Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Kastamonu'da Lise: Komünistlerle İlk Mücadele Kastamonu'da lisedeyken pul merakım vardı, İstanbul'dan pul getirtmeye başladım, arkadaşım vasıtasıyla ve iyi paraya Kastamonu'da esnafa satmaya başladım. O paradan annemin "Oğlum babana şuradan acele para ver" deyip de para verdirttiğini hatırlıyorum. "Sonra alırsın şimdi gecikmesin, bekletme." diye... Memur olup da sıkıntı çekmemek mümkün değil. Üstelik dört çocuk... İkisi kız, ikisi erkek dört çocuk... Dördü de okuyorlar. Kastamonu Tayini Ailemiz için Sıçrama Tahtasıydı Kastamonu'ya babanızın tayini nasıl çıktı? Kendi isteğiyle mi oldu? Bakanlıktan yapılan atamayla babama görev verildi. Babam orada Ziraî Mücadele Müdürü oldu. O zamana kadar ziraat memuruydu. Terfi etti yani. Babam zaten zirai mücadeleciydi. Diyarbakır'dayken süne, çekirge, ekinlere musallat olan asalaklarla mücadele ederdi. Civar il ve ilçelere giderdi. O dönem bütün Türkiye'de bakanlık teşkilat şemasında revizyona gidildi. Ziraat müdürlükleri ikiye ayrıldı. Babam da bu işlerden anlayan kadroda olunca, baktılar Tokat'ta süne problemi falan da yok... Bir de o zamanlar tayin ve terfi edecekleri memurun aile, çocuk durumunu, çocuğunu okutacağı okulunu düşünürlerdi. O tarihlerde hem süne vb. problemin yaşandığı, hem de zaten meşhur lisesi olan Kastamonu var. Yani o dönem devlet memûrunun ailevî durumu hesaba katılıyordu. Öyle insanî bir yaklaşım vardı. Harp [İkinci Dünya Savaşı] zamanı devlet memuruna parasıyla çay, şeker, bakliyat, zeytinyağı temin ediyordu. Biz komşularımıza ikram ediyorduk. Ailece sevmediğimiz İnönü devri böyleydi. Tabii, anladığım kadarıyla sizin Diyarbakır'da okulunuzdan alınmanız bir nevi bürokrat işgüzarlığıydı. Umumi vali var, o biliyor. Üstelik amcamın en yakınları. Her akşam birlikteler. Poker oynuyorlar. Hem babamın açığa alınması açığa alınan memurun maaşı üçte bir oranında kesilir- hem benim okulumdan edilmem, hem evde İnönü hakkında konuşulanlar birleşince çocuk yaşta öyle İnönü düşmanı oldum. Ama ben İnönü'yü ne zaman sevdim ve sahiplendim derseniz, Ecevit'e karşı olduğu zamanlar... Kastamonu size ailece iyi gelmiştir tahmin ediyorum. Tabii, bizim için sıçrama tahtası gibi oldu. Babam tayin haberini aldığı akşam eve geldiğinde çok neşeliydi. Anneme “Hanım, kur sofrayı ben bu akşam rakı içeceğim." dedi. Net hatırlıyorum. Annem ayrı bir tepsiye çilingir sofrası kurdu. Babam çok fiyakalıydı o gece. Ziraat okulu okumuş olduğu için akranlarından daha erken terfi ediyordu ve haksızlığa tahammülü olmadığı için iş yerinde geçimsiz olabiliyordu, müdürleriyle kavga edebiliyordu. Şimdi Kastamonu'ya müdür atanınca “Hanım, ben neymişim, gördün mü?” diye övündü. O gece babamızın elini öptük, sarıldık, tebrik ettik onu. Henüz orta üçü bitirmemiştim. Kastamonu Lisesi'nin ortaokul kısmına 33 numara ile kaydoldum. Tıpkı Tokat'taki gibi ortaokul ve lise kısmı yan yanaydı. Kastamonu Lisesi çevrenin lisesiydi. Yakın bölgelerden öğrenciler gelirdi. Leylî olanlar vardı. Çankırı, Sinop, Tokat'tan gelirlerdi. Çok iyi hocalar vardı. Ama orada bizim dönemimizle birlikte komünist hoca, milliyetçi hoca ayrımı başlamıştır. Benim rolüm oldu. En çok da Nihâl Atsız'ın eniştem olmasından ötürü. Başlarda eniştemin bu kadar tanınıyor olması beni şaşırtmıştı. Kastamonu Güney Avrupa Kasabası gibiydi Kastamonu'da nasıl bir eve yerleştiniz? Kastamonu'da tuttuğumuz ev, yeni açılmış olan Demokrat Parti binasına ve Nasrallah Camii'ne çok yakın bir sokak arasındaydı. Babam on beş günlük tayin izninde önden gidip kiralamıştı. Nihal ablam orada Kız Enstitüsü'ne kaydoldu. Erdal ve Yücel ilkokula gittiler. İyi bir mahalleydi. Oradaki ev sahipleri herkese ev kiralamak istemezdi. Memura vermek isterlerdi. Kira 20 liraydı ve annemin babama "Off! 20 lira verilir mi Nuri Bey?" dediğini hatırlıyorum. Üç katlıydı. Hep öyle büyük büyük evler vardı. Bahçesi de vardı ama ev sahibinin kullanımındaydı. Ev sahibinin nemrut bir oğlu vardı, sonradan hâkim oldu. Topumuz bahçeye kaçınca alırdık bahçeden. Yakaladığı zaman topumuzu keserdi. Adil bir hâkim olduğunu zannetmiyorum. Hiç arkadaşı falan olmazdı. Kastamonu, şehrin ortasından geçen bir ırmak, tam göbekte lise ve ortaokul, biraz ileride yokuşta hükümet konağı ve kütüphanesi olan bakımlı bir şehirdi. O dönemin iyi valilerini gönderirlerdi oraya. Kastamonu'da bir yıla yakın ortaokulu bitirdim ve liseye devam etmeye başladım. Lisede Ali Tümtürk adında bir Türkçe hocam vardı. Çok milliyetçi, çok Atatürkçü bir hocaydı. Çok severdik. Hep ona danışırdık. Kastamonu Lisesi'nin sağlam tarihi bir binası ve büyük bir bahçesi vardı. O bahçeden Kastamonu Saat Kulesi'ni görmek mümkündü. Evvela şunu anlatayım: Kocaman bir meydan düşünün. Meydanın tam ortasından ırmak geçiyor. Şehrin bir tarafında İnönü Karakolu var, öbür tarafında da Şehir Kulübü var. Şehirde canlılık bu ikisinin arası işte. Bizim okul da bu orta bölgenin tam ortasında. Bir de yukarı, hükümet konağına doğru, okulun ortaokul girişi var. Biraz aşağı tarafta da her yerde bulunmayan iyi bir kütüphanesi vardı. Kastamonu derli toplu bir yerdi. Belki de bu yüzden şimdi Güney Avrupa'da bir kasaba gibi geliyor. Irmağın karşı tarafına birkaç köprü ile geçilebilirdi. Bunlardan biri de Şehir Kulübü'nün köprüsüydü ki, en çok kullanılan da buydu. Sonra meşhur Nasrallah Camii ve şadırvanı geliyor. Biraz ilerisinde de Saman Pazarı geliyor. Saman Pazarı'nı şunun için anlatıyorum, orada Davulcu Karayılan [Mahir Dağlı] vardı, bilir misiniz? Dehşet bir davul ustasıydı. Çok meşhurdu. Avrupalara falan gitti geldi. Öyle bir davul çalışı vardı ki... 1950'de Değişen Siyasi Atmosfer Zannediyorum Kastamonu'ya taşındığınız 1949 yılında artık siyasî atmosferi ilk defa bilinçli olarak gözlemliyorsunuz. Hafızanızda neler var? 14 Mayıs... Demokrat Parti'nin kahir ekseriyetle iktidara gelişi elbette. Kastamonu'da da DP kazandı. Tabii atmosfer bir anda değişti. CHP'ye karşı antipati kendini bir anda belli etmeye başladı. Birtakım efevâri şımarıklıklar aslında... İçki içmeyi bırakmalar falan... Aslında Kastamonu Türkiye'de en çok alkol tüketilen yerlerden biriydi. Gerçi bir zaman sonra fark ettik ki, lider Konya'ymış. Şımarıklıktan kastınız? Herkes tayin derdine düşmeye başladı. Şark görevine gitmemek için. Zordu çünkü. Yani memur kimseler yeni iktidarın gözüne girmek için CHP düşmanı tavırlar mı sergiliyordu? Düşmanlık demeyelim de... Kastamonu küçük yer. Kimin ne olduğu biliniyor. Ama mesela elbise diktirecekse DP'li terzi seçiyor, kendini belli ediyor. CHP ve DP düşman kardeşti ama DP'nin iktidara geleceğine pek ihtimal verilmiyordu. O yüzden seçim öncesi o renkler, tavırlar belli edilmedi. Benim babamsa başından beri büyük bir Demokrat Partiliydi ve devlet dairesinde memur haliyle açık açık konuşur ve beklentilerini dile getirirdi. Demokrat Parti'nin borazanlığını yapardı. Sebebi de malumunuz, enişteme ve bize yapılanlar. Babanız belli ki, eniştenizden ötürü devletin dikkati altındaydı. Ama sözünü sakınmamış. Buradan "CHP iktidarı altında aleyhte fikir belirten memurun başı belaya girmezdi" gibi bir sonuç mu çıkarmalıyız? Valla, işte bir kere "bizden değildir" damgasını vurdular m oraya buraya sürüyorlar sizi. Yollarda gide gele sağlam eşyanız bile kalmıyor. Ama babanızın müdür yapılması CHP iktidarına denk gelmiş. O dönem her yerde süne istilası başlamıştı. Bu işten anlayan çok az eleman vardı, Bunlardan biri de babamdı. Babamdan hiç hoşlanmasalar da mecburdular. Diyarbakır'da zaten amcam vardı, iyi bir doktordu ve vali onu kaybetmek istemiyordu. Orada biraz onun koruması altında sayılırdık. Ama memura verilen esas ceza tayindir. Bu arada, Siverek hakikaten anlatılır gibi değildi. Kastamonu'da Yaşam Babanız Kastamonu'daki Şehir Kulübü'ne gider miydi?. Hiç gitmezdi. DP'li olduğu için babamı aralarına almaz ve tutmazlardı. Bir de Şehir Kulübü daha üst bürokrasinin ve zenginlerin uğrak yeriydi. Babamın oralara gidecek hâli zaten olmazdı. Babam beyaz peyniri dahi veresiye alan adamdı. Evde bir tavla takımı vardı. Misafiri oldu mu, çıkarır oynarlardı. Evinize misafir çok gelir miydi? Ablamın talebe arkadaşlarının aileleri, benim arkadaşlarımın aileleri... Küçük yerde kolay kaynaşma oluyordu. Bir de halk memurlarla kaynaşmaktan hoşlanırdı. Sokaktaki aynı sıradaki evlerin sakinleri bile memurlarla tanışmak isterdi. Yani Diyarbakır'daki gibi çekinme yok muydu? Hayır. Ama mesela Siverek'te şöyle bir şey vardı: Kaymakam, on beş günde bir memurlara sırayla evinde yemek verirdi. Böyle buluşmalara ön ayak olurdu. Diyarbakır'da o da yoktu. Ama eskiden valiler insanlara takmazdı. Az önceki sorunuza dönecek olursam... Lisede mesela, duvarlara orak-çekiç çizenler olurdu. Biz milliyetçi öğrenciler bilirdik kim olduklarıni. Orhan Suda vardı, Sevinç Tarı vardı meşhur komünistlerden. Aynı ekipten... Ben Ankara'ya Mülkiye'ye gidince Tevfik İleri ile görüşmelerimizde, o beni yönlendiriyordu. Zannedersem 15 sene mahkûmiyet verildi bunlara. Bir kitabı var Orhan Suda'nın, orada bana çatıyor. "Bu Ünal Yaltırık’ın bizden ne istediğini anlamadım. Abuk subuk ihbarlarla bizi zor durumda bıraktı.” Bu kadar ama... Bununla birlikte son derece kibar, son derece efendi, son derece bilgili, son derece çalışkan, son derece zeki, kızlara son derece düzgün davranan bir öğrenciydi. Sınıfın en düzgünüydü. O yüzden ona karşı sert davranamazdı kimse. Bilirdik, tuvalet duvarlarına orak-çekiç çizen oydu. Kastamonu'da olurdu bu. Emniyet müdürü o sıralar bize karşı onları tutardı. Yalnız gariptir, bazıları şüpheleri sorulduğunda benim adımı vermiş. "Orak-çekiçleri Ünal Yaltırık çiziyor," demişler. Okula geldiler. Benim de ifadem alındı. Bu anlattığım, lise kısmına geçmeden hemen önce olmuştu. Kastamonu'da okul hayatınız nasıldı peki? Arkadaşlarınızla ilişkileriniz nasıldı? Arkadaşlarımla çok iyi ilişkiler kurmuştum. Milliyetçi arkadaşlarla... Solcular da kendi aralarında tabii. Yalnız, o zamanlar sağ sol bilmezdik. Komünist vardı. Hepsinin adı komünistti bizim için. Onlar size ne derdi? "Nihal Atsız'ın yeğeni" falan... "Türkçü" derlerdi. Ne olduğumuzu da şöyle izah ederlerdi: "Palavracılar... Güya Orta Asya'ya gidip bütün Türkleri birleştirecekler." Yani, gençlerin kendi aralarında, kafalarında kavramlar oluşmadan düşündükleri şeylerdi bunlar. Düşünün, Orhan Suda komünistlikten 15 seneye mahkûm oluyor. Yahu, Orhan Suda komünist olsun olmasın, ne olacak? Ama çenesi durmuyordu, anormal konuşuyordu. Kızıyordunuz. Ankara'da polis takip etti, Bakanlıklar'ın orada simit satarken yakaladılar, mahkûm ettiler. Hâkime, polise sorsanız onlar da bilmiyor komünistin ne olduğunu. Adı kötü. Ama lisede siyasi sebeple bir kavga yaşamadınız herhalde. Siyasi sebeple kavga çıkmazdı. Ama futboldan çıkardı. Lise ile meslek lisesi arasında çatışma vardı. Maçlarda Kastamonu'da kıyamet kopardı. Bir de Ankara'da Mülkiyelilerle Harbiyeliler... Harbiyelileri baskette hep yenerdik. Yenilgiyi hazmedemezler, kemerleri çıkarıp bize saldırırlardı. Çok dayak yemişliğimiz var. Peki bu ilk gençlik çağında oluşan Türkçü siyasi kimliğinizi sadece Atsız eniştenize mi borçlusunuz? Eniştem perçinledi demek daha doğru olur. Ben gününden Türkçüydüm. Zaten babama göre CHP komünistti ve en kötü şey komünizm işte... Gerçi babam da bilmiyordu komünizmin ne olduğunu. Bir gün sorduk: “Baba, komünizm ne demek?” “Siz işinize bakın bakayım..." diye başından savmıştı bizi. [Gülüyoruz] Veya hocalarımıza sorardık. Onlardan da net cevap alamazdık. Lisede kızlar var mıydı çok? Bizim Sınıfta dört kız vardı. En önde otururlardı. Çalışkandılar. Ben de onların paralelinde ön sırada otururdum. Serap diye bir kız vardı. Doktorun kızı... Zehir gibiydi. Mezun olduk. Ben Mülkiye'yi kazandım, o liseden sonra bıraktı. Ama bir yıl sonra sınava girdi ve o da Mülkiye'yi kazandı. Hatta ben de Mülkiye'de bir yıl kaybedince, aynı sınıfa düştük. Okulda birlikteydik yani. Orada, sonradan diplomat çıkan bir arkadaşımızla, Büyükelçi Metin Mekik arkadaşlık kurdu ve mezun olduktan sonra da evlendiler. Sonra kocası Maya'nın yazarı oldu. Çok değerli bir arkadaşımızdı. Yakınlarda vefat etti. Bir de Kız Enstitüsü vardı. Kastamonu'da kızların çoğu oraya giderdi. Kastamonu biraz yobazdı. Nihâl ablam da o Kız Enstitüsü'nde. Küçük erkek kardeşim Erdal, en ufak kız kardeşim Yücel ilkokulda. En çok hangi kardeşinizi severdiniz? Yücel'i severdim en çok. Erdal'la da çok oynardık. Güreşirdik. Ablamla çok geçinemezdim. Her şeyimize karışırdı. Okulda çok çalışkandı. Evde de çok çalışırdı. Gürültü yapardık, rahatsız olur bizi susturmaya kalkardı. Tek odada dört kardeş yatardık. Çalışmak için elektriği açık bırakırdı. Bu gibi basit şeylerden geçinemezdik. Halbuki ablam bizi çok severdi. Yani her ailede olan şeyler... Babam idare ederdi, annem idare ederdi. Babam “şikâyet istemiyorum” dediği anda susardık zaten. Allah rahmet eylesin, annem de babam da çocukları için çok fedakârlık yaptı. Memur maaşıyla dört çocuğa baktılar. Babam çok mert, çok yardımseverdi. Mesela Amasya'daki o zelzelede evimiz Ermeni mahallesindeydi. Çadırı bizim evin bahçesine kurdurttu. Bütün Ermeni aileleri çoluğunu çocuğunu getirdiler. Babam hiç ayırt etmezdi. O yüzden eniştemle o kadar sıcak olamamıştır. Daha çok diğer eniştem Profesör Mehmet Kaplan ile arası iyiydi. Hatta lise öğretmeni teyzemle Bayburt'a bize ziyarete geldiler. Halbuki Nihal Atsız enistemler bize hiçbir zaman ziyarete gelmemişlerdir. Behice teyzem ile Mehmet Kaplan eniştem sevişerek evlenmişlerdi. Çocukları olmadı. Sonra teyzem 1965'te kanserden öldü. Lisedeki Sağcı ve Solcu Hocalar Lise hocalarınızdan hangileri sağcı, hangileri solcuydu? Hatırlıyor musunuz? Edebiyat hocası Ali Tümtürk çok milliyetçiydi. Onun etrafında toplanmıştık. Felsefe hocası ve diğer edebiyat hocası ki şehirde kendisine ait olduğunu bildiğimiz kırtasiyesi vardı, onlar solcuydu. Bu arada o kırtasiyeyi bütün şehir bilirdi ama yasak olmasına rağmen kimse ses çıkarmazdı. Tabiat bilgisi hocası solcuydu. Fizik, kimya ve matematik hocaları apolitikti. Son gelen müdür de solcuydu. Hocaların çoğu komünist, talebelerin çoğu milliyetçiydi. Hocalarınız hakkında ne düşünür, ne hissederdiniz? Aslında herkes birbirini bilir ve herkes birbirine saygı gösterirdi. Ama yakın arkadaşlarımızla yalnız kaldığımız zaman solcu hocalarımız hakkında “puşt”, “ibne”, “komünist" gibi kelimeler sarf ederdik. Dersleriniz nasıldı? Pek parlak bir talebe değildim. Ama edebiyat yönüm kuvvetli olduğu için diğer derslere tesir ederdi. Son sınıfta bana karşı çok antipatik olmaya başladılar. Ankara ile ve DP ile ilişkilerimden dolayıydı. Kastamonu'da Çıkarttığım Hür Ses Gazetesi Muhabirliğim de vardı. Selim Ragıp Emeç'in Son Posta gazetesi adına muhabirlik yapıyordum. 1951 ara seçimlerinde o gazetenin Kastamonu muhabiriydim. Baş sayfadan adımın geçtiği haberler yayınlandı. Ayrıca 1950 seçimlerinden hemen sonra çıkartmaya başladığım Hür Ses gazetesi de vardı. Kendim çıkarttım. Valiyle görüşürdüm, herkesle görüşürdüm. Bir ağırlığım vardı. Beni oturtur, çay kahve ikram ederlerdi. Bir gazeteci şımarıklığım da vardı yani. Fakat on sekiz yaşını bitirmeden basın yayın faaliyetinde bulunduğum için savcılık takibatına uğradım. Hemen gazeteyi devrettim. Bir radyo satıcısı vardı. Sabahattin Çelenligil... O da adının yayılmasını isteyen, mali durumu iyi bir adamdı. Onu gazetenin sahibi yaptık. Ben sekreter diye görünüyordum. Sonradan başyazardım. Kastamonu'daki gazetecilik maceranız nasıl başlamıştı? Aslında Tokat'taki ortaokulda başlattığım duvar gazetesi Yaltırık'tan öncesine dayanıyor. Diyarbakır'dayken içimde bir heves vardı. Mahallî gazeteleri görürdüm. Sonra Kastamonu'da Doğru Söz, Mücadele gibi gazeteler vardı... 5 kuruşa, 100 paraya... Ben niye çıkartamıyorum, diye kendime sordum. Mücadele gazetesini çıkartan adamın matbaadaki elemanı ile ahbap oldum. Gide gele bir şeyler öğrendim. O da beni teşvik etti ve haftalık Hür Ses'i çıkartmaya başladım. Sonraları Ankara'da, radyoya, radyo tiyatrosuna efekt yapan meşhur Tahsin Temre vardır... Onun günlük Akşam gazetesine resim yapardım, yazılar kaleme alırdım. Altan Öymen de hem sınıf arkadaşım, hem de uzaktan akrabamdır. Ulus gazetesinde çalışırdı. Ama Halk Partili oldukları için ben çok yakın durmadım. Akrabam İlnur Çevik Selim Ragip Emeç ve Son Posta ile bağlantı nasıl kuruldu? Ben imtihanı burssuz kazandım. Babamın durumu da ortada. Halamın oğlu İlhan Çevik, amcamın kızı Nurten Çevik ile evlenmişti ve evleri tam Mülkiye'nin karşısında bir ara sokaktaydı. Halam ve eniştem "Olmaz öyle şey, gelsin bizde kalsın, okusun.” dediler. İlhan ağabeyim de ev arıyordu. İki kardeş çocuğu evlendikleri için aile pek hoşnut değildi. Yani evden çıktı. Bana yer açıldı Bu arada, İlhan ağabeyim meşhur İlnur Çevik'in babasıdır. Maalesef! Babası halamın oğlu, annesi amcamın kızı... Kendisi eşekoğlueşek! [Gülüyoruz] Tabii. Ne çektim ondan! Bir yere giderken bana bırakırlardı. Üstüme ișerdi! Sınıf arkadaşlarım gıcıklık olsun diye İlnur'a tezahürat yapardı. “İ-şe! İ-şe!” 3-4 yaşındaydı. İşte İlnur Çevik'in babası İlhan ağabeyim, ben Mülkiye'de okurken Ankara'da birkaç gazeteye bakardı. Bağlantı oradan yani... Hatta işlerinden biri ayda bir İstanbul'a Milli Piyango çekilişlerinin sonuçlarını bildirmekti. Çekilişler Sarar İlkokulu binasında gerçekleştirilirdi. Tabii o zaman faks maks yok. Bir an evvel sonuçlar bildirilsin diye, okulun karşısındaki bakkalla ücretli anlaşmıştı. Ben ve kardeşi Turhan ile üçümüz sırayla her çekilişe koşturup rakamları alıp bakkaldaki İstanbul'a açılmış telefona yetiştirirdik. İlhan ağabey de bize bahşiş verirdi. Sonra konuştular Selim Ragıp'la, piyango işini ben yürütmeye başladım. O zaman daha Hürriyet falan yok daha... Cumhuriyet, Ulus, Son Posta, Yeni İstanbul... Bu kadar. Sonuç olarak, sınav için gittiğimde İlhan ağabeyimin anne babasında kalmıştım. Yani amcam ve halamın yanında. İlhan'ın bir ablası vardı, Reyhan abla. Bir de erkek kardeşi Turhan vardı, okumamış. Tezgahtarlık yapıyordu. Onunla aynı odada kaldık. İlhan ağabeyim ailede en çok itibar gören kişiydi. Fakat üniversite tahsili olmadığı için kompleksi vardı. Ailede üniversite kazanan ilk bendim. Halam laf çakardı. “Hayır, bizde okuyacaksın, burada kalacaksın. Bir tek ümidimiz sen kaldın!” İğnelerdi. Tabii onlar da yeni evli. Sonraları İlhan ağabey, Cumhuriyet gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Sıhhiye'de bir ev tuttular. Etibank binasına yakındı. O zaman ben de o taraflara taşınmıştım. Zira Etibank'ın teftiş heyetindeydim. Öğle arası onlara yemeğe giderdim. İlhan ağabey ile, Nurten abla ile vakit geçirirdim. İlnur bana çok düşkündü. Anne babasından ziyade benimle olmak isterdi. Bir yere gidecekleri zaman İlnur’u bana emanet ederlerdi. Onların evinde bakardım ya da mezun olmadan önce Mülkiye'nin bahçesine getirir, emanet ederlerdi. Arkadaşların benimle dalga geçmesi ondandır. İlnur'u yurt dışında okuttular. Çok iyi İngilizce bilir. Çok sonraları matbaa açtılar. Bizim Maya'yı bir iki sayı orada bastık. Fakat sonra beceremediler. Formaları ters bastılar. Rezalet oldu. İlnur beni çok sever ama malum ilişkilerinden ötürü kızgınımdır kendisine. Yıllar sonra ben Ataköy'deki Printemps mağazasının yönetim kurulu başkanı ve genel müdürü oldum. Bir gün İlhan ağabey telefon açıp “İlnur ile İstanbul'a geldik, seni de ziyaret edelim,” dedi. Kalktılar geldiler. İlnur bir reyon tutmak istiyormuş. Ama İlhan ağabeyin hiçbir şeyden haberi yok. "Ulan," dedim "İlhan ağabeyi niye buralara kadar yordun?” Sonra orada İlnur’a bir reyon ayarladım. Zaten reyonları kiralamak istiyoruz. Meğerse aslında bir kadın için istiyormuş. Reyonda ortak olacaklar. Kadın iç çamaşırı satacaklar. Hadi tamam dedik, bir şey değil, normal. Üç ay sonra öğrendim ki, ayrılmışlar. Reyonu da terk etmişler. Haberim yok ama! Geç öğreniyorum. Açtım telefonu, verdim veriştirdim. Sonra biliyorsunuz Kuzey Irak ilişkileri oldu. Barzanilerle iş ortaklığı yaptı. Fakat Barzaniler paraya çöktüler. Öldüreceklerdi onu. Zor kurtuldu. Ilhan ağabey çok çekti İlnur'dan, çok... İlnur'u biz ailece pek tutmayız. O dönem halanızın oğlu ve amcanızın kızı evlenmişler. Akraba evliliğine sizde nasıl bakılırdı? Hiç iyi bakılmazdı. Ama çok sevmişlerdi birbirlerini.
·
344 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.