Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

İngiliz Gaddarlığı
İngiliz emperyalizmi kendisini meşru bir zemine oturtmak için aydınlanmacı despotizm argümanını kullanıyordu. Yapılanlar güya yönetilenin iyiliği için yapılıyordu. Churchill'in 1943'ün ikinci yarısındaki insanlığa sığmayan tavırları, bu iddianın mesnetsiz olduğunu göstermişti. Fakat iki asırdır, bu iddia dolaşımdaydı. İngiliz emperyalizmi hem geniş topraklar ele geçirmiş hem büyük çaplı hileler yapmış hem de muhalifleri acımasızca cezalandırmıştı. İsyancıları ve asker kaçaklarını idam etmekten hiç çekinmemişti. Hatta, kabiliyetli dokumacıların başparmaklarını keserek kaliteli ürünler üretmelerini engellemişti. Böylece düşük kalitedeki İngiliz mallarının rakibini ortadan kaldırmıştı. 1857'deki isyanın bastırılması oldukça kanlı olmuştu. Yüzlerce isyancı, topların ağzına yerleştirilerek paramparça edilmişlerdi. Kimileri ise meydanlara kurulan darağaçlarında sallandırılmışlardı. Kadınlar ve çocuklar da öldürülmüşlerdi (fakat kabul edilmelidir ki Hindistanlı kadın ve çocuklar, öldürülen İngiliz kadın ve çocuklara karşı kısas olarak öldürülmüşlerdi). 100.000'den fazla insan hayatını kaybetmişti. 'İngiliz gaddarlığı' tamlaması birçok kişinin kulağını tırmalamaktadır. İngilizler kibarlıkları, kibirleri ve alaycılıkları ile tanınmaktadırlar. Başarılarının arkasında silah değil akıl olduğu düşünülmektedir. Ama kazın ayağı öyle değildi. Hindistan'da yaptıklarının Kongo'da binlerce insanı katleden Belçikalıların yaptıklarından farkı yoktu. Kral Leopold'un hiçbir ahlak kuralı tanımayan katilleri gibi durmaksızın katliam yapmamışlardı belki, ama emperyalizmin kendisini kaba kuvvet sayesinde var ettiği ise bir gerçekti. Tarihçi Jon Wilson şöyle demektedir: "Çoğu zaman, İngiliz emperyalist idarecilerin kararlarının ardında ince hesaplarla yapılmış planlardan ziyade irrasyonel tutkular vardı. Güç sadece gerektiğinde kullanılmıyordu. Genelde belli bir ticari ya da siyasi menfaatin gerektirdiğinden çok daha fazla şiddet uygulanıyordu." Gaddarlık, Doğu Hindistan Kampanyası'nın ilk askeri akınlarının temel özellikleri arasında yer alıyordu. Tarihçiler, İngilizlerin ilk zamanlardaki bu ahlaksızlığını "zayıflıklarına ve beceriksizliklerine bağlamaktadırlar." "Yerel toplumla sağlıklı bir ilişkinin olmaması sebebiyle güç, her fırsatta aşağılayıcı hareketler ile öne çıkartılarak hedefe ulaşmak" isteniyordu. Gücün bu şekilde kullanılması 1721'deki Anjengo katliamının yaşanmasına sebep olmuştu. Sürekli olarak haysiyetlerine saldırılan Nair savaşçıları, onlarca İngiliz ve Kumpanya askerini katletmişti. Failler cezalandırılmıştı. İngilizler şiddete daha fazla başvurur olmuşlardı. Bitmek bilmeyen paranoya, müzakere yerine şiddetin tercih edilmesine sebep oluyordu. Oysaki İngilizler, şiddete başvurmalarını içinde bulundukları durum ile açıklamaya çalışıyorlardı. Tanjoreli Raja'ya karşı 1790'larda başlatılan bir askeri alan sırasında toplanan Kumpanya heyetine bir İngiliz yetkiliden şöyle bir rapor gelmişti: "[Bu direnişi] bastırmanın yegane yolu misliyle mukabele etmektir. Hal böyle olunca köyleri dümdüz etmem, içinde tek bir erkek bile bırakmamamış ve kadınlar ile çocukları esir almam gerekecektir. Savaşın tabiatı bunları yapmamı gerektirir." Kumpanyanın Hindistanlı askerlerine giydirdiği yeni üniformaların hem Hindu hem de Müslüman askerler tarafından kabul edilmemesinin sonucu 1806'da Vellore İsyanı çıkınca İngilizler vahşileşmişlerdi. 300 (bazı kaynaklarda 350) isyancı birbirine bağlanmış ve küçük bir alana sokulmuştu. Ardından, yaklaşık 30 metre uzaklıktan ateş edilerek hepsi öldürülmüştü. Bu yargısız infazdı, çünkü hiçbir yargılama yapılmamıştı. Zafer merasimi yapıldıktan sonra altı isyancı ise topların ağzına yerleştirilerek paramparça edilmiş, beş tanesi infaz mangası tarafından vurulmuş, sekiz tanesi asılmış ve beş tanesi ise sözleşmeli köle olarak gönderilmişti. 1857'deki isyan sırasında binlerce isyancı, kadın erkek ayrımı yapılmaksızın aynı yöntemlerle katledilmişti. Allahabad ve Kanpur'da görev yapan General James George Smith Neill adeta kana susamıştı. 5.000 sivilin öldüğü Cansi'deki Sör Hugh Rose da isyancılara 'hiçbir şekilde merhamet edilmemesini' istemişti. Delhi tekrar ele geçirildiğinde yaşanan vahşet tüyler ürperticiydi. Kucha Chelan mahallesinde, yani tek bir mahallede 1 .400 silahsız sivil öldürülmüştü. Genç bir subay şu cümleleri kaydetmişti: "Gelen talimat, canlı olan her şeyi öldürün diyor. Tam bir katliam yaşanıyor." O kadar çok sivil öldürülmüştü ki bir görgü şahidi, "Bütün sokaklar ceset dolu, yakıcı güneş altında çürüyorlar," demişti. Camilere sığınanlar da dışarı çıkartılıp infaz edilmişlerdi. Her yerde insanlar ropluca idam ediliyorlardı. Babürlü İmparatorluğu'nun başkenti, zengin, canlı ve yarım milyon nüfuslu Delhi harabeye dönmüştü.281 İnsanların öldürülmediği hiçbir gün yoktu, zira Hindistanlı öldürmenin İngilizler için bir cezası yoktu. Denis Judd şöyle bir hadise anlatmaktadır: Bir İngiliz asker, iki Hindistanlının 1 857 isyanının en kanlı şekilde bastırıldığı yer olan Kanpur'da yaşananları konuştuklarını duyar. Bir arkadaşını çağırır ve Kanpur'dan bahsettiklerini söyler. Bunun üzerine iki Hindistanlıyı oracıkta öldürürler. Hiçbir bahanesi olmamakla beraber bu tarz öldürmelerin bir kısmının, çatışmaların harareti ile yapıldığı söylenebilir. Bir isyan bastırılmaktadır. Fakat, bazı katliamlar gayet soğukkanlı bir şekilde işlenmiştir. Babürlü İmparatoru Bahadır Şah Zafer'in ailesi, Delhi'yi ele geçiren İngiliz güçlerine direniş göstermeden teslim olmuştu, ancak karşılaştıkları muamele kabul edilebilir değildi. 16 erkek çocuğunun çoğu yargılanıp idam edilmişti. Diğerleri ise kurşuna dizilmişlerdi. Elbette, önce Üzerlerindeki mücevherat alınmıştı. Sivil idare zamanında da benzer vahşetler yaşanmıştı. Yetkililerden gelen talimatlarla siviller katledilmişlerdi. 1872'de Pencab'a bağlı Malerkotla'da 65 kadar Sih, topun ağzına yerleştirilerek paramparça edilmişti. 1930'da Peşaver'deki Kıssa Havani Pazar'da 400 kişi katledilmişti. Bunlardan başka çok sayıda hadise yaşanmıştı. Hindistanlıların dövülmeleri, kamçılanmaları, ırklarından ötürü aşağılanmaları, taciz edilmeleri, kurşunlanmaları, idam edilmeleri ve başka memleketlere götürülmeleri İngiliz sömürgeciliğinin kanlı tarihinden asla silinemeyecek lekelerdir. Doğu Hindistan Kumpanyası'nın başta olduğu ya da Kraliyet idaresinin ilk zamanlarında yaşanan vahşetlerden örnek verildiğinde, bunların başka zamanlar olduğu ve işlerin sonradan değiştiği iddiası ileri sürülmektedir. Oysaki 20. Asırda bile gaddarlık devam etmişti. Hindistan'dan Defol hareketi, 1 942'de gaddarca bastırılmıştı. Bir İngiliz vali, "Bunlara adamakıllı bir sopa çekilirse, dağılır giderler," demişti. Polis tarafından tecavüze uğramak oldukça sıradanlaşmıştı. Gandi destekçilerini korkutmak için 73 kadın, polis tarafından taciz edilmişti. Mahkumlar çırılçıplak bırakılarak şuurları kapanana kadar buzun üstüne yatırılmıştı. Binlercesi hapishanede çırılçıplak halde dövülmüşlerdi. Sivil göstericilerin havadan bombalanması için bile onay çıkmıştı. Ruskin, "Hindistan'daki kanunlarımız altında yaşanan veya bu kanunları işlemez hale getiren her isyan, her tehlike, her terör ve her suç Hindistan'ı yağmalamaya devam etme arzumuzdan kaynaklanmaktadır," demişti. Ruskin'e göre İngiliz sömürgeciliğine karşı çıkan isyanların bastırılmasının ahlaki bir temeli yoktu. Yine de İngilizler istediklerini almaya devam etmişlerdi. 20. asırdaki İngiliz sömürgeciliğindeki bir olay daha detaylı bir inceleme gerektirmektedir. Bu hadise Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra yaşanmıştı. Woodrow Wilson'ın ifadesiyle 'dünyayı demokrasi için elverişli' hale getiren savaşın ardından yaşanan bu hadise Jallianwala Bağı adıyla bilinmektedir. Sene 1919'du. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları çökmüştü. Bu imparatorlukların kalıntılarından yeni ulus devletler ortaya çıkıyordu. Herkesin dilinde kendi kaderini tayin hakkı vardı. Hindistan, savaş sırasında büyük kayıplar vermiş ve İngilizlere hem asker hem ihtiyaç malzemesi hem de para temin etmişti. Beklenti ise bu fedakarlıkların karşılığının kendi kendini yönetme hakkının verilmesiydi. İkinci bölümde anlatıldığı üzere bu beklenti boşa çıkarılmıştı. Hindistan'a dürüstlükten uzak Montagu-Chelmsford 'reformları' ile Rowlatt Planı layık görülmüştü. Sonrasında ise olanlar olmuştu. 1919 senesinin Mart ve Nisan aylarında Rowlatt Planına karşı Pencab'da büyük gösteriler düzenlenmişti. Amritsar da dahil olmak üzere her yerde dükkanlar kepenk indirmişti. Sokaklar bomboştu. Her yer kapalıydı. İnsanlar İngilizlerin ihanetine, Gandi'nin ne şiddet ne iş birliği tarzıyla tepki veriyorlardı. Bu süreçte hiçbir şiddet olayı ya da kargaşa yaşanmamıştı. Hiçbir tahrik olmamasına rağmen İngilizler, 9 Nisan'da iki milliyetçi lideri tutuklamışlardı. Tutuklanan isimler, gösterilerde halka konuşma yapan Dr. Saifuddin Kitchlew ile Dr. Satyapal idi. Tutuklanma haberleri yayılır yayılmaz Amritsar halkı sokağa dökülmüş ve polis merkezinin önünde toplanarak gösteri düzenlemişti. Polis bariyer kurmuştu. Birkaç heyecanlı gösterici polise taş atmıştı. Polisin karşılığı ise kurşunla olmuştu. Kurşunların isabet ettiği 10 gösterici ölmüştü. Galeyana gelen halk, İngilizleri temsil eden hemen her şeyi hedef almaya başlamışlardı. Vaziyet gittikçe kötüleşiyordu. Beş İngiliz öldürülmüştü. Bir misyoner kadın ise tacize uğramıştı. (Bu kadın daha sonra, yine Hindistanlılar tarafından kurtarılmıştı.) İngilizler, düzenin yeniden tesisi için Amritsar'da asker göndermişlerdi. 11 Nisan itibariyle 600 asker kente varmıştı. Ertesi gün Tuğgeneral Reginald Dyer de gelmişti. Askerler geldiğinde şehirde sükunet hakimdi. Yer yer gösteriler düzenleniyor olsa da hemen hepsi barışçıldı. Fakat, kendi otoritesini tesis etmek amacıyla birkaç kişinin tutuklanması emrini veren Dyer 13 Nisan itibariyle şehirden izinsiz çıkılamayacağına, gösteri düzenlenemeyeceğine ve hatta üç kişiden fazla kişinin bir araya gelemeyeceğine dair bir genelge yayınlamıştı. Halk, kısıtlamalardan mustarip olsa da gösteri düzenlemiyordu. Bu sırada, getirilen kısıtlamalardan haberi olmayan 10-15.000 kadar insan kırsal kesimlerden Baisakhi dini bayramını kutlamak için kente, Jallianwala Bağı ismiyle bilinen yere gelmişlerdi. Amritsar'daki bayramlar burada kutlanırdı. Sadece beş dar patika yoldan geçilerek bağa girilebiliyordu. Dyer, bu toplanmadan haberdar edildiği zaman hiçbir sorgulama yapmamıştı. Gelenlerin talimatlarına karşı çıkmak amacıyla gelip gelmediklerine bakmamıştı. Askerlerin zırhlı araçlara binmeleri ve makinalı tüfekleri de yanlarına almaları talimatını vermişti. Zırhlı araçlar Bağ'ın girişine park edilmişti. Kalabalığa hiçbir ihtarda bulunulmamıştı. Halbuki insanların silahsız olduğu ve bunun barışçıl bir toplanma olduğu belliydi. Bağ'ı çevreleyen duvarların arkasında duran Dyer askerlerine ateş emri vermişti. Askerler yaklaşık 140 metre mesafeden sivillerin üstüne ateş açmaya başlamışlardı. Erkekler, kadınlar ve çocuklar korku içerisinde bağrışmaya ve kaçışmaya başlamışlardı. Kapılar kapalıydı. Dyer, şarjörde mermi kalmayıncaya dek ateşe devam edilmesini emretmişti. Tam 1 .650 mermi sıkılmıştı. İngilizlerin verdiği rakamlara göre 379 kişi ölmüş, 1137 kişi ise yaralamıştı. Tek bir mermi bile israf edilmemişti. Dyer gayet mutluydu. Toplanmanın yasak olduğuna dair hiçbir ihtar ya da anons yapılmamıştı. İnsanlara alanı terk etmeleri bile söylenmemişti. Dyer, askerlere havaya ya da yere değil doğrudan insanların üstüne ateş açmalarını emretmişti. Bu hadise tarihe Jallianwala Bağı katliamı olarak geçmiştir. İsmine bakılırsa, kana susamış savaşan tarafların birbirlerini katlettikleri zannedilebilir. Oysa, orada olan bu değildi. Dyer'in askerleri gayet sakin bir şekilde hizaya geçmişlerdi. Hiçbiri tehdit altında değildi. Hiçbirine saldırılmamıştı. Soğukkanlı bir şekilde silahlarını doldurmuşlar, hiçbir tereddüt göstermeden ateşlemişlerdi. Sonrasında ise oluşan izdihamı seyretmişlerdi. Tek bir çıkış vardı. İnsanlar oraya doğru gittikçe yaylım ateşine tutulmuşlardı. O gün silahsız insanlara 1 .650 kurşun sıkılmıştı. Her şey on dakika içinde olmuştu. Ateş başladıktan on dakika sonra yerde yüzlerce ceset, binlerce yaralı vardı. Yaralıların çoğu sıkılan kurşun un izini ömür boyu bedenlerinde taşıyacaklardı. Jallianwala Bağı katliamı bir delilik değildi. Pekala bilinçli ve kasıtlı yapılmıştı. Sömürgeci idarenin arzusu doğrultusunda yaşanmıştı. Dyer manyak değil, etkin bir katildi. Dyer'de bir asker bürokratın vahşiliği vardı. O günden sonra Baisakhi Bayramı bu katliamın sembol günü haline gelmiştir. Bütün Hindistanlılar bu yaşananı asla unutmayacaklardır. Bu katliam sömürgeciliğin daha ne kadar kötü olabileceğinin göstergesi olmuştur. Artık buradan dönülmesi imkansızdı. Sınır geçilmişti. Hâlbuki eşitsiz bir ilişkide bile bu ilişki devam ettirilecekse hem efendi hem de tebaa belli bir noktaya kadar da olsa saygıyı muhafaza etmeliydi. Katliamın işlendiği o kara günden önce bilinçli bir şekilde siyasi kimliğinin ne olduğu üzerine kafa yormamış olan milyonlarca Hindistanlı uyanmıştı. Ülkesine sadık olanlar artık milliyetçi, anayasa taraftarı olanlar artık eylemci olmuşlardı. Nobel ödüllü şair Rabindranath Tagore şövalyelik nişanını iade etmişti. İngiliz idaresi altında çalışan birçok Hindistanlı istifalarını sunmuştu. Dahası, Gandi'nin Hindistan bağımsızlığı davasının ne denli haklı olduğuna ilişkin inancı perçinlenmişti. Hürriyetin, hakikatin bir parçası olduğunu idrak etmişti. Tamamen kötücül, hatta şeytani İmparatorluktan Hindistan muhakkak kurtarılmalıydı. Tarihçi A. P. Taylor katliam için " Hindistanlıların İngiliz idaresi ile bağlarının tamamen koptuğu dönüm noktası,'' demektedir. Kanun namına uygulanan 'cezalardan' hiçbirinde toplu halde bu kadar çok insan kadedilmemişti: "Peterloo Katliamı'nda 11 kişi öldürülmüştü. 284 İngiliz askerlerinin bilerek tahrik ettiği Boston Commons hadisesinde beş kişi öldürülmüş ve askerler katliam yapmakla suçlanmışlardı. Dublin'de 1916 tarihinde başlayan Paskalya İsyanında ise 16 İrlandalı idam edilmişti." Jallianwala katliamındaki sonuç, İngilizlerin Hindistanlıların hayatına neredeyse hiç kıymet vermediklerinin bir göstergesiydi. Hunter Komisyonu tarafından başlatılan soruşturma kapsamında sunduğu raporda Dyer, yaptığı işe dair pişmanlık ya da yaptığı işin doğruluğuna dair şüphe duyduğunu gösterecek tek bir kelime dahi etmemiştir. İddiasına göre toplananlar 'isyancıydı' ve otoriteyi korumanın bir icabı olarak cezalandırılmalılardı. "Mesele kalabalığı dağıtmak değil," Hindistanlılara itaat etmelerini sağlamak için 'ibret' aldırmaktı. Sadece havaya ateş açmak yetersiz kalacaktı, zira insanlar "dönüp [Dyer'a] gülebilirlerdi." Çıkış kapısına doğru kendisinin de ateş açtığını kabul etmişti. Sebebi ise kalabalığın oraya yığılmış olmasıydı: "Hedef iyi duruyordu." Katliam on dakika sürmüştü. Kuş avlar gibi insanları avlamışlardı. Ateş bittiğinde yüzlerce insan katledilmiş ve yaralanmıştı. Feryatlar yükseliyordu. Dyer, askerlerine kimseye yardım edilmeyeceği talimatı vermişti. 24 saatliğine sokağa çıkma yasağı ilan etmişti. Yerde yatan yaralılara bir tas su verilmesini bile engellemişti. Sömürgecilik terörü dönemi başlamıştı. Selman Rüşdi'ye göre kadın misyonere yapılan saldırının ardından Dinarin İngiliz güllerinin, şehvetten gözleri dönmüş kara tenlilerin hemen her an tecavüzüne uğrayabileceği şeklindeki şayia da" Dyer'ın tavrında etkili olmuştu. Rüşdi'nin dediği doğru olabilir ama bir Hindistanlı olarak bu konu hakkında tarafsız kalmam mümkün olmadığı için Amerikalı Will Durant' a kulak vermekte fayda var: General Dyer, kadın misyonerin saldırıya uğradığı sokaktan geçecek bütün Hindistanlıların sürünerek geçmesini emretmişti. Eğer emekler gibi geçecek olurlarsa askerler dipçikle sırtlarına vuracaklardı. 500 profesör ve öğrenci tutuklanmıştı. Her gün sayım yapılıyordu ve sadece tutuklananlar değil bütün öğrenciler sayıma katılmalıydı. Dolayısıyla, bazıları her gün 25 kilometre yürümek zorunda kalıyordu. Hiçbir suça bulaşmamış yüzlerce insan ve okul çocuğu her gün meydanda toplanıyordu. Tutuklananlar güneşin altında bekletiliyorlardı. Bazı tutuklular ise birbirlerine bağlı bir şekilde kamyonların kasasında 15 saat bekletiliyorlardı. Sadunların üzerine kireç döktürüyor ve derileri çatlayıncaya dek güneşin altında bekletiyordu. Hindistanlıların evlerine su ve elektrik verilmiyordu. Hindistanlıların mülkiyetinde olan elektrik fonları ellerinden alınıp İngiliz ailelere verilmişti. Tüm bunlar yetmezmiş gibi çalışma kamplarındaki insanları uçaklarla bombalatmıştı. Resmi araştırma komisyonu Dyer'ı aklamıştı. Heyet ise başka bir komisyon kurarak Motilal Nehru'yu başına koymuştu. Motilal Nehru da oğlu Cevahirlal Nehru'yu Amritsar'a göndererek yaşananları öğrenmesini istemişti. Nehru, her şeyi günlüğüne kaydetmişti. Tek bir duvarda 67 kurşun izi saydığını yazmıştı. Basına verdiği bir demeçte, İngilizlerin Hindisranlılara sürünerek geçme mecburiyeti koydukları sokağa gittiğini, kastedilen sürünmenin emekleme olmadığını, insanların karınlarının üstünde 'yılan ya da solucan gibi' sürünmeye mecbur edildiklerini söylemişti. Tren ile Delhi'ye dönerken tesadüfen Dyer ve bir grup İngiliz subay ile aynı kompartımana düşmüştü. Nehru'nun yazdığına göre Dyer böbürlenerek, "Kentte yaşayanların hepsi benim insafıma kalmış. Orayı yerle bir ederdim de gönlüm el vermedi, vazgeçtim," demişti. Nehru, Dyer'ın bu sözleri ve duygusuzluğu karşısında dehşete düşmüştü. Bazı İngilizler, Dyer'ın ruh hali bozuk bir sadist asker olduğunu, her orduda böyle tiplerin olabileceğini ve Hindistan'daki aydınlanmacı İngiliz idaresine hizmet eden her generalin böyle olmadığını iddia edeceklerdir. Yine de bu katliamın bir bahanesi olamazdı. Dyer'a istediğini yapması için tam yetki verilmişti. Üstelik olup biten vahşet hakkında altı ay boyunca haber yapılması İngilizler.tarafından engellenmişti. Baskı dayanılamayacak hale geldiğinde ise Dyer'ı aklamak için Humer isimli komisyon kurulmuştu. Komisyonun Dyer hakkındaki kararı 'vahim bir hata' yapmış olduğu şeklindeydi. İngilizler, Hindistan Milli Heyeti'nin kapsamlı ve belgelere dayanan bir rapor sunması üzerine olanları kabul etmişlerdi. Ancak o zaman Dyer görevinden azledilmiş ve Avam Kamarası tarafından kınanmıştı. Fakat, kınama kararının hemen ardından devreye giren Lordlar Kamarası Dyer'ı aklamış ve emekli olup yüksek bir maaş almasını sağlamıştı. İngiliz sömürgeciliğinin şiirdeki sesi olan Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Rudyard Kipling, Dyer için 'Hindistan'ı kurtaran adam' demişti. Yaşanan bu hadise bile Hindistan'daki diğer İngilizleri harekete geçirmemişti. Yaşananları telafi etmek adına hiçbir adım atılmamıştı. Hatta, Dyer'ın vahşetini onurlandırırcasına bir bağış kampanyası başlatılmış ve 26.317 sterlin toplanmıştı. O dönem için çok yüksek bir meblağdı. Toplanan bu para ve mücevher işlemeli bir kılıç Dyer'a hediye edilmişti. Öte yandan, aylarca adalet için mücadele eden kurbanların ailelerine ise 500'er rupi dağıtılmıştı. Bir insan hayatına, o günün parasıyla 37 sterlin (bugünün parasıyla 1.450 sterlin) kıymet biçilmişti. Nehru'ya göre İngilizlerin katliama verdikleri tepki ve Dyer'ı taltif etmeleri, katliamın kendisi kadar kötüydü: "Bu yapılanın gayet soğukkanlı bir biçimde tasvip edilmesi, beni şoka uğratmıştı. Böylesi bir ahlaksızlık, utanmazlık olamazdı. Bundan daha kötüsünü düşünmek gerçekten zordu. İşte o zaman sömürgeciliğin ne kadar acımasız ve ahlaksız olduğunu çok daha iyi anladım. Sömürgecilik yüksek sınıfa mensup İngilizlerin kalplerini kaskatı etmişti." Kıtlık, zorunlu göç ve gaddarlık Hindistan'daki İngiliz idaresinin aydınlanmacılık ile hiçbir alakasının olmadığını aksine despotik olduğunu gösteriyordu. Bunlar, böyle olduğunun göstergelerinden sadece üç tanesiydi. Yaşananlar şaşırtıcı değildi. Stanley Baldwin'in başbakanlık yaptığı muhafazakar parti hükümetinde içişleri bakanı olan Sör William Hicks, 1928'de konu hakkında gayet açık sözlü davranmıştı: "Biliyorum, toplantılarda, Hindistan'ı Hindistanlıları daha iyi bir seviyeye taşımak için fethettiğimiz söyleniyor. Bu, saçma sapan bir laf. Biz Hindistan'ı İngiliz malları için bir pazar yeri olsun diye fethettik. Biz Hindistan'ı kılıçla fethettik ve kılıçla elimizde tutuyoruz. Hindistan'ı Hindistanlılar için idare ediyoruz yalanını söyleyip ikiyüzlülük edecek bir adam değilim. Biz Hindistan'a bir elimizde ölçü çubuğu, diğer elimizde kılıçla gittik. Çubuğu gerektiğinde boğazlarına kadar sokuyoruz. Kılıcı da çaresizliklerini devam ettirmek için kullanıyoruz." Dyer'ın kılıcı mücevheratla süslüydü. Ölçü çubuğu, İngiliz hazinesindeki hesap defterlerinin boyunu ölçüyordu. Bir hükümetin yüksek mevkilerdeki temsilcilerinin açık sözlülüğünü ayıplamamak gerekir.
·
221 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.