Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Eğitim ve İngiliz Dili
Oxford'da verdiğim konuşmanın ardından genç bir İngiliz bir İnternet sitesinde şöyle yazmıştı: "İngiltere, bağımsızlık için gerekli olan aracı Hindistan'a temin etmiştir. Modern demokrasi, bir anayasa ve insan haklarının teminat altında olduğu kendi kendini yönetme fikirlerini Hindistan'a yurtdışında tahsil görmüş Hindistanlılar getirmiştir. Bunların başında Avukat Mohandas Karamçand Gandhi ki sunduğu bağımsızlık hususundaki katkıları asla görmezden gelinemez. İngiliz dilini de unutmamak gerekir. İngilizce olmadan gösterilerin Hindistan'ın tamamına yayılması ve sonrasında da iletişim ve kültürün oluşması mümkün olmazdı." Bu düşünceler genelde iyi niyetli kimseler tarafından dile getiriliyor. Ayrıca, Mahatma Gandi'nin demokrasi ve insan hakları düşüncesinin İngiliz idaresine destek olarak değil karşı olarak geliştiğini söyleyemeye de gerek yok. Bununla birlikte, İngiliz dilinin bir armağan olduğunu reddedemeyiz. Kaldı ki ben İngilizce yazıyorum. Eğitim İngilizce veriliyor. Ben o sistemden istifade ettim. Bunları dikkatlice ele almak lazım. İngilizler Hindistan'ı terk ettiklerinde okuryazarlık oranı yüzde 16 idi. Kadınlar arasında ise bu oran yüzde sekizdi. 1947 yılında her 12 Hindistanlı kadından sadece biri okuyup yazabiliyordu. Bu hiç de iyi bir oran değildi. Zaten İngilizlerin kitleleri eğitmek gibi bir öncelikleri de olmamıştı. Bu konuda Will Durant şöyle diyor: "İngilizler geldiğinde Hindistan'ın tamamında köyler tarafından yönetilen müşterek okul sistemi vardı. Doğu Hindistan Kampanyası'nın temsilcileri köy topluluklarını yok ettiler ve okulların yerine hiçbir şey koymadılar. Bugün bile [1930]... yüz sene önceki okul sayısının sadece yüzde 66'sı mevcut. 730.000 köy var. Ama ilkokul sayısı 162.015. Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kızların ise ancak yüzde biri okula gidiyor. Toplamdaki oran yüzde dört. Hükümetin açtığı okullar ise ücretli. İstenilen ücretin ödenmesi açlık sınırında gezen bir aile için mümkün değil."298 Özede söylenecek olursa, İngiliz eğitim sisteminin övgüyü hak eder bir tarafı yoktu. Köklü Hindistan geleneğini gölgede bırakmış, hatta bu geleneğin kuyusunu kazmıştı. Öğrencilerin öğretmenleri ile birlikte yaşayıp düşünme yöntemini hazmederek öğrendikleri guru-şişya parampara geleneksel metodu Hindistan'da oldukça yaygındı. Aynı şekilde, çok sayıda keşiş yurdu önemli eğitim merkezi haline gelmiş, Çin ve Türkiye gibi uzak diyarlardan bile öğrencileri bünyesine kabul etmişti. Özellikle Pala döneminde [MS sekizinci ve 12. yüzyıl arası] bugünkü Bengal ve Bihar'da çok sayıda keşişhane kurulmuştu. Bunlardan beş tanesi, Vikramashila, Nalanda, Somapura Mahavihara, Odantapuri ve Jaggadala önemli eğitim merkezi haline gelmiş ve Hindistanlı idarecilerin kontrolünde kendi aralarında koordineli bir ağ kurmuşlardı. Uluslararası şöhrete sahip Nalanda Üniversitesi, Oxford ve Cambridge üniversitelerini kuranların hayal dahi edemeyeceği şekilde 2.000 öğretmene, 1 0.000 öğrenciye ve dokuz kadı bir kütüphaneye sahipti. Anlatıldığına göre keşişlerin istinsah ettikleri evrak ve kitaplar, alimlerin şahsi koleksiyonlarının bir parçası oluyordu. Üniversite kapılarını Kore, Japonya, Tibet, Çin ve Endonezya'dan İran ve Türkiye'ye kadar birçok öğrenciye açmıştı. Güzel sanatlar, tıp, matematik, astronomi, siyaset ve savaş sanatları öğretiliyordu. Öğrencilerinin arasında yedinci asırda yaşamış bir Çinli de vardı. Tang hanedanından Hsuan Tsang burada okumuş, daha sonra beş sene boyunca ders vermiş ve Nalanda'da kaldığı süre hakkında tafsilatlı bir eser kaleme almıştı. Müslüman idaresi döneminde, esasen Müslümanlara açık, dini eğitim merkezleri olan medreseler dışında genellikle Urdu dilinde eğitim veren (Arapça ve Farsça da öğretilirdi) ve İran-İslam maarifini Hindistanlı öğrencilere tanıtan mektepler bulunmaktaydı. İngilizler gelmeden evvel Babürlülerin saray dili Farsça iken Müslüman ahalinin konuştuğu dil ise Arapça, Farsça ve Hinducanın bir terkibi sayılabilecek olan Urduca idi. (Güneyde ise çok sayıda mahalli dil konuşulurdu.) 1850'lerden önce ladini eğitim veren mektep ilkokul {bazen ortaokul kısmı da olurdu) seviyesi sayılırdı. Dersler arasında kamu yönetimi, ticari ve edebiyat gibi kültürel zanaatlar vardı. Üst sınıfa açık olan bu okullara hem Hindular hem Müslümanlar gidebilirdi (hatta bazı bölgelerde Hindu öğrenci sayısı daha fazlaydı). 19. yüzyılın ortalarında bu okulların çoğu kapandı, zira üst sınıfa mensup öğrenciler mezun olduktan sonra daha iyi fırsatlar yakalamak ümidiyle sömürgecilerin okullarına yöneldiler. 18. yüzyılın sonu, 19. yüzyılın başı gibi geç bir tarihte bile İngilizler tarafından ilerlemeci ve modern zihniyete sahip diye övülen Raja Rammohan Roy, eğitimine patşala ismi verilen köy okulunda başlamış ve burada Bengalce, Sanskritçe ve Farsça öğrenmişti. Dokuz yaşına geldiğinde Pacna'daki bir medresede Arapça ve Farsça dillerini öğrenmeye devam etmiş, iki sene sonra ise Benares'de {Kashi) başta Veda ve Upanişad olmak üzere Sanskrit ve Hint metinlerine eğilmişti. İngilizceyi ise tüm bunlardan sonra öğrenmiş, İngiliz eğitim sistemine dahil olmuş ve orada da büyük bir başarı elde etmişti. Fakat böylesine kapsamlı bir Hint eğitimi, ardından da İngiliz eğitimi almak artık çok nadirendi. Manastırlar ve resmi eğitim merkezleri dışında gayr-ı resmi kurumlar ve yöntemler de oldukça yaygındı. Sözlü eğitim, Hindistan kültüründe her zaman müstesna bir yere sahip olmuştu. Gandi, ders kitapları yerine sözlü eğitimi öncelemişti: "Ders kitaplarında, arzuyu hiçbir zaman hissedemedim. Bir öğrenci için en iyi ders kitabı öğretmenidir." Güney Afrika'da kurduğu ve Tolstoy Çiftliği adını verdiği aşramda, yazılı bir çalışmaya ihtiyaç duymaksızın fikirlerini sözlü bir şekilde aktarmayı tercih etmişti. Vedalar ya da Ramayana ve Mahabharata temel Hindu metinlerinin kuşaktan kuşağa sözlü bir şekilde aktarılması Gandi için ilham vericiydi. Kadim bilginin yaşamasını, nesiller boyunca devam eden bu sözlü gelenek mümkün kılmıştı. Böylesi gelenekler Hint kültürü için sağlam bir zemin oluşturuyordu. Bununla birlikte, İngiliz idaresi sona erdiğinde Hindistan'ın elindeki çoğu şeyi kaybettiği su götürmez bir gerçektir. Bağımsızlığını elde ettiğinde yüzde 16'lık bir okuryazarlık oranına sahip olan ülke, bugün bile küreselleşen dünyanın sunduğu fırsatlardan istifade edebilmek adına hala kitleleri eğitmeye çalışmaktadır. Bu durumun müsebbiplerinden hiç olmazsa birinin İngilizlerin getirdiği eğitim sistemi olduğu söylenebilir. Mysore ve Marasa savaşlarının kahramanı General Sör Thomas Munro, şu garabete bakın ki, "Gayesi toplumun karakterini aşağıya çekmek olan bir sistem inşa ederken, bu karakteri yükseltmek iddiasıyla endişe içinde eğitime sarılıyoruz," demişti. Burada 'iddiasıyla' ifadesini kullanması, bu meşhur askerin Kumpanya'nın iyi niyetli olduğundan şüphe ettiğini göstermektedir. Elbette İngiliz dili İngilizlerin Hindistan'a hediyesi olmuştu. Bugün bile faydası görülüyor. Peki işin aslı öyle miydi? İngiliz dili Hindistan'a isteyerek verilmiş bir hediye değildi. Aksine, sömürgeciliğin bir aracıydı. İngilizlerin işlerini kolaylaştırmak için Hindistanlılara öğretilmişti. 1835 tarihli, Eğitim Hakkında isimli o uğursuz raporunda Lord Macaulay, İngilizcenin sadece küçük bir Hindistanlı gruba öğretilmesi gerektiğini savunuyordu: "İdaremiz altındaki milyonlar ile iletişimimizi sağlaması amacıyla bir sınıf yaratmak için elimizden geleni yapmalıyız. Bu sınıfta her kökenden ve renkten Hindistanlı olmalı. Fakat onlar artık damak zevkinden tutun fikirlerine, ahlaklarından tutun zihinlerine kadar İngiliz olmalılar." İngiliz dili yönetilen ile yöneten arasında aracı olacak bir avuç insana öğretilecekti. Hindistanlıların İngiliz dilini öğrenmeleri ve 19. Yüzyılın sonunda R. C. Dutt, Dinshaw Wacha ve Dadabhai Naoroji, 20. Yüzyılın başında ise Cevahirlal Nehru gibi isimlerin yaptığı şekliyle İngilizlere karşı milliyetçi hisleri ifade ederek özgürlük mücadelesinin bir aracı haline getirmeleri İngilizlerin tasarladığı bir şey değil, Hindistanlıların kendi başarılarıydı. Doğu Hindistan Kumpanyasının Hindistanlıları eğitmeye ilgi göstermesi 1792'de, Charles Grant isimli şirket bünyesinde çalışan misyonerin yazdığı rapor ile başlamıştır. Raporda, "Batı tarzı eğitimin ve Hristiyanlığın tanıtılması ahlaken çökmüş olan bu toplumu dönüştürecektir," ifadeleri yer alıyordu. 1813 tarihli İmtiyaz Kanunu'nda misyoner okullarının kurulmasına izin verilmesinin ardından Kumpanyanın İdare Heyeti, Bengal hükümetine söz konusu kanunun uygulanmasında yardımcı olabileceklerini belirten bir yazı göndermişlerdi. Yazıda şu ifadeler de vardı: "İngiliz dili Avrupalılar ve yerliler arasındaki iletişimi artıracaktır ve İngiliz İmparatorluğu'nun Hindistan'daki çıkarları için vazgeçilmez olan itibar ve saygı hislerini karşılıklı olarak yeşertecektir." Bir diğer ifade ile mesele sadece misyonerlik hevesi değildi. Kumpanyanın çıkarları söz konusuydu. Yerlilerin tercihleri ise 'idarelerinin güvenliğini tehlikeye atmadığı müddetçe' dikkate alınacaktı. Misyonerler, İngiliz eğitimi sayesinde 'tehlikeli Hindu ve Muhammedi öğretilerin' tesirlerinin kırılacağını düşünürken filozof James Mili ise faydacı bakış açısı ile Bacı bilim ve bilgisinin Hindistan'da yaygınlaştırılması gerektiğini savunuyordu. Fakat Mili' e göre İngilizce şart değildi. Hatta mevcut metinler mahalli dillere çevrilmeliydi. 1813 tarihli kanundan güç alıyordu, çünkü kanunda 'literatürün canlandırılması ve geliştirilmesi, eğitimli Hindistanlıların teşvik edilmesi' ifadeleri geçiyordu. Birbirinin aksi olan bu hedeflerin bir noktada birleşmesi mümkün değildi. Hindistan meselesiyle ilgilenenler de birinden birinin tercih edilmesi gerektiğinin farkındalardı. İki görüş arasındaki tartışmalar sürse de Kumpanyanın niyeti açıktı. Hindistanlılara Sanskritçe ya da Arapça öğretmek, Kumpanyanın işine yaramayacaktı. Her ne kadar konuşmada kötü olsalar bile İngilizceyi okuyup yazabilen Hindistanlılar, İngilizler için değerli olacaklardı. 'Oryantalistler' ile "Anglisistler" arasındaki bu tartışmayı, Kamu İdaresi Heyeti'nin başına gelen Lord Macaulay sayesinde ikinci taraf kazanmıştı. Macaulay'ın Hindistan eğitim sistemine olan katısı kimilerine göre abartılmıştır ve temsil ettiği güçler öyle veya böyle başarıya zaten ulaşacaklardır. Genel Vali William Bentinck, Anglisistleri açıktan destekliyordu. Hatta Kumpanyanın idaresi altındaki bölgelerde İngilizce eğitimini başlatmıştı. Denilene göre Macaulay'ın görevi ise sıfırdan bir politika oluşturmak yerine kabul görmüş olan bu politikayı meşrulaştırmaktı. Fakat, eğitim alanındaki sömürgeci amaçlar arasında, Anglisist hedefi en iyi ve en kapsamlı şekilde planladığı açıktır. Anglisizm en vahşi şekilde Hindistan'da uygulanmıştır, zira Doğu eğitimi aşağılanarak yok sayılmıştı. Hindistan'daki uygulama, bütün bu çaba) eleştirenlerin dilinden öyle veya böyle düşmemiştir. (Bugün bile İngilizce konuşan Hindistanlılar, İngilizce konuşmayan yurttaşları tarafından 'Macaulay çocukları' şeklinde, elbette İngilizce ifade ile, aşağılanırlar.) Raporda Lord Macaulay, bu konu hakkında tavizsiz ve birçoklarına göre küstah bir şekilde ırkçı davranmıştı. Reformcu Genel Vali'nin desteğini alan görüşü şu şekildeydi: "Yüksek tahsil görecek imkanlara sahip sınıfların entelektüel gelişimi, mevcut durumda sadece aralarında konuşmadıkları bir dil ile mümkündür." Doğu'ya ilişkin cehaleti de özgüvenini sarsmamıştı: "Avrupa dillerindeki kitaplardan oluşan bir kütüphane rafı bile Hintçe ya da Arapça yazılmış bütün literatürden daha değerlidir." Öte yandan, bu dillerde yazılmış bir tane bile eser okumadığını da kabul ediyordu. Şöyle devam ediyordu: "Şu an kendi anadillerinde eğitim görmesi mümkün olmayan insanları eğitmeliyiz. Onlara bazı yabancı diller öğretmeliyiz. Kendi dilimiz ile ilgili hususları tekrar etmeye lüzum yok. Batı dilleri arasında bile en öne çıkan dil bizimkisidir. İngilizce, Hindistan'daki idareci kesimin konuştuğu dildir. Hükümet'te yer alan yüksek mevkie sahip herkes İngilizce konuşmaktadır... diğer yabancı diller arasında yerliler için en faydalı olanı İngilizcedir. More ve Ascham döneminde Yunanca ve Latince ne ise Hindistan halkı için bizim dilimiz de odur. Batı Avrupa dilleri Rusya'yı medenileştirmiştir. Tatarlar için geçerli olan Hindular için de geçerli olacaktır." Çoğu kendi örf ve hukukunu uygulayan yabancı bir halkı yönetmenin fiiliyattaki hukuki yönü nedir? "Hindu hukukunun Sanskritçe, Muhammedi hukukun ise Arapça kitaplardan öğrenildiği vurgulandı. Fakat bunun bizim meselemizle bir ilgisi yoktur. Hindistan'ın kanunlarını tayin etmek ve özümsemek hususlarında, biz Parlamento'ya tabiyiz. Bu sebeple, Hukuk Komisyonu'ndan destek alıyoruz. Yeni Kanun geçer geçmez Şastralar ya da Hidayet, bir munsip veya Saclar Emin için hükümsüz kalacaktır. Şu an medrese ya da Sanskrit okullarına giden çocuklar eğitimlerini bitirmeden, bu muhteşem işin tamamlanacağına inanıyorum. Gelecek neslin, onlar yetişkinliğe ermeden değiştirmek istediğimiz bir sistem içinde eğitim görmeleri tamamıyla saçmalık olurdu." {Geleneksel eğitime son verilmesinin meşrulaştırılmasında bir tuhaflık var: Macaulay'ın 1830'da kaleme aldığı tasarı, İngiliz hükümeti tarafından ancak 1861'de yürürlüğe konmuştur.) Yiğidi öldür, hakkını yeme demişler. Anglisistler, mahalli dilleri tamamen yok saymamışlardı. Avrupa bilim ve edebiyatının kitlelere, İngilizce konuşan bir elit Hindistanlı sınıf aracılığı ile ulaştırılması gerektiği kanaatindeydiler. Macaulay, "Kısıtlı imkanlarımızdan ötürü halkın tamamını eğitmeye kalkmak mümkün değildir," diyordu. Dolayısıyla "ülkedeki mahalli lehçeleri elemek, bu lehçelere Batılı dillerden alınmış bilimsel terimleri ve bilgiyi geniş kitlelere yayılacak araçları kazandırmak" işte bu Hindistanlı elit sınıfın işiydi. Bir başka Anglisiste göre, "kitlelerin kendi dilleri vasıtası ile aydınlatılacağını, düşünce ve bilgi birikimini aktarmak için bu dillerin geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi gerektiğini kabul etmek gerekirdi ki bu en öncelikli işti." Kitlelere İngilizce öğretmek ve 'Avrupa' bilimini Hindistanlılara lütfetmek bir İngiliz politikası değildi. Bu işi, eğitimli Hindistanlılar kendi dillerinde yapabilirlerdi. Bir noktaya kadar bu gerçekleştirildi. Delhi Üniversitesi 1825 yılında büyük ölçüde bu amaçla kuruldu. Üniversite bünyesinde 1840'ta Mahalli Diller Tercüme Cemiyeti açıldı. Bu cemiyette Batılı tarzda eğitim görmüş Hindistanlılar ve diğer üniversite çalışanları İngilizce yazılmış tarih, hukuk, bilim ve tıp kitaplarını Urducaya çeviriyorlardı. Bunların bir kısmı 'modern' konular baklanda yazılan ilk ders kitaplarıydı. 1840 ve 1850'lerde Pencab ve kuzeybatı bölgelerinde, Barılı müfredatı yerleştirmek adına yerel eğitimde kullanılmışlardı. Fakat bu eğitim tarzının İngilizce eğitim kadar etkili olduğunu söylemek zor. İngilizce eğitim bugün bile Hindistan'da başarı ve nüfuzun anahtarı olarak görülmektedir. İngiliz dilinde eğitim gören Hindistanlıların çoğu bu dili kendi başarıları için kullanıyorlardı. Amaçları tercüme yapmak ya da kitleleri eğitmek değildi. Halkı eğitmeye kıyıda köşede kalmış bir iş olarak bakılıyordu. Bu işi, İngilizcesi diğer mevkilere gelmeye yetecek kadar iyi olmayanlar istemeyerek üstleniyorlardı. Anglisistlerin istediği olmamıştı. Fakat söz konusu koşullar altında zaten gerçekleşip gerçekleşmeyeceği de tartışmaya açıktı. İngiliz idaresi zamanında üniversiteler genelde sınav odaklı yapılar olarak kalmışlardı. Yüksek tahsil yapmak iki yıllık lisans eğitimi veren okullarda mümkündü (liseden sonra bir yıl da ara sınıf vardı). Hindistan'daki İngiliz okulları gibi bu kolejler ezbere dayalı eğitim sistemin benimsemişlerdi. Yaptıkları sınavlar da bunun bir kanıtıydı. Öyle ki Hindistanlıların çoğu 'BA(F)' aldıklarına seviniyorlardı. Okulu bırakma oranı çok yüksekti. Okulun bitirilmesi ise oldukça nadir görülen kayda değer bir başarıydı. İngiliz yüksek eğitim sistemi analitik yetkinliği, yaratıcı düşünmeyi ve bağımsız düşünceyi destekleyecek çok az şey sunuyordu. Mezunların İngilizcesi, temel dil bilgisinin biraz üzerindeydi. Bu İngilizce ile bir İngiliz'in yerine geçmek mümkün değildi, ancak devletin alt kademelerinde ya da bir devlet okulunda istihdam edilmeye yetiyordu. (Mezunların yüzde 10u ise sistemin tüm zorluklarına rağmen çeşitli özel pozisyonlarda iş bulacak ya da eğitimlerine devam etmek için İngiltere'ye gidecek kadar başarılı oluyordu.) Bu eğitim sisteminin en kötü yanı ise mezunlarının tamamını Hindistanlı köklerinden uzaklaştıracak kadar Batılılaştırmasıydı. 1913 yılındaki bir memurun gözlemine göre bu sistem ile eğitilen Hindistanlılar tabiri caizse melez bir karaktere bürünüyorlardı. Bunun sebebi de İngiliz efendilerinin birini eğitmenin tamamıyla o kişiyi İngilizleştirerek mümkün olduğuna inanmalarıydı. İngiliz hakimiyeti boyunca bu sorun devam etti. 1915'te Londra'da basılan bir kitapta Hindistan milliyetçisi bir grup şöyle diyordu: Hindistanlıların güçlü bir karakter edinmek adına olan bütün gayretleri bastırıldı. Hint aklı bütün özgünlüğünden arındırıldı, bile isteye cahil bırakıldı... Bu insanlar, İngiliz yönetimine daha faydalı olmaları amacıyla bir hayal alemine sürüklendiler. Kasıtlı bir biçimde düşük karakterli kimselere çevrildiler. Zihin dünyaları milliyetlerinden arındırıldı. Cahilleştirildiler. Sürekli olarak İngiltere'nin büyüklüğünü ve dünya üzerindeki 'misyonunu' anlatan hikayelere maruz bırakıldılar. Pankaj Mishra' nın gözlemi ise şöyleydi: Avrupa, Asya'yı sadece iktisadi, siyasi ve askeri yöntemlerle ele geçirmemiştir. Aynı zamanda fikri, ahlaki ve manevi yön söz konusudur. Daha önceki fetihlerden çok başka bir yöntem izlenmiştir. Öyle ki mağdurlar duruma hayıflanırken bir yandan da kendilerine galebe çalanlara hayranlık duymaktadırlar. Hatta, sihirli gibi görünen bu gücün üzerindeki sır perdesini kaldırmak için can atmaktadırlar. Hint aklının sömürgeleştirilmesinin en çarpıcı örneklerinden biri Bengalli entelektüel ve Autobiogrııphy of an Unknown İndian (1951) isimli en çok satanlar listesine girmiş kitabın yazarı Nirad C. Chaudhuri'dir. İngiliz hayranlığını saklamayan yazar, Hindistan'daki İngiliz idaresi için şu yüz kızartıcı ifadeleri kullanmıştır: Hindistan'daki İngiliz İmparatorluğu'nun anısına, Bizi tabiiyetine aldı, Fakat yurttaşlıktan alıkoydu. Oysa ne de güzel olurdu, söyleyebilseydik 'Civis Britannicus sum' Zira, içimizdeki tüm güzellik ve hayatı Onları veren, şekillendiren ve dirilten O İngiliz idaresine borçluyduk. Beyaz olmayan bir adamın sömürgecilerin eteklerine sarılarak bu ahlaksız lafları etmesi, Chaudhuri'yi imparatorlukların nasıl 'yerli muhbirler' oluşturduğunu, kendi kültür ve toplumlarına yabancılaştırdığını, hatta düşman ettiğini inceleyen çalışmalar için vazgeçilmez bir konuya dönüştürmüştür. Chaudhuri'nin İngilizlere olan hayranlığı kamuya açık alanlarda Hindistanlıların tuvaletlerini yapmalarının engellenmesini alkışlayacak derecedeydi. Halbuki İngilizlerin yasağı büyük kentlerin kamusal alanları hariç hemen hiçbir yerde tutmamıştı. Burada birinin bedeninden iğrenmek ile bir yabancıya hayranlık duymak arasındaki ilişki söz konusuydu. lan Almond'a göre "bu iki kendini ötekileştirme pratiği sömürgeleştirilen ile sömürgeleştiren, Babu ile yerli ve zihin ile beden arasındaki önemli mesafeyi alıp uygulamak ile benzerdi." Sömürgeci eğitimin neticelerinden biri Chaudhuri'nin kendi halkına düşman kesilmesiydi. Zira Chaudhri, kendisinin de "yerinden edilmiş bir Avrupalı/Aryan olup yanlış yöne giderek uygunsuz bir iklime yerleşmiş bir atasının hatalı kararından mustarip olduğunu" düşünüyordu. Nitekim, 73 yaşında Oxford'a göç ederek 100 yaşını geçkin halde orada öldü. Zihnen ise zaten hep orada yaşamıştı. Başına giydiği İngiliz tarzı hasır şapkası ile Chaudhri'nin bilgeliği bolca Yunanca ve Latince atıflar içeriyordu. Nefes alan kimseyi bırakmamaya şartlı Hindistan kültür ve medeniyetinin tüm kalelerine yapılan bu taarruzun adı 1he Continent Of Circe idi. En temel metaforunu açıklamak için bile Batı mitolojisine başvurmak zorundaydı. Aslında Chaudhri, 'sömürgeci palavrası' diyerek Hindistan tarihi hakkında yazılmış birçok İngiliz metnini önemsememişti. Fakat İngilizlerden öylesine etkilenmişti ki Clive'in açgözlülüğü ve hırsızlığını bile büyük sömürgeci projenin 'dengeleyici ihtişamı' olarak görüyordu. Chaudhri'yi anlamaya çalışan bir yazısında David Lelyveld, "Nirad Chaudhri, aynı isimli yazar tarafından yaratılmış sömürgeci İngiliz edebiyatının vazgeçilmez karakteri olan Bengalli Babu'nun dönüşüme uğramış tuhaf, öfkeli ve büyülü bir kopyası gibiydi," demişti. Sömürgeci efendilerini taklitte başarısız olan sıradan babu karakterlerine İngilizler kahkahalarla gülerken Nirad ise sömürgecilik sonrası Hindistan'da kendisine gülünemeyecek bir babu olduğunu göstermeye çalışmıştı. Artık ömrünün son demlerine gelmiş bu tuhaf karakter, anlaşılan o ki geleneksel Bengal kıyafetleri içinde Oxford sokaklarında çöken İngiliz medeniyetine matem tutarken ne kadar komik göründüğünün farkında değildi. Her şeye rağmen bu İngiliz hayranı yazar, bir şeylerin farkına varmıştı. İngiliz ırkçılığını, kibrini ve dışlayıcılığını ("ki Hint-İngiliz şahsi ilişkilerinin menfur tarihi bunlarla doluydu") kabul ediyor ve İmparatorluğun çöküş sebeplerinden biri olarak görüyordu. Sitemkar bir dille İngilizlerin Hindistanlılara yönelik 'kabul edilemez cahkirlerinden' ve 'hem ulusal hem de ferdi aşağılamalarından' bahsediyordu. Chaudhri'nin sıklıkla maruz kaldığı ırkçılık vakalarına ilişkin lan Almond, "Arabulucu entelektüel sözleşmesinin değişmez sınırlarını fark etti," demiştir. Yazılarında övdüğü İmparatorluğun sözde şefkati, İngiliz sopasına ve beyaz adamın küstahlığına takılmıştı.
·
265 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.