Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Ahlak Bariyeri
Cevahirlal Nehru bir keresinde İngiliz idaresindeki Hindistan'ı bir eve benzetmiş, İngilizlerin evin en güzel odalarında, Hindistanlıların ise hizmetli müştemilatında yaşadıklarını söylemişti. Şöyle devam etmişti: "Her ülke evinde olduğu gibi alt katta da değişmez bir hiyerarşi vardı; kahya, uşak, aşçı, erkek hizmetçi, kadın hizmetçi, ayakçı gibi. Bunların arasında sert bir kıdem sırası vardır. Fakat evin üst ve alt katları arasında aşılması mümkün olmayan toplumsal ve siyasi bir bariyer vardır." Bu bariyer sadece toplumsal ya da ırki değildi. Aynı zamanda bir ahlak bariyeriydi. İngiliz yetkililerin bir kez olsun Hindistan halkının çıkarlarını kendilerininkine önceledikleri ya da bir Hindistanlı kadının acılarının sebebi olan ticari çıkardan vazgeçtikleri görülmemiştir. Fakat, aksi çok defa görülmüştür. Örneğin, İngilizlerin afyon yetiştirip satmalarını ele alalım. İngilizlerin para kazanma arzusu Çin halkını afyona müptela etmiş, hatta sonunda Afyon Savaşları patlak vermiştir. Hindistan'da da afyon, kitleleri sömürmenin araçlarından biri olmuştur. Doğu Hindistan Kumpanyası, afyon yetiştiriciliği ve satışını İngiliz şirketlerin tekelinde olmasını teminat altına almıştır. 1838 tarihli bir beyanda şu cümleler geçmektedir: "Kumpanyanın görev alanında bulunan tüm bölgelerde haşhaş yetiştiriciliği, uyuşturucunun hazırlanması ve sarılması [...] tamamıyla [Kumpanyaya] aittir. Hint köylüsünün afyon yetiştirmesi mecburidir. Fiyatı, yerli hizmetkarlarına Hükümet bildirir. Eğer bir köylü fiyatı kabul ermezse 'evinin içine rupiler atılır. Kaçmaya kalkarsa köleler, köylüyü yakalarlar ve parayı kıyafetine iliştirirler. Hiçbir hukuk yolu olmaksızın fiyatı ve sözleşmeye sadık kalmayı kabul etmek zorundadır.' Hindistan'daki tebaamız arasında haşhaş yetiştiriciliği konusundaki musibetler, haşhaş için topraklarının bir kısmını vermek zorunda olan Patna ve Benares'tcki köylülerden kaynaklanmaktadır." Çin'in afyon prangasından kurtulmasının ardından bile bu durum böyle devam etmişti. 1895'te afyon kabusuna karşı halkın yükselen öfkesini yatıştırmak için bir Kraliyet Komisyonu kurulmuş, ancak Komisyon halkın korkularının yersiz olduğuna hükmetmişti. (Daha önce kıtlık meselesinde karşımıza çıkan Sör Richard Temple, bu seferde Komisyon'da afyonu savunmuştu.) Durant 1930 yılı itibariyle Hindistan'da yedi bin afyon satan dükkan olduğunu, hepsinin İngiliz hükümetine ait olduğunu ve bütün Hindistanlı milliyetçi grupların ve sivil toplum kuruluşlarının itirazlarına rağmen faaliyetlerini devam ettirdiklerini kaydetmiştir. İki bin kilometrekareye yakın büyüklükte arazi, afyon üretimine tahsis edilmişti. Halbuki bu topraklar, gıda yetersizliği çeken Hindistanlıları doyurabilirlerdi. Bir hükmü olmayan Yasama Meclisi'ne seçilen Hindistanlı milletvekilleri 1921'de afyon üretim ve satışını yasaklayan bir kanun geçirmişlerdi. Hükümet, kanunu veto etmişti. Sebebi basitti: Hükümetin senelik gelirinin dokuzda biri uyuşturucudan geliyordu. Gandi, Assam'da afyona karşı bir kampanya başlatıp tüketimini durdurmada başarılı olunca İngilizlerin cevabı Gandi'yi ve 44 takipçisini hapse atmak olmuştu. Hayatları mahveden bu uyuşturucunun yasaklanması için çok sayıda Dünya Afyon Kongresi düzenlenmişti. İngilizler çağrılara kulaklarını tıkamışlardı. Dünya çapındaki memnuniyetsizliği yatıştırmak adına yıllık afyon ihracatını yüzde 10 oranında azaltmayı kabul etmiş ama Hindistan'da yetiştirilmesine ya da satılmasına yönelik herhangi bir kısıtlama getirmemişlerdi. (Aslında, iktisadi girdileri inceleyen bir Hükümet Tasarruf Komisyonu 'afyon satışının en önemli gelir kaynaklarından biri olduğunun' ve daha fazla 'azaltma' yapılmaması gerektiğinin altını çizmişti.) Sonuç olarak afyon, geniş kitlelerin kullandığı bir uyuşturucu haline gelmişti. Öyle ki anneler bile yevmiyelerini kazanmak için her türlü koşula razı olarak çalışırken çocuklarını susturmak için onlara afyon verir olmuşlardı. Şimdi, İngiltere'nin afyon siyaseti o dönemin tutumunu yansıttığı gerekçesiyle görmezden mi gelinmelidir? Bugünden bakarak kınamak yanlış mıdır? Hayır. O dönemdeki Hindistanlı milliyetçi grupların her biri, uluslararası konferanslarda konuşan onlarca yabancı heyet ve Will Durant gibi insaflı yabancılar İngilizlerin afyon siyasetini o gün de hiç sakınmadan eleştirmişlerdir. Tuhaflığa bakın ki afyona en büyük tenkit Lord Macaulay'dan gelmişti. 1833'te Avam Kamarası'nda yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "[Afyon kullanımı] Hindistan'da karşılaştığımız zavallı tiranların alışkanlığıydı. Görevden ya da seçkin bir tebaasının ruhundan çekindiği zaman derhal afyon hazırlanmasını isterdi. Afyon, birkaç ay içinde, zavallının bütün bedeni ve zihni melekelerine ket vurur ve onu çaresiz bir aptala döndürürdü. Afyona izin verenler, suikasttan bile daha kötü olan bu hünerli tuzağa düşmeyi hak ediyorlardı. Bu, İngiliz milleti için bir emsal teşkil edemez. Bu muhteşem toplumu afallatacak ve felce uğratacak afyonu onlara temin etmeyi asla kabullenemeyiz." İngiliz hükümetinin afyon satışını yasaklamaması ile politikaları yüzünden mahvolan Hindistan toplumunda herhangi bir reform yapılabilmesi için aralık kapı bırakmaması aslında tutarlıydı. Güya yerel gelenek ve göreneklerine olan saygısından ötürü adım atmıyordu. Gerçekte ise böylesi bir reformun maliyeti olacağının bilincindeydi. Üstelik başına bela da alabilirdi. Dolayısıyla, İngiliz idaresi boyunca kast sistemi, vaizler ve muhafazakar dini isimler marifetiyle Müslüman toplumun tahakkümü, çocuk evlilikleri ve diğer toplumsal sorunlar güçlenmişti. İngilizler, bunları düzeltmek yerine kendisinden uzak tutmayı yeğliyordu. Gelenek ve göreneklere ise kendi işine geldiği zaman müdahale ediyordu. Evrenselciliğin liberal prensipleri ile sömürgecilikteki adalet ve yönetim tatbikleri arasındaki fark çok büyüktü. Reformları İngilizler değil Hindistanlılar yapmışlardı (tek istisnası Thuggee sorunuydu ki orada da İngilizler dini değil de hukuk ve nizam sorununa çözüm getirmişlerdi). Statünün ilga edilmesi için ilk çağrıyı Raja Rammohan Roy yapmıştı. Sağcı Hindistanlıların desteğinden emin olan Bentinck de barbarca bir uygulamayı durdurma isteyen İngiliz vicdanı ile değil siyasi bir hesapla talebi yasalaştırmıştı. Evlilik yaşının nispeten yükseltilmesi (kadınlar için 14, erkekler için 18) yine Hindistanlıların talebi üzerine olmuştu. Dokunulmazların en kötü adetlerinden olan dullara işkence edilmesi ve diğer kurban etme ritüelleri gibi toplumsal fenalıklara savaş ilan eden ilk isimler Ishwar Chandra Vidyasagar, Brahman Samaj ve Arya Samaj gibi Hindistan milliyetçileriydi. Yoksa, bu şeytanlıkların hepsi, umursamaz İngilizlerin gözlerinin önünde devam ediyordu. Hindistan Milli Heyeti'ne üç kadın seçilmişti. Üstelik o dönemde tek bir tane bile üst düzey görevli kadın İngiliz yoktu. Kadın vali olmasını bırakın, herhangi bir yetki içeren pozisyonda bir kadının görevlendirilmesi hayalden öteye gitmezdi. O dönem iktidarı elinde bulundurmaları münasebetiyle İngilizler, değişim taleplerini yasalaştırmaya ve uygulamaya muktedirlerdi. Fakat kendilerinden bir değişim talebinin geldiği neredeyse hiç görülmemişti. Lawrence James, "Stalin Rusya'sının aksine İngiliz İmparatorluğu, her zaman açık bir toplum olmuştur," diye böbürlenmektedir. Bu mukayese uzmanı, ancak imparatorluk sevdalılarını eğlendirebilir. Ama bizi kandıramaz. İngiliz İmparatorluğu kimin için açık toplum olmuştu? Gördüğümüz üzere beyaz olmayanlar, ırkı fark etmeksizin kadınlar ve tabii ki Hindistanlılar için açık toplum falan değildi. Daha önce defalarca değindiğim gibi her şeyin arkasında gizlenmesi mümkün olmayan bir gerçek var: Hindistan'ın önceki fatihlerinin (Gazneli Mahmud, Nadir Şah ve Timur gibi yağmacılardan bahsetmiyorum) ve yönetmek üzere ülkede kalmış kralların aksine İngilizlerin toprakla bütünleşmek gibi bir niyetleri yoktu. Fransızlar yönettikleri topraklarda yaşayanları asimile ederek Fransızlaştırmışlardı. Kolonilerdeki Portekizliler yerli halkla evlenmişlerdi. Kendi menfaatleri ile hareket eden İngilizler ise her zaman tepeden bakan yabancılar olarak kalmışlardı. Delhi sultanları ve Babürlüler de başka memleketlerden gelmişlerdi. Hatta ataları Fergana Vadisi gibi uzak toprakları ata yurdu diye hasretle yad ediyorlardı. Ama Hindistan'a yerleştikten sonra ata yurtların bir bağlılıkları kalmamıştı. Hindistanlı kadınlarla evlenmişlerdi. Öyle ki birkaç nesil sonra etnik kökenlerini kaybetmişlerdi. Ekber'in oğlu Cihangir bir tarafıyla Rajput idi. Cihangir'in oğlu Şah Cihan da Hindistanlı bir anneden doğmuştu. Evrengzib'in sekizde biri Hindistanlıydı. Elbette ki Babürlü imparatorları Fegana Vadisi ile olan bağlarını biliyorlardı. O bölgeden elçiler vasıtasıyla sürekli haberdarlardı. Hatta Cengiz'in soyundan gelenlerin türbelerinin onarımı için para da gönderiyorlardı. Geçmiş, kimliklerinin bir parçasıydı. Fakat bulundukları an ve gelecek itibariyle kendilerini Hindistan'a ait hissediyorlardı. İngilizler ise ırk temelli dışlayıcılığa ve ayrımcılığa devam ediyor, Hindistanlılar ile evlilik yapmayı hor görüyorlardı. Babürlü imparatorları da vergi topluyorlar, hakimiyetleri altındaki prensliklerden haraç alıyorlar, savaşta mağlup ettiklerinin her şeyini yağmalıyorlar ama tasarruf ya da elde ettikleri parayı Semerkant ya da Buhara'ya göndermeyip Hindistan için harcıyorlardı. İngilizler ise bütün geliri Londra'ya gönderiyorlardı. Babürlüler, Hindistan'ın kaynaklarını ülkenin gelişmesi, sanayi ve zanaatta ilerlemesi için kullanıyorlardı. Başka ülkelerden heykeltıraşlar, ressamlar ve mimarlar getirmişlerdi. Bu sanatkarları saraylarına buyur etmişler ve ülkenin sanat ve kültür hayatına katkı sunmaları için teşvik etmişlerdi. İngilizlerin böyle şeyler yaptığı hiç görülmemiştir denilse yeridir. Hindistan'ın güzelim güneşinin altında uzanmışken sisli ve soğuk ülkelerinin hasretini çekiyorlardı. Hindistanlı işçilerin alın teri ile kazanılan parayı doğrudan Londra'ya gönderiyorlardı. Eğer faydalı bir iş yaparlarsa da kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri alıyorlardı. Emekli olduklarında da ülkelerine dönüyorlar, Hint adları verdikleri kulübelerinde Hindistanlıların vergileri ile kuş tüyü yastıklarda yatıyorlardı. İmparatorluğu aklama peşinde koşanlar şu soruyu hiç sormuyorlar: Cui bono? Yani, bu işten kim karlı çıktı? Cevap, hiç şüphesiz İngiltere. Açımızı biraz daha genişletmek için rakamlara son bir defa daha bakalım. Tarih boyunca ülkelerin sahip olduğu milli hasılayı gösteren tablolar çok faydalı olacaktır. Hristiyanlığın henüz yasaklı olduğu M.S. 1. asırda Hindistan'ın küresel hasıladaki payı yüzde 33 iken İngiltere, Fransa ve Almanya'nın toplam payı yüzde üçten azdı. 1700'de aynı rakamlar yüzde 25 ve yüzde 11 idi. İmparatorluğun zirve yaptığı 1870 yılında ise Hindistan'ın payı yüzde 12,5 iken Avrupa'nınki yüzde 22 idi. 1913'e gelindiğinde ise fakirleşen Hindistan'ın oranı yüzde 9'a gerilemiş, diğerlerininki ise yüzde 22,5'e çıkmıştı. İngiltere'nin Hindistan'ı terk etmesinin hemen ardından, 1950 senesinde Hindistan için bu oran sadece yüzde dörttü. 2008 itibariyle ise yükselen grafiği devam ederken yüzde yediye çıkmıştı. 2014 yılında ise 25 sene öncesine göre altı puanlık bir kayıpla İngiltere'nin milli hasılası, küresel çapta sadece yüzde 2,4 olmuştur.376 Tarih hatalarını düzeltiyor. Hindistan'daki İngiliz idaresini övenlerin maskelemeye çalıştığı gerçek işte bu. Ferguson'un emperyalizm destekçisi kitabına yazılan bir değerlendirmede şöyle deniyor: "Ferguson'un 'tarih' anlatısı, beyaz adamı ve yükünü kahramanca gösteren bir peri masalından başka bir şey değildir. Esasında kölelik, yağmacılık, savaş, yolsuzluk, müsadere, kıtlık, zorla çalıştırma, fakirleştirme, katliam, soykırım ve tehcirden başka bir şey olmayan sömürgecilik, birkaç talihsiz hadise yaşamış ilerlemeci bir misyonmuş gibi anlatılıyor." Kipling Beyaz Adamın Yükü adlı ırkçı şiirini yazdığında, yukarıda da söylediğim gibi Henry Labouchere de Kahverengi Adamın Yükü adlı bir nazire yazmıştı. Tamamını olmasa da bir kısmına burada yer vermekte fayda var: Artır kahverengi adamın yükünü Beslemek için açgözlülüğünü Git, temizle 'kara adamları' İlerlemene ket vurmasınlar Yalnız, hiç müsamahan olmasın Yumuşak davranmanın alemi yok Yeni eline geçen o suratsızlar Yarı şeytan yarı çocuklar Artır kahverengi adamın yükünü Eğer sana nefret duyacak olursa Geri kalmış aklına hitap et Bugünün sözleriyle Top mermileri ve domdom kurşunları ile Şunu iyice sok kafasına Kahverengi adamın kaybı Beyaz adamın kazancı demektir Artır kahverengi adamın yükünü Özgür olmaya zorla; Bütün manifestolarını Ve yardımseverliklerini al yanına Eğer o ahmak vahşi Niyetinden şüphe etmeye kalkarsa Hiç çekinme, hürriyet adına, Çek vur. Artır kahverengi adamın yükünü Çok da ciddiye alma onu Eğer hışmını celp edersen Himayene almaya can attıklarının Çelikten iraden ile Bastır onun hıçkırıklarını Yak, yık Bu işin içinde dolar var. Artır kahverengi adamın yükünü Ve haykır bütün dünyaya Ben bir hürriyet savaşçısıyım Bundan daha kazançlı bir iş olamaz Ve eğer kendi geçmişin Üstüne gelirse Söyle ona, bağımsızlık Sadece beyazlar için iyidir Artık kahverengi adamın yükünü Zayıf ve köhne vicdanların Lakırdısıdır eşitlik O naif zamanlar artık geçti Evet, salladığın özgürlük bayrağıdır Ama unutma Onu yurdun için Mukaddes 'insan hakları' için saklamalısın! Olur da bocalarsan Bir an duraksarsan Oluk oluk kan akarken En ufak bir vicdan azabı duyarsan Rudyard Kipling'e koş Emperyalizmin pervanesine Şifa iste ondan Vatan millet şerbeti içirsin sana Bütün hatalarına ve adaletsizliklerine rağmen ülkeden çekildikleri sırada Hindistanlıların İngilizleri affetmeye hazır olmaları, Hindistan hakkında çok şey anlatmaktadır. Doğruluğu kesin olmayan bir hikaye anlatılır. 1922 ila 1945 yılları arasında sekiz defa çarptırıldığı hapis cezaları sebebiyle mahpushanede tamı tamına üç bin 262 gün (ki 10 seneye tekabül ediyor) geçiren Cevahirlal Nehru'ya iflah olmaz bir emperyalist olan Winston Churchill kendisini hapsedenlere karşı nasıl bu kadar affedici olabildiğini sormuş. Nehru cevabında daha naaşı bile soğumamış olan Gandi'yi kastederek şöyle demiştir: "Muhteşem bir insan tarafından eğitildim. Asla nefret etme, asla korkma!"
·
117 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.