Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Hukukun Üstünlüğü: Postal ve Dalak
Hindistan'ın siyasi birliğe ve demokrasiye İngiltere sayesinde ulaştığı şeklindeki iddianın en önemli ayaklarından biri de İngilizlerin 'huku­kun üstünlüğü' kavramını getirdikleri tezidir. İngilizler sömürgeci amaç­larını meşrulaştırırken bu teze sıklıkla başvurmaktadırlar. İngilizlerin Hindistan'da kendilerine nasıl bir 'görev' biçtiklerini daha önce gör­müştük. Bu görevin en önemli ayaklarından biri de yerlilere İngiliz hu­kukunu tanıtmaktı. Kipling dokunaklı bir dille hukuksuz yaşayanlara hukuku getirmenin ne kadar asil bir davranış olduğunu anlatmaktaydı. İngilizler kanun getirerek meşruiyet elde ediyorlardı. İngilizlerin gü­cü İngiliz 'kanunlarına' dayanıyordu. Hindistan'da olduğu gibi İngiliz hukukundan önce başka bir hukuk sistemi varsa, eskisi ilga edilmeli ve İngiliz hukuku geçerli olmalıydı. Böylece daha karmaşık bir mede­niyet sunulmuş oluyordu. Tam da bu noktada Kipling'inkilere benzer iddialar öne çıkmaktadır. Hindistan'da İngilizler mecbur kaldıkları için güç ve cebir kullanmışlardı. Önceki uygulama ve geleneksel sistemleri mecbur kaldıkları ve toplumu yeniden şekillendirmek için ilga etmiş­lerdi. Hal böyle olunca, bir İngiliz araştırmacının da dediği gibi, "Yeni getirilen kanunun sömürülen tebaaya bir faydası yoktu." İngiliz sömürgeciliği genellikle Hindistan'a ceza kanunu getirmek­le övünür. Aslında, kanun Macaulay tarafından "anayasanın doğrudan uygulanmasında mahzur bulunan, ele geçirilmiş bir ırk için" hazırlan­mıştı. Üç sene boyunca yüksek duvarlar arkasına kapanan ve kimseyle görüşmeyen Macaulay bir ceza kanunu yazmıştı. "Hindistan'da daha önce bulunan kanunlar ya da başka türlü yönetim tarzlan ile hiçbir ala­kası olmayan" bu kanun "hem herkese hitap ediyor hem de hiç kimseye hitap etmiyordu." İngilizler bile şüpheyle yaklaşmışlardı. Yazılması­nın ardından 24 sene boyunca yürürlüğe konmadı. Sonunda, 1861 'de yürürlüğe girmişti. Bugün bile büyük ölçüde uygulanmaktadır. Daha­sı, İngilizler jüri tarafından yargılanmak, ifade özgürlüğü ve yasal süreç gereklilikleri gibi kavramları da getirmişlerdi. Bunların hukuki değerler olduğuna şüphe yoktur ama sömürgecilik döneminde uygulanırken ta­rafsızlıktan bahsetmek mümkün değildi. İngiliz idaresindeki Hindistan'da adalet için sanığın ten rengi önemliydi. Beyazlar tarafından Hindistanlılara karşı işlenen suçlara en hafif cezalar veriliyordu. Bir İngiliz, bir Hindistanlıyı silahla vurarak öldürdüğünde altı ay hapis, 100 rupi de para cezası alıyordu. Bir Hin­distanlı bir İngiliz kadına tecavüz ettiğinde ise 20 sene hapse mahkum ediliyordu. İngiliz idaresinin ilk 150 senesinde, Hindistanlılara karşı suç işledikleri için hüküm giyen İngiliz'in sayısı bir elin parmakları­nın sayısını geçmezdi. Bir Hindistanlının bir İngiliz'in elinden ölmesi her zaman kazaydı. Bir İngiliz'in ise bir Hindistanlının elinden ölmesi afedilemez bir suçtu. Seyyid Mahmud'un hikayesinde gördüğümüz üzere Hindistanlı hakimler bile ırkçılıktan muzdaripti. 19. asırda Hin­distan'a gönderilmiş genel valiler arasında ırkçı olmayan tek bir isim vardı: Lord Ripon. Lord Ripon Hindistanlı hakimlerin İngiliz sanıkları yargılayabilmesi ve belediye işlerinde daha etkin olabilmeleri için bir teşebbüste bulunmuştu. Aldığı tepki çok sertti. Etrafındakiler yerlilerin okullar veya kanalizasyonlar hakkında fikir belirtmelerinin İmparator­luğa zarar vermeyeceğini ama mahkeme ve belediyelerin kapılarının kapalı tutulması gerektiğini söylemişlerdi. Ripon'a karşı boykot başla­mıştı. Irkçıların sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki Ilbert Yasası yürürlüğe konamamış, Ripon da görevden alınmıştı. Sömürge mahkemelerinde sıklıkla karşılaşılan bir dava türü var­dı. Sıtma yüzünden birçok Hindistanlı dalak şişmesinden muzdaripti. İngiliz efendilerin Hindistanlı kölelerini dövmeleri çok sıradandı. Bir İngiliz efendi, kölesinin karnına vurduğunda kölenin dalağı patlıyordu. Sonuç ölümdü. Bu noktada bir hukuk sorusu söz konusuydu: Kölenin karnına vurmak kasten mi yoksa taksirle mi adam öldürmeye girerdi? Robert Augustus Fuller 1875'te kölesini bu şekilde öldürdüğünde, kö­lenin kendisine vurmaya çalıştığını iddia etmişti. Mahkemenin kararı 'kasten yaralamaydı.' Verdiği ceza ise 15 gün hapisti. Bu hapis ceza­sından da öldürdüğü kölenin karısına 15 rupi ödeyerek kurtulabilirdi. Adli tıp memuruna göre kölenin dalağı öylesine şişmişti ki 'hafif' bir şiddete maruz kaldığında dahi zaten padayacaktı. Yüzbaşı Stanley de Vere Julius, 1903 'te kaleme aldığı Notes on Striking Natives isimli kitabında şöyle diyordu: "Sıcak bir gecenin orta­sında havalandırma durur. Adamın biri, sıcaktan ve uykusuzluktan ne yapacağını şaşırmış bir halde yatakhaneden fırlar ve sonucu hiç düşün­meden havalandırmayı çalıştırmakla yükümlü kişiye vurur. Vurur vur­masına ama yanlış bir bölgeye, yani dalağına vurur. Şimdi, bu adamı suçlayacak mıyız? Hem evet hem de hayır. Görevlinin havalandırmayı neden kapattığına bakmak gerekir." Hindistan'daki İngiliz hakimler herhangi bir İngiliz'i bir Hindis­tanlı karşısında suçlu bulmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu durumun Londra'da bir karşılığı vardı. Kayıtlara bakılırsa Victoria dö­neminde, Londra'daki suç oranları azalmıştı. Marin Wiener bir 'ihraç' modeli önermişti. Wiener'e göre İngiltere'de suç oranının düşmesinin sebebi "en gaddar vatandaşların denizaşırı bölgelerde olmalarıydı." Londra'da benzer bir durum olduğunda 'kasten öldürmeye' girerken Hindistan'da ise 'zarara yol açmak' ya da 'ihtiyatsız ve ihmalkar davran­mak' oluyordu. Elbette kurban Hindistanlı olmalıydı. 20. yüzyılın başında Hindistanlı milliyetçilerin sebep olduğu bir terör tehlikesi vardı. Bu tehlike hakimlerin, beyazların yerlilere karşı uyguladıkları şiddet davalarında verdikleri kararları etkilemiş olabilirdi. Gel gör ki Avrupalıların uyguladığı şiddede ölen Hindistanlılar eline silah almış olanlar değil, sıradan hizmetçilerdi. Siyasi terör ile uzak­tan yakından alakaları yoktu. Yine de mevcut koşullar her zaman bir İngiliz'in lehine olacak şekilde değerlendirilebilirlerdi. Hindistanlı bir çocuğun Teğmen Thompson ve Teğmen Neave tarafından öldürül­mesinin ardından köylülerin zorla Neave'in silahını alması sonucu iki köylüye, beyaz bir adamın silahını haksız bir şekilde almak suçundan altışar ay hapis cezası verilmişti. Katillere ise hiçbir ceza verilmemişti. Bu olay bir 'yerliler Avrupalılara karşı' hadisesi gibi takdim edilmişti. İngiliz hakimlerin Avrupalılar ve Hindistanlılar hakında verdik­leri kararlar hiçbir zaman eşit değildi. Kalküta'da aynı suçtan ötürü ce­za alan Hindistanlıların sayısı Avrupalıların on katıydı. Öldürme veya öldürmeye teşebbüsten yargılanan Hindistanlı sanık sayısı Avrupalı sanıkların iki katından fazlaydı. İstatistik! olarak Avrupalıların Hindis­tanlılara şiddet uygulaması Hindistanlıların Avrupalılara şiddet uygu­lamasından kat be kat fazlaydı. Hindistanlıların tamamı ceza almıştı. Avrupalıların çoğu kaza veya nefs-i müdafaa denilerek aklanmışlardı. Ceza alan Avrupalılar ise adam öldürmekten değil saldırıdan hüküm giymişlerdi. Bir davada, İngiliz hakim olayın cinayet olduğunun 'kesin­liğine' hükmetmişti. Ardından sanığa deli raporu verilmişti. Böylece, sanık beraat etmişti. İngilizlerin hepsi durumdan memnun değillerdi. 1902'de üç süvari eri bir Hindistanlıyı döverek öldürmüşlerdi. Dövmelerinin sebebi ken­dilerine fahişe getirmemiş olmasıydı. Yetkili merciler sorgulama yapma zahmetine bile girişmemişlerdi. Kurbanın ayyaşın teki olduğu söylen­mişti. Fakat, bu hadise Hindistan'da yaşayan birçok İngiliz'i rahatsız etmişti. Hindistanlılara olan nefreti ile bilinen Genel Vali Lord Cur­zon bile böyle bir olay yaşanmasından endişe duymuştu: "Kötü olayları örtbas etmek için yapılan planların bir parçası olmayacağım. Bir beyaz adamın bir siyah adamı sadece kahrolası bir siyah olduğu için öldüresi­ye dövebileceği fikri bana uzakcır." Curzon katillere ceza vermemişti ama bağlı bulundukları birliği Aden'e göndermişti. Buna rağmen bir­kaç hafta sonra Yeni Delhi'deki bir resmigeçitte, bu bölüğün geçişini seyretmek zorunda kalmıştı. Curzon bile Hindistanlıları memnun ede­cek bir açıklama yapmak zorunda kalmışsa, durum gerçekten vahimdi. Araştırmacı Jordana Bailkin ırk temelli adalet kavramının birkaç istisnası olduğuna dikkat çekmektedir. Üç davada İngiliz sanıklar Hin­distanlıları öldürdükleri için idam edilmişlerdi: Bengal'de John Rudd (1861), Bombay'da Wilson, Apostle, Nicholas ve Peters isimli dört gemici (1867), Bengal'de George Nairns (1880). 200 senelik İngiliz idaresi boyunca İngilizlerin idam edildiği sadece bu üç dava vardı. Oysa İngilizler tarafından binlerce Hindistanlı öldürülmüştü. Bir genelleme yapmak gerekirse sivil hak.imler ve kırsaldaki hakimler Avrupalıları ce­zalandırmaya yanaşmıyorlardı. Askeri mahkemeler ve kenelerdeki yük­sek mahkemelerde ise Hindistanlılara yapılan ciddi saldırılara ceza ve­riliyordu. 19. Yüzyılın sonlarında 30 sene İngiliz idaresinde çalışan bir memura göre, "İnsanlar ve mahkemeler arasında kocaman ve tehlikeli bir boşluk var. Bu boşluğu kapatmanın da bir yolu yok." Daha ılımlı olan Prahabat dergisi 1925 senesinin aralık ayında çı­kan sayısında, bir Hindistanlıyı tekmeleyerek öldüren bir İngiliz'in ak­lanması baklanda şu satırlara yer vermişti: "Bu tarz olaylar, Hindistan­lıların İngiliz idaresinden niçin memnun olmadıkları sorusunun cevabı niteliğindedir. Bir Hindistanlının hayatının bu şekilde hiçe sayılması, bütün Hindistanlıların içini acıtmaktadır. Mahatma Gandi'nin şiddete yer vermeyen direnişine rağmen ülkede ihtilal söylentileri dolaşmakta­dır. Postal ve dalak arasındaki ilişki bu şekilde gittiği müddetçe Hindis­tan, dünyanın en küçük düşürülmüş ülkesi olmaya devam edecektir." Sömürgeci hukuk sistemi yabancı bir ırk tarafından oluşturulmuş ve oluşum sürecine hiçbir şekilde dahil edilmeyen, ele geçirilmiş bir millete dayatılmıştır. Çok net bir şekilde ifade etmek gerekir ki bu hukuk sömürgecilerin kontrol aracı olmuştur. Henry Nevinson şöyle demişti: "Hindistanlılar, resmi gözetim mekanizması altında yaşama­ya mecbur edilmişlerdir. Şahsi mektupları okunuyor, telgrafları göz­den geçiriliyor ve her adımları takip ediliyor." İşte İngilizlerin bize öğrettikleri hukukun üstünlüğü böyle bir şeydi. Belki de İngilizlerden öğrenmekten vazgeçmemiz gerekiyordur. Sorunlar bunlarla sınırlı değildi. Sömürgecilik dönemindeki 'hukukun üstünlüğü' kaidesi genellikle beyazların ve seçkinlerin lehine işlemek­teydi. Irk üzerinden ayrımcılık yapmak kanuna aykırı değildi. Daha önce de gördüğümüz üzere, sadece beyazlara açık olan hususi kulüple­rin yanı sıra bazı otel ve spor salonlarının girişinde 'Hindistanlılar ve köpekler giremez' levhaları asılıydı. Jamsetji Tata bütün Hindistanlılara açık olan Taç Mahal isimli muhteşem bir otel inşa ettirmişti. Bunun sebebi Bombay'daki Watson's Oteline alınmamasıydı. Ataerkil bir yapı söz konusuydu ve ciddi bir mizojini vardı. Örneğin, Malabar sahilinde anaerkil bir yapı hakimdi ve kadınla­rın hem mülk hem de sosyal hakları vardı. 'Doğru' ve 'ahlaki' olan kurallar gereği bu kadınlardan kocalarına ve oğullarına köle olma­ları istenmişti. Hindistan'ın güneyinde yaşayan kadınlar geleneksel olarak göğüslerini örtmezlerdi. Bu durum, İngilizlerin ahlak anlayışı ile uyuşmuyordu. Fakat göğüsleri örtmek yüksek sınıfın göstergesi haline geldiğinden ötürü göğüslerini öremeyen kadınlar aşağılanıyor­lardı. Misyonerlerin faaliyetleri sonucu 1813'ten 1859'a kadar Tra­vancore ve Madras'da büyük sorunlar yaşanmıştı. Tecavüz söz konusu olduğunda ise mağdur olan kadın 'iyi bir karaktere' sahip olduğunu ve gerçekten tecavüze uğradığını ispat etmek zorundaydı. Mağdurları küçük düşüren bu sistemden ötürü birçok tecavüz vakası polise inti­kal etmiyordu. Hukukun üstünlüğü kaidesinin amacı İngilizlerin Hindistan'daki kontrolünü pekiştirmek olduğu için siyasi hoşnutsuzluklar çeşitli yol­larla bastırılıyorlardı. Ceza kanununda devlete karşı isyan etme mese­lesiyle ilgili 49 madde vardı. Oysa adam öldürmeyle ilgili madde sayısı sadece 11'di. Irkçılık ceza kanununda da kendisini belli ediyordu. 1911 tarihli Mücrim Kabileler Kanunu, İngiliz idarecilere seyahat hakkını engelle­me, arama ve hatta belli gruplardan insanları sorgusuz sualsiz gözaltına alma hakkı veriyordu.190 Sebep, bu insanların kabilelerinin tarih bo­yunca suça bulaşmış olduklarının tespit edilmiş olmasıydı. Böylesine berbat bir kanun bağımsızlık elde edilinceye kadar yürürlükte kalmıştı. Bu kanunun etkileri kendisinden daha kötüydü. Araştırmacı Sanjay Nigam'ın çalışması, İngilizlerin icat ettikleri 'mücrim kabile' kavramı ve bu kavramın kanunlaşması sayesinde insanların şahsi bilgilerinin nasıl izinsiz bir şekilde toplandığını, seyahat hürriyetinin nasıl kısıtlan­dığını, 'mücrim kabile' mensuplarının zorla kamplara ya da kırsal böl­gelere gönderildiklerini ve çocukların ailelerinden kasten ayrıldıklarını ortaya koymuşcur.191 Sömürgecilik döneminde Hindistanlılar için adil bir şekilde uy­gulanmış olmasalar da mahkeme sistemi, ceza kanunu, hukuka saygı ve adalet değerleri sistemi önemi yadsınmayacak miraslardı. Hindis­tanlılar bu mirası inkar etmemektedirler. Fakat, uygulamaya bakıldı­ğında İngilizlerin hukuk sistemini Hindistanlılara karşı kullandıkları ve işleri bilerek formalitelere boğdukları görülür. Oysaki Hindistan'ın geleneksel adalet sistemi bu şekilde değildi. Elbette, kuzeydeki bölge­lerde uygulanan khap panchayat (kast veya köy meclisleri) gibi gelenek­sel sistemlerin sınırları oldukça dar olup adaletsiz sosyal düzeni devam ettirmek için kullanılmışlardı. Fakat, Ruanda'daki gacaca mahkemeleri geleneksel sistemlerin modern adalet değerlerine entegre edilebileceğini ve bürokratik işlemlerin işleri aksatmayabileceğini göstermiştir. Sömür­geci sistemden kalan mahkeme sisteminde davalar bitmek bilmemektedir. Bu sebeple, Hindistan mahkemelerin yavaşlığı konusunda dünyadaki birçok ülkeyi gerisinde bırakmaktadır. Bazı alt mahkemelerde sömürge döneminde başlamış olup hala devam eden davalar bulunmaktadır.
91 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.