Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

BİLANÇO TABLOSU BİR MUHASEBE
Görüşlerimi toparlamaya hazırlanırken, bu bölümde birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Öncelikle, İngilizlerin Hindistan'da yaptıkları her şeyi kötülemek gibi bir niyetim olmadığını söyleyeyim. İnsanoğlunun yaptığı her işte olduğu gibi sömürgeciliğin de olumlu ve olumsuz tarafları vardı. Hindistan'daki bütün İngiliz yetkililer Clive gibi açgözlü, Macaulay gibi cahilce kibirli, Curzon gibi küstahça ayrıştırıcı, Dyer gibi gaddar ya da Churchill gibi ırkçı değildi. Yaşadıkları dönemin önyargılarına takılmadan Hindistanlılara şefkat, merak ve saygı duyan kimseler, adil yargıçlar, vicdanlı subaylar, ileri görüşlü yöneticiler, renk bariyerini aşıp Hindistanlılar ile dost olanlar, sömürgecilik dönemi boyunca hayatını kendi ülkesine ve ülkesinin sömürgeci kurumlarına adayan ama sıradan Hindistanlıların hayatını iyileştirmek için gayret gösterenler de vardı. Bu insanların yaptıkları güzel işleri bugün bile Hindistanlılar hatırlıyorlar. Örneğin, Sör Arthur Cotton'un Godavari'ye inşa ettirdiği baraj, daha önce çorak olan 600 bin hektarlık alana hayat vermişti. Andhra Pradesh'teki minnettar çiftçiler, Cotton'un birçok heykelini dikmişlerdi. Bugün bile doğum gününde bakan seviyesinde katılım ile anılmaktadır. Bu insanlar da vardı. Fakat onların varlığı, Hindistan' a gelmelerini mümkün kılan canavarlığı ve 'İngiliz çizmesi' altında bir halkın inim inim inletilmesini meşrulaştırmaz. Hala bazıları Lord Curzon'un şu laflarını tekrarlıyor: "İngiliz İmparatorluğu, dünyanın gördüğü en muhteşem iyilik vasıtasıdır." Hiç kinaye yapmadan gayet inanarak şunları da söylemişti: "Tarihteki bencillikten en uzak sayfa.... Fesadı görünce nizam getirdik." Ayrıca, "İngiltere'nin Hindistan'ı, milyonlarca insanın iyiliği için yönettiğini" de sözlerine eklemişti. Bazıları da Curzon gibi hareket etmeye devam ediyor. Ferguson ya da daha az bilinen Lawrence James gibi kimseler, emperyalist projeleri "müşfik otokrasinin tatbiki ve bir diğerkamlık denemesi" diye anlatarak İmparatorluğu temize çıkarmaya çalışıyorlar. Bugün, bir kimsenin çıkıp da İngiltere'nin serbest ticareti, Batılı yönetim kodlarını ve teknolojik ilerlemeleri, barbarlar arasında büyük bir ustalık, şefkat ve diğerkamlık ile yaygınlaştırdığını söylemesi, en hafif tabir ile abestir. Ancak, böyle iddialarla bazı ahmakları kandırabileceğini zannedenler var. İşte bu kitapta yaptığım gibi bunlara cevap verilmesi şarttır. Emperyalist İddialar, Sömürgeci Sonuçlar Son yıllarda Paul Gilroy'un tabiriyle 'sömürgecilik sonrası melankolide,' yani İmparatorluğa duyulan özlemde gözle görülür bir artış var. Örneğin Eski Sömürge isimli hamburger, Plantasyon isimli bar ve Oxford'da konuşma yaptığım sırada servis edilen Sömürgeciliğin Dönüşü isimli kokteyl meşhur olmuş durumda. 2014'te YouGov'un yaptığı bir ankete göre katılımcıların yüzde 59'u İngiliz İmparatorluğu'nu 'gurur duyulası' bulurken sadece yüzde 19'u hatalarından 'utanılması' gerektiğini söylemiş. Katılımcıların yarısına yakını ise sömürgeleştirilen ülkelerin bu tecrübe sonrası 'daha iyi durumda' olduğunu ifade etmiş. Daha da çarpıcı olan sonuç ise yüzde 34'lük kesimin 'İngiltere'nin yeniden bir imparatorluk' olmasını arzulamalarıdır. Örneğin Niall Ferguson İngiliz imparatorluğunun "emeği, sermayeyi ve malları en optimum şekilde bölüştürdüğünü, tarihte hiçbir teşkilatlanmanın 19. ve 20. asırdaki İngiliz İmparatorluğu gibi malların, sermayenin ve emeğin serbest dolaşımı ile Batılı hukuk, nizam ve yönetim normlarının yaygınlaşmasına önayak olmadığını" iddia etmektedir. Hatta, "Tarihinin tamamı boyunca olmasa da büyükçe bir kısmında İngiliz İmparatorluğu büyük ölçüde yolsuzluğa bulaşmamış bir idare olmuştur. İmparatorluğun küresel refahı artırmak için çaba sarf ettiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, İmparatorluk için Kazançlı Yatırım denebilir," demektedir. Küreselleşmenin tavan yaptığı 21. yüzyılın başında, bu Kazançlı Yatırım lafı adeta dillere pelesenk olmuş durumda. Hatta Ferguson, İngiliz İmparatorluğu'nu bu herkesçe övülen iktisadi değişimin öncüsü, fetihlerini denizaşırı yatırım, aç gözlülüğünü ise serbest ticaret diye nitelendirmektedir. Küreselleşme savunucularına göre bunlar, herkesin refahı için gerekliydi. Bu iddiaların su götürür olduğu açıktır. Ferguson'un bahsettiği kaynakların 'optimum paylaşımı', sömürülenler için topraksızlık, işsizlik, eğitimsizlik, yoksulluk, hastalık ve tutsaklık demekti. Serbest ticaret övgüsü yapan İngilizler, Hindistanlıların binlerce yıldır olmasa da asırlardır deniz ve kara yolu ile yaptıkları ticareti yok etmişlerdi. Serbest ticaret lafı İngilizlerin işine geliyordu, zira 19. asırda bu sayede çok para kazanmışlar ve her seferinde namlularını ve kanunlarını, rekabet etmeye kalkan mahalli halkın üzerine doğrultmuşlardı. Herkesin eşit şartlarda olduğu bir küreselleşme, belki takdire şayandır ama İmparatorluğun getirdiği küreselleşmede sömürülenlerin değil sadece sömürenlerin çıkarları gözetiliyordu. Ferguson, sömürgecilik mağdurlarının uzun vadede bu işten kazançlı çıktığını söylemektedir. Çünkü, İmparatorluk küreselleşen dünyaya hazırlanmaları için sağlam bir temel oluşturmuştur. Fakat insanoğlunun ömrü uzun vadeli değil. Tam olarak bu zaman ve mekanda yaşıyor ve acı çekiyorlar. Hindistan'daki sömürge yönetimi milyonlarca insanı ekonomik açıdan sömürüp mahvetmiş, yükselen endüstrileri alaşağı etmiş, rekabet fırsatlarının yok etmiş, yönetimde mahalli kurumları saf dışı bırakmış, kökeni hatırlanmayacak kadar eski dönemlerden beri süregelen yaşam tarzlarını dönüştürmüş, sömürdüklerinin ellerinden en kıymetli varlıkları olan kimlik ve izzetinefislerinin almıştır. Ferguson gibiler bu konuda tuhaf bir şekilde Karl Marx ile aynı lakırdılar etmekteler: "Hindistan toplumunun tarihi diye bir şey yoktur, en azından bilinen bir tarihi yoktur. Hindistan tarihi denilen şey, direnişten ve değişimden bihaber bir topluma zorla imparatorluklarını dayatan zorba krallar tarihidir. Bu durumda sorulması gereken soru, İngilizlerin Hindistan'ı fethetmeye haklarının olup olmadığı değil geri kalmış Türklerin, İranlıların, Rusların fethettiği bir Hindistan'ı İngilizlerin fethettiği bir Hindistan'a tercih edip etmediğimizdir ... İngiltere'nin Hindistan'da biri yıkıcı biri kurucu olmak üzere iki vazifesi var: Eski Asya toplumunu yok etmek ve Asya'da bir Bacı toplumunun temellerini atmak." Her ne kadar İngiliz idaresinin sömürgeci tabiatını temize çıkarıyor olsa da en azından daha dengeli bir yaklaşım sergileyen Denis Judd, The Lion and the Tiger adlı kısa kitabında, "Tüm bunların daha iyi ya da daha kötü için yapıldığını söylemek imkansızdır," demektedir. Jndia Conquered adlı eserinde Jon Wilson ise imparatorluğun ali amaçları olduğu iddialarına katılmamaktadır: "Temelde gayet sıradan çıkarlar ve ilkel tutkular vardı. En büyük arzu ise Hindistan'daki İngiliz kurumlarını kendi [İmparatorluğun] çıkarları için korumaktı."350 Bir diğer deyişle, İmparatorluğun kendi varlığını devam ettirmekten başka bir amacı yoktu. Bu durumda Hindistan'a bir faydasının dokunmuş olacağı söylenemez. İki asırlık sömürgecilik sonrası ülkenin geldiği vaziyeti Hindistanlıların unutması beklenemez. 1750 yılı itibariyle Çin ile birlikte dünyadaki sınai üretimin yüzde 75'ini gerçekleştiren ve dünyanın en zengin ve sanayileşmiş ülkelerinden birinin sömürgecilikten kurtulduğu 1 947 yılı itibariyle dünyanın en fakir, en geri kalmış, en eğitimsiz ve en fazla hastalığın görüldüğü bir ülkeye dönüştüğü ortada. 1600'de Doğu Hindistan Kumpanyası kurulduğunda İngiltere dünyadaki milli hasılanın sadece yüzde l,8'ini Hindistan ise yüzde 23'ünü üretiyordu. Sömürge idaresinin yerleşmesinden yaklaşık 200 sene sonra, 1 940'ta İngiltere'nin bu oranı yüzde 10'a çıkmış, Hindistan ise fakirliğin ve kıtlığın kol gezdiği, açlıktan kırılan zavallı bir 'üçüncü dünya' ülkesine dönmüştü. Ferguson neyse ki şu istatistiği veriyor: "1757 ila 1900 yılları arasında İngiltere'nin gayrı safı milli hasılası yüzde 343 artarken Hindistan'ın artışı yüzde 14'te kalmıştı." Bu istatistik bile İngiliz idaresinin kötülüğünü gizlemektedir. 1900'den 1947'ye kadar Hindistan ekonomisinin büyüme hızı yüzde 1'in altında kalmış, nüfus ise yüzde 3,5 artmıştı. Fakat bebek ve çocuk ölümleri o kadar fazlaydı ki gerçekte nüfus artışı da ekonomi artışı ile aynıydı. Bu durumda, aslında net büyüme hızı da sıfıra kadar düşmüştü. Bağımsızlık sonrasında ise bu rakamlar değişmişti. 1900 ila 1950 arasında kişi başı net gelirdeki değişim yüzde O iken 1950'den 1980' e kadar yüzde 1 ,3, 1981'den 1 990'a kadar yüzde 3,5, 1991'den 2000'e kadar yüzde 4,4 ve 200l 'den 201 0'a kadar yüzde 7,8 olmuştu. Bunun yanı sıra diğer ana göstergeler de sadece 70 yıllık bağımsızlık döneminde, 200 yıllık sömürge dönemine göre çok daha iyi seviyelere ulaşmıştı. İngilizler gittiklerinde okuryazarlık oranı yüzde 1 6, ortalama yaşam uzunluğu 27 ve yoksulluk sınırının altında yaşayanların nüfusa oranı yüzde 90'dı. Bugün okuryazarlık oranı yüzde 72 ve ortalama yaşam süresi 70 olurken 280 milyon insan ise 2000'lerin başı itibariyle yoksulluk sınırının altında kalmaktan kurtulmuşlardır. Sömürge yönetiminin sürekli övündüğü elektrik kullanımını ele alacak olursak Hindistan' ın elektriğin yaygınlaşmasından sonra 50 sene daha İngiliz idaresinde kaldığını ve bu süre zarfında İngiltere, Avrupa ve Amerika'nın neredeyse tamamı elektriğe kavuşurken Hindistan'da ise 640 bin köyden sadece l .500'üne elektrik gittiğini görürüz. l 947'den 1991 'e kadar, yani yine 50 sene içinde Hindistan hükümeti ise 320 kat daha fazla sayıdaki köye elektrik götürmüştür.352 Bunların sebebi açıktır: İngiliz sömürge idaresi Hindistan halkının refahını umursamamıştır. Acemoğlu ve Robinson'ın ifadeleri ile Hindistan 'suyu çıkarılacak sömürge' idi. İngiliz emperyalizmi yüzünden Hindistan devleti, bilimi, teknolojisi, sanayii, sivil kurumları, 16. ve 17. asırda, Avrupa'da olduğu gibi doğal bir gelişim gösterememiştir. Çünkü sömürülmüştür. Hindistan'ın hiç büyüme kaydedemediği o menfur yarım asırdan daha önce de dünya, İngiltere'nin sömürgecilik karnesindeki utançlarının farkındaydı. ABD'li devlet adamı William Jennings Bryan, 1906'da Kalküta'da yayımlanan Indian World adlı dergiden şu alıntıyı yapmıştı: "İngilizler geldiğinde bu ülke Asya medeniyetinin öncüsü ve ilham merkeziydi. Japonya bir hiçti. Fakat şimdi, şu son 50 senede Japonya modernleşip ilerleyerek tarihini tersyüz etti. Hindistan ise 150 yıllık İngiliz idaresi yüzünden hala boyunduruk alnnda." Meiji Restorasyonu'nun ardından Japonya, 40 sene içinde okuryazarlık oranını yüzde 90'a çıkartmıştı. 150 senelik İngiliz idaresindeki Hindistan'da ise bu oran yüzde 10'du. Diğer başlıca sosyo-ekonomik göstergeler de hep Hindistan'ın aleyhineydi. Jon Wilson'a göre dünyayı zenginleştirmek şöyle dursun, İngiliz İmparatorluğu fakirleşmenin müsebbibiydi: "İmparatorluk her şeyin ucuzuna kaçıyordu. İdaresi altındaki ülkelere yatırım yapmak yerine yerli seçkinlerin ihtiyaçlarını, o da en ucuza gelecek şekilde, karşılayarak varlığını sürdürüyordu. Bihar eyaletinde köylüleri katleden feodal lordları, İngiliz toprak siyaseti ortaya çıkarmıştı."357 İngilizlerin bu aşağılayıcı idaresini alkışlayan Lawrence James'e öfkelenmemek elde değildir: "Dünya üzerindeki ihtişamlı zamanlarını dikkate alan İngiliz idaresi, Hindistan' a İngiliz tarzı bir yeniden doğuş imkanı sunmuştur. İngiltere' nin insanlığa karşı olan vazifesinin mükemmel örneğidir. Öncü fikirlerinin kaynağı da Hristiyanlık ve akıl tarafından dünyanın daha iyi bir yer haline getirilmesini amaçlayan geç 1 8. ve erken 1 9. yüzyıllardaki Evanjelik Aydınlanma'dır. Hristiyanlık, Hindistan'da kendisine pek yer bulamamıştır ama akıl Ban tarzı eğitim ve uygulamalı bilim olarak kendisini göstermiştir." Vedaların ve Upanişadların, Ekber'in sarayındaki ilahiyat tartışmalarının ve 'Hint usulü cedelciliğin' diyarı olan Hindistan, 'akıl' tarafından 'yeniden canlandırılmak' için gerçekten İngilizler tarafından sömürülmeli miydi? Ön kabulü itibariyle hayretlere düşüren bir iddia. İktisadi yararların sömürge idaresi ile Hindistan'a ulaştığı iddiasıyla birlikte ele alındığında, İmparatorluğu aklamaya çalışan ve seleflerini bile gölgede bırakan bu insanların Hindistan'ın zihnine vurulan prangalardan sorumlu oldukları düşünülebilir. Profesör Richard Porter şu soruyu sormakta çok haklı: "Neden 18. yüzyıldaki Hindistan'ın liberal Batılı kıstaslar yerine kendi seçkinlerinin 'optimum' bulacağı şekilde sermaye, emek ve mal paylaşımı yaparak kendi ekonomik yolunu kendisinin çizebileceği hiç düşünülmüyor?"359 Çok sayıda tarihçi ve araştırmacıya atıfta bulunan Porter, moderniteyi Batın'nın bir lütfu olarak görenlerin ortaya attığı Hint 'geri kalmışlığını' tartışmaya açmaktadır. Her şey bir yana, İngilizlerin geldiği Hindistan zengin, büyüyen ve ticaret yapan bir topluma sahipti. Doğu Hindistan Kumpanyası'nın ilk ilgilendiği yer olması da bu sebeptendi. Kozhikode'den sonra Ümit Burnu'na giden Portekizli kaşif Vasco de Gama, Portekiz Kralı 1. Manuel'e heyecanla gördüğü devasa kentleri, büyük binaları, geniş nehirleri ve müreffeh insanları anlatmıştı. Baharatlardan, mücevherlerden ve 'altın madenlerinden' bahsetmişti. Kozhikode'deki Samuri kralına teklif ettiği incik boncuk o kadar kıymetsizdi ki diğer tüccarlar ve saray maiyeti de Gama ile dalga geçmişlerdi.360 Sömürgecilik öncesi H indistan, geri kalmış ya da gelişmemiş falan değildi. Aksine, İngiltere'de moda olan çok sayıda, yüksek kalitede tekstil malzemesi ihraç ediyordu. İngiliz seçkinler Hindistan keten ve ipeği giyiyor, evlerini Hindistan perdeleri ile dekore ediyor ve Hindistan baharatı için yanıp tutuşuyorlardı. (Hacca 1 7. yüzyılda bazı İngiliz tüccarların, ellerindeki adi İngiliz kumaşlarını Hindistan kumaşı diye tanıtarak müşterilerini aldattıkları vakidir.) Evrengzib'in yıllık geliri, vergiler hariç olmak üzere 450 milyon dolar civarındaydı ki bu rakam muasırı 14. Louis'ninkinden 10 kat fazlaydı. Hindistan'ın gelişmiş bankacılık sistemi ile geniş bir ağa sahip olan atik tüccarları sayesinde güneyde Jagat Seth ile Chettiar, batıda ise Gujarati Bania gibi sofistike finansal yapılar kurulmuştu. Oldukça geniş ve kapsamlı olan bu bankacılık sisteminin elinden İngiltere Bankası'nınkinin 10 katı fazla para geçiyordu. İngiliz fethinin canına okuduğu ülke, işte böyle bir ülkeydi. İngiliz idaresine mahkum kalan Hindistan üretim fazlasına, yetenekli zanaatkâr sınıfına, tüm dünyada talep gören kaliteli ürünlere, geniş ekilebilir arazilere, mümbit topraklara ve fakir ya da topraksız olmayan 1 50 milyon civarı nüfusa bakacak güce sahipti. İngiliz idaresi tüm bunları mahvetmişti. Wilson şöyle diyordu: " 1750'de Hindistanlıların yaşam standartları İngiltere'dekiler ile aşağı yukarı aynıydı. Şimdiyse bir Hindistanlının alım gücü, bir İngiliz'inkinin 10'da biri kadar. Aradan geçen 200 senede idarenin İngilizlerde olması bir tesadüf olmamalı."·163 Kitap boyunca birden fazla defa değindiğim üzere Hindistan'ın 19. ve 20. asırlarda daha müreffeh, birleşik ve modern bir güce dönüşemeyeceğini iddia etmenin mantıklı bir tarafı yoktur. Birçok ekonomist Hindistan ekonomisinin sömürgecilik boyunca gelişememesini İngilizlerin fesatlarına değil de teknolojik geri kalmışlığa bağlıyor. Velev ki tek sorun teknoloji eksikliği olsaydı, bağımsız bir Hindistan, örneğin Japonya gibi pekala bu eksiğini ithalat yolu ile giderebilirdi. Ama İngilizler 20. yüzyıla kadar buna müsaade etmemişlerdi. Asırlar boyunca ülkesine İran'dan sanatçılar ve tarihçiler, Orta Asya'dan heykeltıraşlar ve mimarlar ve Doğu Afrika'dan askerler davet etmiş olan bir ülke, demiryolundan tutun da her türlü sına! teknolojiye kadar bütün modern nimetleri Avrupa'dan alabilirdi (ki Çin, bugün tam olarak bunu yapıyor). Hindistan'ın medeniyet serüveninde elbette kargaşalar ve duraksamalar vardı. Ama hangi ülkeninkinde yok ki? Fetih yerine ticaret ülkeyi değiştirebilirdi. İngiliz kabusu olmaksızın Meiji Restorasyonu gibi bir hareket Hindistan'da da olabilirdi. Bugünkü durumuna ulaşabilmesi için İngiliz tabiiyetine girmesi ve aşağılanması gerektiği iddiası kadar Hindistan'ın ihtiyaçlarını başka yerlerden karşılayarak (gerekirse satın alarak) modernleşebileceği iddiası da makuldür. Joseph Conrad sömürgecilik için, "Sönük, güçlüymüş gibi görünmeye çalışan, gözünün feri gitmiş bir şeytanın açgözlü ve doymak bilmez ahmaklığı," diyordu. 1902'de de şöyle yazmıştı: "Farklı görünüme sahip ya da burunları bizimkinden birazcık daha yassı olanların elinden çekip alma anlamına gelen arzın fethinin dikkatle bakıldığında hiç de iyi bir şey olmadığı görülür."364 Rabindranath Tagore New York'taki Batılı okurlarına, 1 930 senesinde kibarca şunları söylemişti: "Dünyanın büyük bir kısmı sizin medeniyetiniz yüzünden acı çekiyor." Gandi ise lafını sakınmamıştı. Batı medeniyeti hakkında ne düşünüldüğü sorulduğunda, "İyi bir fikir olabilirdi," demişti. İmparatorluğu savunmak adına Niall Ferguson, "Mesele, İngiliz emperyalizminin masum olup olmadığı değildir. Zaten değildi de. Asıl soru, moderniteye götürecek daha kansız bir yol olup olamayacağıdır," demektedir. İngiliz idaresinin işlediği katliamları anlattık. Bu durumda Ferguson'un sorusuna verilecek yegane cevap evettir. İngilizlere hüsnü zanla yaklaşmaya meyyal Gurcharan Das da bile isteye kötülük işlemediklerini ama yine de İngiliz idaresindeki Hindistan'ın endüstriyel anlamda çöküşünün yanlış ekonomi politikalarından kaynaklandığını belirtmektedir: "Sanayi devrimi gerçekleşmedi, çünkü her şeyden önce Hindistan'da tarım durağandı. Tarımsal arcı değer üretemediğiniz ve gün be gün artan kent nüfusunu doyuramadığınız müddetçe sanayi devrimi yapamazsınız. İkincisi, Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen Buhran sebebiyle uluslararası ticaret korumacılığa geçti ki bu da Hindistan'ın aleyhine oldu. Üçüncüsü, Japonların aksine sömürge idaresi kileleri eğitmedi. Sonuncusu, Hindistan orta sınıfı, ki buna en cesur müteşebbisler de dahildir, siyasi olarak köleleştirildikleri ve zihinleri sömürgeciler tarafından istila edildiği için özgüvenden yoksunlardı." Özetle söyleyecek olursak İngiliz sömürge idaresinin tarım ve eğitim politikaları ve halkı ırkçılıkla boyunduruk altına almaları Das'ın öne sürdüğü geri kalmışlığın dört sebebinden üçünü teşkil etmektedir. Savaş ve buhran meselesine gelecek olursak, bunlar İngiliz hakimiyeti altındaki Hindistan'ı herkes kadar etkilemişti. İngilizlerin en büyük cinayetinin daha tarafsız bir şekilde değerlendirilebileceği söylenebilir. Kimilerinin sömürgecilik dönemindeki Batı'ya ilişkin kafaları net değildir. Zira, birbiriyle hiç de örtüşmeyen ikili bir yapı söz konusudur. Bir yanda orduları, nüfus sayımları, bürokrasileri, demiryolları, hastaneleri, telgraf hatları, eğitim ve bilim kurumları ile modern devlet mekanizması vardır. Öte yanda ise bireysel haklar, düşünce, ifade, sanat ve siyaset hürriyeti, kanun önünde eşitlik ve demokrasi ile liberal normlar vardır. Aslında bunlar birbirinin zıddı gibi. (Bugünkü Çin'e baktığınızda ilk saydıklarımızın geliştiğini ama ikinci saydıklarımızın esamisinin okunmadığını görebilirsiniz.) O hâlde İngilizleri, sömürgecilik öncesi dönemin Hindistanlı idarecilerden ayıran daha açgözlü ya da ahlaksız olmaları değil devlet inşasında daha etkili olup kendi liberal değerleri hususunda ise kayıtsız ya da ikiyüzlü olmalarıdır. Fakat İngiltere, liberal Aydınlanma geleneğinin mücessem haliydi. Dolayısıyla, kurdukları 'devleti' bu noktadan hareketle eleştirmekteyiz. Marasaları, Hint prensliklerini ya da çöken Babürlüler devletini kendi koşulları dahilinde tatbik edemeyeceğimize göre bu geçerli bir iddia mıdır? Peki, Marasa ve Peşvaları, Mili ve Pitt'in standartları ile değerlendiren kimdir? Bu ilginç ama ikna edicilikten uzak bir iddiadır. Hindistan'daki İngiliz idaresi sadece insan haklarına karşı kayıtsız kalmayıp tamamıyla kendi menfaatleri için halkı boyunduruğu altına alan ahlaksız ve açgözlü bir yapı kurmuştu. Sonuç olarak Hindistan'ın esasında ekonomik olarak büyüyüp gelişmesine yetecek olan kaynakları İngilizlerin eline geçmişti. Sömürgecilik öncesi dönemde de kıtlıklar ve hastalıklar olduğu doğruydu. Ama en azından insanlar bunlarla başa çıkabilecek araçları edinebiliyorlardı. İngiliz idaresi altında bu bile imkansızdı, zira gerekli kaynaklar ellerinden alınmıştı. Bu da yetmezmiş gibi Victoria döneminde güya ayrımcılık yapmayan yardım kuruluşları bile milyonlarca insanın hayatını kurtarabilecek iken Hindistan'a el uzatmayı reddetmişlerdi. İngiliz idaresini takdir ettiğim hususların çay, kriket ve İngiliz dili ile kısıtlı kalması tuhaf görünebilir. Başka başarıları da görmezden geliyor değilim. Mesela, İngilizlerin Hindistan'ı ticari menfaat uğruna yağmalayıp sömürdüklerini anlatırken ortak anonim şirket kurulduğunu, uluslararası ticarette tecrübe aktarımının yapıldığını ve 1875'te Asya'nın en eski borsası olan Bombay borsasının kurulduğunu da eklemeliyim. Hindistanlıların uluslararası ticaret ve borsa ile haşır neşir olmaları, küreselleşen piyasalarda önemli bir avantaj sağlamıştı. Keza, yönetim becerileri karmaşık Batı piyasalarında Hindistanlıları bir adım öne çıkarmıştı. Nitekim Tata, İngiliz firması olan Jaguar'ı sarın aldıktan sonra ilk defa kara geçirmişti. Hasılı, Hindistanlı iş insanları ve yöneticiler, 21. yüzyılın küreselleşen piyasalarının ihtiyaçlarına cevap verecek durumdalar. Biraz daha ileri gidip birilerinin İngiliz sömürgeciliği sayesinde kabiliyetli, tecrübeli ve İngilizce konuşan insanları sayesinde Hindistan'ın herkesten bir adım önde olduğunu, hatta dünya ekonomisini yakında ele geçireceğini söylemesi beklenebilir. Aslında, ilk başlarda, gayet anlaşılır sebeplerle Hindistanlılar ticari sömürgeyi taklit etmek yerine reddetmişlerdi. Sömürge idaresinden kurtulma savaşı verilirken hem yabancı idareciler hem de yabancı sermaye alt edilmişti. Sömürgecilik yüzünden Hindistan'ın önde gelen milliyetçilerinin gözünde kapitalizm ile kölelik aynı şeydi. Doğu Hindistan Kumpanyasının ticaret yapmak gayesiyle gelip idareyi ele alması, elinde iş çantası olan bütün yabancılara şüpheli gözle bakılmasına ve neo-emperyalizmin öncü birliği olarak görülmesine sebep olmuştu. Sonuç olarak Hindistan'ın küresel kapitalist sisteme entegre edilmesi yerine, ki b unu Singapur gibi çok az sayıda sömürgecilikten çıkmış ülke yapabilmişti, Hindistanlı liderler uğruna savaştıkları siyasi bağımsızlığın ancak iktisadi bağımsızlık ile mümkün olacağına kanaat getirmişlerdi. Tam da bu yüzden kendi kendine yetme sloganı dillerden düşmüyor ve korumacılık bariyerleri daha da yükseğe çekiliyordu. 45 sene boyunca ekonominin dümenini iş adamları değil bürokratlar tutmuştu. Bu zaman zarfında verimsizliğin sübvanse edilmesi, durgunluğun düzenlenmesi ve yoksulluğun azaltılması için uğraş verilmişti. İngiliz idaresine tepki olarak yapılan bu seçimlerden ötürü İngilizler suçlanamaz. Fakat tarihten öğrenilen derslerden biri de tarihin bazen yanlış dersi öğrettiğidir. Mevcut ekonomik büyümemiz ve küresel çaptaki başarımızı, İngiliz sömürgeciliğinin ve yöntemlerinin duygusallıkla reddedilmesinin ardından yaptığımız tercihlere borçluyuz. İngilizlerin kendi menfaatleri için kurup yönettikleri kurumların Hindistan'a faydası dokunanlarından pekala bahsedebiliriz. Fakat bunların türev ürün oldukları, yani Hindistanlıların faydası için kurulmadıklarını peşinen söylemek gerekir. İnşaatın işletmesine kadar demiryolu tamamen İngilizlerin faydasınaydı. Bugün ise Hindistan'da hayatın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda. İngiliz politikalarının bir kenara bırakılmasının ardından demiryolları bir ulaşım aracına dönüştü. Yine birinci sınıf bilet satışı var ama amaç, İngilizlerinkinin aksine, demiryollarını sübvanse etmek. Aynı şekilde sulama sistemleri İngilizler tarafından yapılmıştı. Hatta Hindistan milliyetçileri yetersiz oldukları sebebiyle İngiliz idaresini eleştiriyorlardı. Haklılardı, zira sulamaya ayrılan kaynak demiryollarına ayrılan kaynağın 10'da biri bile değildi. Amerikalı devler adamı William Jennings Bryan, "Askeri harcamaların 10'da biri bile sulama sistemine aktarılsa, beş sene içinde sistem eksiksiz bir hale gelir. Ama askeri bütçe azaltılmak yerine artırılıyor," demişti. Yine bu sulama sistemi sayesinde Fransa büyüklüğünde bir toprak tarıma kazandırılmıştı (maalesef, bugün tamamı Pakistan sınırlarında kalmıştır). Fakat, bilanço tablosu ortaya konduğunda her şey büyük ölçüde sömürgecilerin aleyhinedir. Bir merirokrasi olarak kalan, siyasete bulaşmayan ve güçlü emir-komuta zinciri ile başarı gösteren Hindistan ordusu, çoğu zaman İngiliz sömürgeciliğinin bir hediyesi olarak gösterilir. Başarılarının ne kadarının İngilizler sayesinde olduğu tartışmaya açıktır. Mesela, Pakistan Ordusu da aynı sömürgeci mirasın varisidir ama üç defa darbe yapmış ve hükümetlerin dizginlerini elinden bırakmamıştır. Asıl mesele Hindistan Ordusu'nun Hindistan'ın değil İngiltere'nin çıkarları gözetilerek kurulmuş olmasıdır. Hindistan askeri tamamıyla itaatkardı. Sepoylar için o dönemde birisi, "İtidalli, saygılı, sabırlı, sadık ve vefakar," demişti. Bu sükunet 1857 isyanında bozulmuş ama İngilizler disiplini tekrar sağlamayı başarmışlardı. Sonraki 90 senede ise İngiliz Hint Ordusu, sadakat ve şeref ilkeleri üzerine yeniden inşa edilmişti. Ardından Bölünme esnasında, İngilizler bu orduyu parçalamışlardı. Acı bir hikaye anlatılır. Pakistan'a gitmek üzere ayrılanların şerefine Delhi'de düzenlenen veda merasiminde, Hindu ve Müslüman subaylar bir ağızdan 'Auld Lang Syne' şarkısını söylemişlerdi. Bu subaylar, içine doğdukları inanç ve kendi tercihleri olmayan siyaset yüzünden hiç istemedikleri halde yoldaşlıklarını bir kenara bırakmak zorunda kalmışlardı. Detaylı incelemeye tabi tutulmayıp romantikleştirilmiş birkaç bin kişilik İngiliz Hint Ordusu'nun 200 milyon insanı nasıl zapt ettiğine dair açıklama Philip Mason'ın alıntıladığı bir Victoria dönemi bürokratından gelmektedir: "Ordumuzun uyandırdığı güçlülük intibaı, gerçekteki gücünden daha fazladır." Bugün bir milyonluk asker sayısı ile İngiliz askeri geleneklerine bağlı kalan ve Pakistan ile Bangladeş'in kışkırtmalarına gelmeyen Hindistan ordusunun başarısındaki en büyük pay subaylarına ve Hindistan demokrasisine aittir. Bazıları da binaları, limanları, trenleri ve kurumları göstererek İngiliz varlığının hala ülkeye katkı sunduğunu iddia etmektedir. Gerçek şu ki İngilizler, yerel halkın isyan etmemesini sağlayacak ölçüde yatırım yapmışlardır. Bunların çoğu da en temel yatırımlardı ve esasında İngilizlerin faydasınaydı. İngilizlerin 'işe yarar' şeyler -ki bunların arasında kendilerine tahsis edilmiş dev saraylar ve zorla dünyanın farklı yerlerinde çalışmaya götürülen işçilerin bineceği gemiler de vardı- inşa ettiğini savunan Niall Ferguson Hindistanlıların ise kaynaklarını 'gösterişli tüketimlere' harcadıklarını söylemektedir. Mesela, ihraç etmek üzere muslin üretilmesi mi? Küresel metalürjik standartları belirlemek üzere çelik kullanmak mı? Yoksa devasa kentler ve mabetler inşa etmek mi? Belki de Ferguson, Taç Mahal'in çok büyük ve kaynak israfı olduğunu düşünüyordur. Kaynağını veremeyeceğim bir bilgiye göre VIII. Edward, henüz Galler Prensi olduğu 1921 senesinde Hindistan' a düzenlediği bir ziyarette, birkaç büyük binayı, arabaları ve elektrik direklerini işaret ederek yanındaki Hindistanlıya, " Bak, size her şeyi vermişiz! Daha ne istiyorsunuz," diye sormuş. Yanındaki mütevazı Hindistanlı da, "Özsaygı, efendim," diye mukabele etmiş. Özsaygı, senin kaderinin sahibi olduğunu, sorunlarından senin mesul olduğunu, onları çözecek olanın uzak diyarlardaki biri değil sen olduğunu bilmek demekti. Sömürgecilik bunu bile alıp götürmüştü. İşte özgürlük, demokratik haklar ve eşit yurttaşlık bunu getirmişti. Artık her yurttaş kendi hakkını savunabilir ve sesini duyurabilirdi. Sömürgecilik, insanları bunlardan mahrum bırakmıştı.
348 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.