, ayak oyunlarına ve entrikalara bırakmıştı. İngilizlerin, Heyet'in, Müslüman Birliği'nin, Hindu Mahasabha partisinin, komünistlerin, memurların, özetle hemen her grubun menfaati farklıydı. Tartışmalar her geçen gün daha da şiddetleniyor ve amacından sapıyordu. Wavell, şaşırtıcı biçimde dürüst davrandığı günlüğünde, müzakerede bulunmak zorunda olduğu bütün Hindistanlı politikacılarından ne denli şikayetçi olduğunu dile getiriyordu. Her biri, bir diğerinden daha sahtekardı. Yine de İngiliz idaresindeki diğer yöneticilerin çoğu gibi Heyet'e karşı daha sert, Müslüman Birliği' ne ise daha yumuşak bir tutum içindeydi. Bir yandan da Müslüman Birliği'nin önde gelenlerin yalancılıklarından ve 'Hindulara karşı olan nefretlerinden' oldukça rahatsızdı. (Kaldı ki hiçbir Heyet lideri, İngilizler ile yapılan müzakerelerde Müslümanlardan nefret ettikleri gibi bir laf etmemişlerdi.) Pakistan fikrini ileri sürenler arasında da birlik yoktu. Bazıları Pakistan'ı, Hindistan içindeki bir Müslüman eyalet olarak düşünürken bazıları ise adem-i merkeziyetçi bir sistemin parçası olarak görüyorlardı. (Amerikalı gazeteci Phillips Talbot, bana, Müslüman Birliği üyesi Sör Abdullah Harun'un 1940'ta kendisine sekiz farklı Pakistan planı gösterdiğini söylemişti.) Cinnah ise ülkenin kuzeybatısında ve doğusunda ayrı bir devlet kurulması hususunda ısrarcıydı. Fakat, böylesi bir devlet kurulmasının asıl amacı olan Hindu çoğunluğun olduğu yerlerdeki Müslümanları korumaya nasıl hizmet edeceğine dair soruları cevapsız bırakıyordu. Nehru'nun ise o sırada tek istediği şey İngilizlerin ülkeyi terk etmeleriydi. Nehru'ya göre Hindistan'ın geleceği ile ilgili kararlar sadece Hindistanlı siyasetçiler tarafından alınmalıydı. Sorunun bir kısmı, Nehru'nun İngilizlerin niyetini doğru bir şekilde anlayamamasından kaynaklanıyordu. Hapiste geçirdiği süre boyunca dünya siyasetindeki gelişmelerden uzak kalan Nehru, ikili oynayan Albion'un hala Hindistan partileri arasındaki ayrışmayı körükleyerek Hindistan'daki İngiliz idaresini ayakta tutmaya çalıştığını zannediyordu. Nehru, bu düşüncesini Talbot'a söylemişti. Talbot ise Nehru'nun İngilizlerin artık bitkin, iflasın eşiğinde ve Hindistan'ı kontrol etmek için gerekli 60.000 askeri gönderemeyecek durumda olduğunu fark etmediğini belirtmektedir. Londra artık bağını kopartmak istiyordu. Şayet geride birleşik bir Hindistan bırakılamayacaksa, İngilizler ülkeyi bölmeye de hazırlardı. Hala kudretli ve hegemonyasını devam ettirmek isteyen bir İngiltere olduğunu zanneden ve Müslüman Birliği'nin Hindistan Müslümanları arasında ne denli popüler hale geldiğini görmeyen Nehru, müzakerelerde olmayacak hatalar yapmıştı. Talbot'un şu sorusu hala cevabını bulamamıştır: "Eğer Nehru ve yanındakiler İngilizlerin zayıf düştüklerini fark edip göstermelik gücüne aldanmadan müzakere masasına otursalardı neler değişecekti?" 9 Mayıs 1946'da Simla konferansı başlamıştı. Cinnah, Nehru'ya karşı mesafeli ama kibardı. Öte yandan, iki Müslüman delegenin, Mevlana Azad ile Han Abdulgaffar Han'ın ellerini sıkmamıştı. Müslüman Hindistan'ın yegane temsilcisi olarak görülmek istiyordu. Fakat, İngilizler, Hindistan'ın idaresi için üçlü bir plan sunmuşlardı. Sadece savunma, dışişleri ve iletişimden sorumlu zayıf bir merkez olacaktı. Beş sene sonunda ayrılma hakkı mahfuz bulunan özerk bölgeler kurulacaktı. Bu bölgeler de en az bir tanesinde Müslümanların çoğunlukta olduğu gruplara ayrılacaktı. Müslüman Birliği teklifi kabul etmişti. Aslında, böylelikle bağımsız Pakistan fikrinden vazgeçmişti. Kral naibi, Heyet'in teklifi resmen kabul etmesini beklemeden 14 kişiyi geçiş hükümetinde yer almak üzere davet etmişti. Listede Müslüman Birliği'nden ve Heyet'ten isimler vardı ama Heyet'in içindeki Müslüman üyelerden hiçbirine davet gitmemişti. Heyet, prensipte teklifi kabul ettiğini ama bütün Müslüman üyelerin Müslüman Birliği'nden olmasının kabul edilemeyeceğini bildirmişti. Cinnah ise yapılacak herhangi bir değişikliği kabul etmeyeceğini söylemişti. Böylece iş, kördüğüm olmuştu. İngiliz heyeti Londra'ya dönmüştü. İhtilaflar çözülememişti. İdare, yine kral naibinin riyasetindeki bir meclise kalmıştı. İşin tuhaf tarafı şu ki bu meclisin tek Hindistanlı üyesi (geri kalan sekizi İngiliz'di) bir Müslümandı; Pakistan fikrine baştan beri karşı çıkan Sör Ekber Haydari. Hükümetin kurulması bir sorun olarak kalmıştı. Heyet de Müslüman Birliği de planı kabul etmişlerdi. Fakat ayrıntılar netleştirilmemişti. Bombay'da toplanan All-India Meclis Komitesi'nin toplantısında Heyet'in planı kabul etmesine, "Kurucu Meclis'te yer almak dışında yapmak zorunda olduğumuz hiçbir şey yoktur," cümlesi ile yorum getiren Nehru, daha sonra bir basın toplantısında da, "İstediğimizi yapmakta özgürüz," demişti. Nehru, özellikle eyaletlerin içindeki grupların kalıcı olmayacağını düşündüğünü belirtmişti. Oysa, bu gruplar Müslüman Birliği için vazgeçilmezdi. Bu sözlere tepki gösteren Cinnah, Müslüman Birliği'nin teklifi kabul etmekten vazgeçtiğini ilan etmişti. Nehru birçok kişi tarafından düşüncesizce hareket ederek bağımsız Hindistan hususunda Heyet ile Müslüman Birliği arasındaki sağlanmış olan birliği bozmakla suçlanmıştı. Fakat, Temmuz 1946'da Nehru bu açıklamaları yapmamış olsaydı da söz konusu birliğin devam edip etmeyeceği meçhuldü. Birliğin devam ettirilmesi için Azad, ısrarla Müslüman üyelerin iddialarından vazgeçmesini istiyordu. Fakat Cinnah'ı ikna etmek mümkün görünmüyordu. Aslında Nehru teklifin ruhundan değil, metninden söz ediyordu. (Kaldı ki Müslüman Birliği de mevcut teklif sayesinde Pakistan'ın kurulabileceğini iddia ettiğinde aynı ithan1a maruz kalabilirdi.) Nehru'yu ülkenin birliğinin bozulmaması için eldeki son fırsatı tepmekle suçlamak abartılı olacaktır. Nehru'nun biyografisini kaleme alan M. ]. Ekber, "Pakistan Cinnah'ın iradesi ve İngilizlerin arzusu ile kuruldu," diyecekti. Mesele Nehru'nun inatçılığı değildi. 8 Ağustos 1946'da yeni başkanın aralarında iki kadının da bulunduğu yeni üyeler atamasıyla tazelenen Heyet Çalışma Komitesi, ayrıntılar hakkında kendi yorumunu getirmek şartıyla planı kabul ettiğini duyurmuştu. Bu karar Cinnah'ı masaya dönmeye ikna etmeye yetmemişti. Bombay'daki evinde Cinnah ile görüşen Nehru geçiş hükümeti üzerinde anlaşmak istemişti. Fakat Cinnah inatçılığını ispatlamıştı. Eninde sonunda Pakistan'ı kuracaktı. 16 Ağustos 1946'yı 'Harekete Geçme Günü' ilan ederek binlerce Müslüman Birliği üyesini sokağa dökmüştü. Başta Kalküta olmak üzere birçok yerde çıkan çatışmalarda en az 16.000 masum insan ölmüştü. Şiddet ve yağma olayları karşısında polis ise sessiz kalmıştı. Anlaşılan İngilizler eski başkentlerini çetelere bırakmaya karar vermişlerdi. Üç gün süren çatışma ve kargaşanın ardından nihayet ordu müdahale etmişti. Fakat yaşanan kıyım ve ortaya çıkan nefret, tarifsiz bir psikolojik bölünmeye yol açmıştı. Uzlaşı artık imkansız görünüyordu. Bir hafta sonra Nehru ile Wavell geçiş hükümetini görüşmek üzere bir araya gelmişlerdi. Hükümette beş farklı 'kasttan' Hindu, beş Müslüman, bir Belirlenmiş Kast temsilcisi ve üç azınlık temsilcisi bulunacaktı. Cinnah kendi adaylarını çıkartabilirdi ama Heyet'in göstereceği Müslüman adaylara karışamayacaktı. Müslüman Birliği bu teklifi kabul edip etmediğini henüz açıklamamışken isimler hızlıca belirlenmiş ve geçiş hükümeti 2 Eylül 1 946'da yemin ederek göreve başlamıştı. Nehru 7 Eylül 1 946'daki bir konuşmasında geçiş hükümetinin kurulmasını zorlu bir sürecin meyvesi olarak değerlendirmişti: "Biz olaylara müdahil olmadık. Başkalarının oyuncağı olmadık. Şimdi, insanlarımızın ayağına fırsat geldi. Kendi tarihimizi kendimiz yazacağız." İngilizler ise Müslüman Birliği'nin Bengal'deki hükümetine, bütün şiddet olaylarına rağmen destek vermeyi sürdürüyordu. Bu destek karşısında öfkelenen Nehru, Wavell'e, "Binlerce insan katledilirken tek yapabileceğimiz şey oturup seyretmekse, bu geçiş hükümetini kurmanın ne manası var?" diye yazmıştı. Her ne kadar Heyet'in idaresi altında da olsa Müslümanların çoğunlukta olduğu kuzeybatı eyaletini ziyaret etmek hususunda ısrarcı olmuştu. İngilizler bu ziyaret sırasında Müslüman Birliği'nin bir gösteri organize etmesine göz yummuştu. Kalabalık tarafından taşlanan Nehru yaralanmıştı. Daha da önemlisi, bu vahim hadise Müslümanların bir Hindu olan Nehru'yu asla milli önder olarak kabul etmeyeceklerini göstermişti. Öte yandan, İngilizler, Cinnah' a dal1a fazla taviz vermesi için Heyet üzerindeki baskıyı artırıyorlardı. Amaç, Müslüman Birliği'nin geçiş hükümetine dahil olabilmesini sağlamaktı. Bunun üzerine Gandi ve Nehru Müslüman aday çıkartma haklarından vazgeçmişlerdi. Cinnah, Nehru ile müzakere etmeye hazır görünüyordu. Yapılan görüşmelerin ardından Cinnah önceki talebini yinelemişti. Heyet'in Müslüman Birliği' ni Müslümanların yegane temsilcisi olarak tanımasını istiyordu. Nehru ise böylesi bir kararın Heyet içerisindeki milliyetçi Müslümanlara ihanet olacağı ve hem kendisinin hem de ülkenin onurunu zedeleyeceği gerekçesiyle talebi reddetmişti. Heyet'in arkasından iş çeviren kral naibi ise doğrudan Cinnah ile görüşerek Müslüman Birliği'nin Müslüman adayları ile Belirlenmiş Kast' a mensup adayını kabul etmişti. 15 Ekim'de Müslüman Birliği geçiş hükümetine dahil olacağını ilan etmişti. Müslüman Birliği'nin bu kararının asıl amacı geçiş hükümetini içeriden dinamitlemekti. Adayları ayın 26'sında yemin edeceklerdi, ancak öncesinde asıl gayeleri olan bağımsız Pakistan için çabalayacaklarını dile getirdikleri konuşmalar yapmışlardı. Hükümetin her toplantısından önce kendi aralarında ayrı bir toplantı düzenleyen Müslüman Birliği üyeleri koalisyonun bir parçası gibi değil de adeta muhalefet partisi gibi hareket ediyorlardı. En önemsizinden en önemlisine, hemen her meselede hükümeti işlevsiz hale getirmek için çabalıyor, Heyet'ten gelen her teklife karşı çıkıyorlardı. Aynı zamanda ülke çapındaki şiddet olaylarını tahrik etmeye devam ediyorlardı. Kasım'ın başında Bihar'da isyan çıkmıştı. Gandi tek başına sükuneti sağlamak için çabalarken Cinnah 14 Kasım'da bağımsız Pakistan kurulana kadar ölümlerin son bulmayacağını söylemişti. İngilizler ise aralık ayında Londra'da bir toplantı tertip ederek Heyet'ten, Müslüman Birliği'nin Kurucu Meclis' e katılması için daha fazla taviz vermesini istemişti. Bombay'daki basın toplantısı yüzünden ha.la eleştirilere maruz kalan Nehru uzlaşmak için hazırdı, fakat Cinnah İngilizlerin tutumundan cesaret alarak işlerin partisi için iyiye gittiğini görmüş ve daha fazla talepte bulunmaya başlamıştı. Nehru'ya göre İngilizler, 1 930'larda Avrupa'da uyguladıkları herkesi hoşnut etme siyasetinin başarısızlığından ders çıkartmamışlardı. 9 Aralık'ta Kurucu Meclis toplanmıştı. Müslüman Birliği toplantıya katılmamıştı. Kurucu Meclis, Cinnah'ı dışlayacak herhangi bir karar almamaya gayret ediyordu. Buna rağmen 29 Ocak 1947'de Müslüman Birliği Çalışma Komitesi sunduğu bir önergede İngiltere'den önceki teklifin başarısız olduğunu ilan etmesini ve meclisi feshetmesini istemişti. Geçiş hükümetinin Heyet'e bağlı üyeleri ise planı reddetmelerinden ötürü Müslüman Birliği üyelerinin istifa etmesini talep etmişlerdi. Nasıl bir siyaset izleyeceğini şaşırmış olan İngiltere en geç Haziran 1948 itibariyle Hindistan'dan çekileceğini ilan etmişti. Böylece iktidar da devredilecekti. Bu esnada Burma Vikontu Tuğamiral Lord Louis Mountbatten, Hindistan'a tayin edilmişti. Kraliçe Victoria'nın torunu, dolayısıyla doğrudan kraliyet ailesinden olan Mountbatten gösterişe düşkün ve fevri bir kişilikti. Kendi Kurmay Başkanı General lsmay bile hakkında, "Hayatımda bu kadar kontrol edilmesi şart olan başka bir kişi tanımadım," demişti. Aslında kontrole muhtaç olan Hindistan'dı. Sonrasında, başına türlü felaketler gelecekti.
·
132 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.