Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Tokat'ta Ortaokul: İlk Gazetem Yaltırık'ı Çıkartıyorum Tokat'ta en büyük kazancım Yekta [Güngör Özden] olmuştur. Yekta ile Tokat'ta tanıştık. En eski arkadaşım Türkiye'de halen Yekta'dır benim. Yekta da Tokat Lisesi'nde. Ben ortaokul 3'deyken o Lise 1'deydi, leylîydi [yatılı]. Oradan ahbap olmuştuk. Ufacık bir şeydim. Yekta bana büyük sevgi ve ilgi göstermiştir. Ben de hep “Ağabey, ağabey..." diye çevresindeydim. Bir de onun leyli olması, zannediyorum jimnastik derslerine girmeyip kenarda beklediğim, onun izleyici olduğu anlara denk geliyorduk. O anlarda konuşurduk. Müthişti. O müthişlik halen devam ediyor. 1946 yılında Tokat'a taşınıyorsunuz. Siverek'teydik o zaman. Orada dokuz ay kaldıktan sonra babam kamyon tuttu. Zaten devlet memurunun tayini ne olacak? Oradan oraya taşıya taşıya eşya kırık dökük hale geliyor. Tepemize masalar kondu güneş vurmasın diye. Sıcaktı. Zaten Siverek'te kahvaltıya otururduk, ben diyeyim bin, siz deyin iki bin karasinek başımıza üşüşürdü. Feciydi. Babam evvelinde Ankara'ya bir gidiş geliş yapmıştı. Dönüşte gayet neşeliydi. Tarım Bakanı'nın Özel Kalem Müdürü ile konuşmuş. Kendisine yapılanın haksızlık olduğunu, altı sene şark hizmetinin üstüne bir de dokuz aydır Siverek'te olduğunu anlatıp dert yanmış. Düşünün, bir memurun Özel Kalem Müdürü ile görüşmesi büyük olay. Özel Kalem Müdürü babamı dinleyip hak veriyor. "Sen git," diyor, "Mesaine devam et. Tayinler başladığı dönem senin yerini değiştirmeye çalışacağım." Babam o neşeyle geldikten sonra sanki tayini çıkmış gibi evde eşyalar toparlanmaya başlamıştı. Hakikaten, kısa bir süre sonra tayinimiz Tokat'a çıktı. Çok sevindi tabii. Siverek ile Tokat arasında çok fark var. Sonra babam bir kamyonla pazarlık edip anlaştı. Beni biraz fazla tutardı, babamla ben şoför mahallinde oturduk. Annem ve kardeşlerim kamyonun kasasında, eşyaların arasında oturdular. Dangır dungur öyle Tokat'a gittik. Babam öncesinde Tokat'a gidip evi tutmuştu. "Çok beğeneceksiniz," demişti. Nasıl bir evdi? Tokat'ta "Deli Melahat" diye anılan meşhur bir kadına aitti. Üç kızı var. Çok büyük bir bahçesi olan üç katlı bir evdi. Bahçede beş altı kişi bir araya gelsek kucaklayamayacağımız bir ıhlamur ağacı vardı. Orası ıhlamur kokusundan geçilmezdi. O kadar güzel... Evin bahçeye bakan kısmı tamamen morsalkımla kaplıydı. Benzerini filmlerde görürsünüz. Bu arada Deli Melahat'in üç kızıyla kaldığı ev de bizim bahçenin hemen öbür tarafındaydı. O da müstakil bahçeli. Annem evi dizmeye koyuldu. Babam da hazır on beş günlük taşınma iznini almış, zaten ziraatçı, bahçeyle ilgilenmeye başladı. Ekilmedik şey bırakmadı. Patlıcanı, biberi... Sonra biz bütün sebzeyi oradan temin ettik. Hiç dışarıdan almadık. Hatta konu komşuya da verirdik ve yeterdi. Bu, babamın çok hoşuna gidiyordu. Komşularımızda da bizde olmayan meyve ağaçları vardı. Onlar da bize meyve veriyordu. Yani becayiş yapardık. Babanızdan size ekme biçme kültürü geçti mi? Evet. Yıllar sonra, İstanbul'da kiraladığımız deniz kenarındaki evin bahçesinde ekim yapmaya başladım. Bir sürü şey ekip topladım. Çok da severdim. Deli Melahat nasıl biriydi? Neden "deli"ydi? Çok bağırıp çağıran, kaba saba konuşan bir kadındı. Bize ise, çok kibardı ve anneme çok saygılıydı. Beni severdi. Ama kızlarını döver, saçlarını çeker, tekme atardı. Yani kendi çocuklarına karşı affedici değildi. O yüzden mahallede Deli Melahat derlerdi. Ailesi, komşuları, herkes... Kızmazdı ama. "Bana 'Deli Melahat' derler..." derdi. Övünürdü. Tokat nasıl bir şehirdi? Tokat, etrafı dağlarla çevrili bir şehir. Hayatımda gördüğüm en kötü Atatürk heykeli buradadır. Aman Allah'ım! Dönüp bakamazsınız. Bir atın üzerinde kocaman bir vücut, ufacık bir kafa.... Ne zaman dışarı çıksak söylemeden duramazdım. Babam kızardı: "Oğlum! Tamam, sus! Değiştirecekler." Geçenlerde sordum. "Hâlâ orada," dediler. Oraya birkaç yobaz göndermenin faydası dokunabilir. Ortaokul yıllarınız... Tokat Ortaokulu şehrin dışında kalan yeni bir binada. Lise binası da yapılmış. Yatılı lise... O zaman Anadolu'da yatılı lisenin lafı bile edilmezdi ve Tokat'ta bu vardı. Başında da Halis Asarkaya isminde çok otoriter bir coğrafya hocası vardı. Çok otoriterdi ama bizleri evladı gibi severdi. Kendisinin de bir odası vardı orada. Bekârdı. Lise kismı boştu, yavaş yavaş öğrenci almaya başlamıştı. Biz de birkaç yıl önce açılmış olan Tokat Ortaokulu'na kaydımızı yaptırdık. Birinci sınıfa başladım. Ortaokul şehrin dışındaydı. O zamanlar otobüstü, efendim bisikletti, şusuydu buydu yoktu. Yürüyerek giderdik kar kış kıyamette. Babam, o haliyle... Ortaokulun karşısında bir otel açıldı ilk defa. Bir otel... Tokatlılar ilk kez bir otel görüyor. Beni aldı götürdü, otel müdürüne. Dedi ki: ❝Oğlum yemek yemiyor, bilmem ne yapmıyor. Her öğlen gelip burada yemek yiyecek. Siz hesabını tutun, ben size aylık ödeyeceğim." dedi. Ve ben orada aylarca yemek yedim. Düşünün, bu vaziyette bile... Yani babam, öyle bir formül bulmuştu. Aksi halde yemek yemiyordum. Tokat'ta çok mızmızdım. En Eski Arkadaşım: Yekta Güngör Özden Ama Tokat'ta en büyük kazancım Yekta [Güngör Özden] olmuştur. Yekta ile Tokat'ta tanıştık. En eski arkadaşım Türkiye'de hâlen Yekta'dır benim. Yekta da Tokat Lisesi'nde. Ben ortaokul 3'deyken o Lise 1'deydi, leylîydi [yatılı]. Oradan ahbap olmuştuk. Ufacık bir şeydim. Yekta bana büyük sevgi ve ilgi göstermiştir. Ben de hep "Ağabey, ağabey..." diye çevresindeydim. Bir de onun leyli olması, zannediyorum jimnastik derslerine girmeyip kenarda beklediğim, onun izleyici olduğu anlara denk geliyorduk. O anlarda konuşurduk. Müthişti. O müthişlik halen devam ediyor. Ona nasıl hitap ederdiniz? Başlangıçta yaştan ötürü “abi” derdim. Ama sonraları “Yekta” ve “Ünal" olduk. Ankara'da, o Anayasa Mahkemesi Başkanı iken ben Bağ-Kur Genel Müdürüydüm. Birbirimize sık sık gider gelirdik. Yemekler yerdik. Çok samimi arkadaşlığımız oldu. Hatta bir dönem cumhurbaşkanı adaylığı olsun diye çok çırpındım ben. Kızardım. “Ulan, bir taş görmeyesin,” derdim, “Bir taşı görür görmez üstüne çıkıp konuşuyorsun. Kes sesini iş bitinceye kadar. Tutamazsın..." Konuşmadan duramazdı. Hele küçükken... Ne anlatmıyordu ki? Münazaralara girer çıkardı. Ecevit'in ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin avukatlığını yapmıştır. Atatürk’ün naaşının Anıtkabir'e taşınmasında gençliği temsilen başta o vardı. Birinci sınıf bir gençti. Sıkı solcuydu Yekta. Cumhuriyet Halk Partiliydi. Ben lisede ve üniversitede ileri derece Demokrat Partiliydim. Onlar o sıra Talebe Federasyonu'nu (TMTF) ele geçirmişti. Milli Türk Talebe Birliği'ne (MTTB) de, Federasyon'a da Halk Partililer hakimdi. Onun üzerine biz Mülkiyeliler MTTB'ye yavaş yavaş nüfuz etmeye başladık. Kamran Evliyaoğlu'nu başkan yapmak istedik. Suphi Baykam ve birkaç arkadaş daha vardı. Kazanamadılar. Biz kazandık. Kamran Evliyaoğlu'nu başkan seçtirdik. Ben Mülkiye'nin başkanıydım. Oğuz Aygün Tıbbiye'nin başkanıydı. MTTB'yi ele geçirdik. O gün bugündür MTTB sağın elinde zaten. Olur mu? Bizden sonra hep Siyasal İslamcıların eline geçmiş. Lanetlilerin hepsi orada toplanmış. Bizim zamanımızda MTTB Atatürkçüydü. Çanakkale Şehitler Abidesi'nin yapımında rolümüz oldu. İstanbul Üniversitesi'nin girişindeki heykelin masraflarını karşılamada rolümüz oldu. "Sidükledüm" Tokat'taki yıllarınızdan başka neler hatırlıyorsunuz? Okul eve o kadar uzaktı ki... Erkenden kalkardık. Bazen babam götürürdü. Bazen komşu çocuklarıyla beraber giderdik. Karda kışta yürü, yürü... Orada da ayakkabıya cızlavet geçirir giderdik. Hocalarımı çok severdim. Onlar da beni sevdiler. Ortaokul döneminde mutluydum. Okul numaram 226'ydı. Komik bir anımı anlatayım. Ufak tefek olduğum için hocalar beni hep önde oturturdu. En arkada ise 17-18 yaşlarında Ali ile Veli adına iki kardeş vardı. Bu Ali ile Veli okumaya okumaya nasılsa tespit edilmişler, anne babaları en sonunda okula vermeye razı olmuş olmalı. Köyden kalkmışlar, gelmişler Tokat'a. Beni severlerdi, babacan davranırlardı. Ben de başıma bir şey gelirse diye onları yedeğimde tutuyordum. Diyarbakır ve Siverek'te yaşadıklarımdan sonra tabii... Halbuki Tokat'ta hiç öyle bir ortam yok. Ama bir gün bir hadise oldu. Ben otelde yemek yerken Tarih hocası ile Fransızca hocasını öğlen yemeklerinde rakı içerken görürdüm. Bekârdılar. Bana da biraz gıcık olurlardı. Öğle yemeklerimi orada yediğim için beni biraz zengin çocuğu zannederlerdi. Fransızca dersindeyiz. En ön sıradayız. Hoca da önümde ayakta duruyor. Ali ile Veli'ye bağırdı: "Ne gülüyorsunuz orada?" Gülüşmüşler arkada. "Gülmüyoruz..." dediler arkadan. Hoca da "eşek herif" deyip elindeki tebeşiri Ali ile Veli'nin üzerine attı. Ama bu sefer de ben güldüm ve hoca çok zor durumda kaldı. Ben gülünce beni tuttu yakamdan, kendi durumunu da kuvvetlendirmek için, kaldırıp sınıfın dışına attı. Bunlar bunun üzerine avazları çıkıncaya kadar bağırarak hocanın üzerine yürüdüler. “Gücün ona mı yetiyor, bize gel bakalım!” Küfürler... Ben o esnada dışarıdayım, ağlıyorum. Görüp beni sınıfa götürmeye çalışanlar oldu. “Gitmeyeceğim!” dedim. Akşam babama anlattım bu durumu. Babam zaten haksızlığa tahammülü olan biri değil, ertesi gün okula geldi. Müdür babama çok saygılı davrandı. Beni de müdür odasına çağırdılar. Bir de orada anlattırdı bana başöğretmen. O zaman “başöğretmen” denirdi. "Çok ayıp etmiş," dedi. Sonradan babama demiş ki, “Siz benden duymuş olmayın ama biz o hocadan memnun değiliz, alınması için müracaat ettik. O yüzden bir olay çıkartmayalım, nasıl olsa gidecek.” Yalnız, o tarihten sonra Ali ile Veli bir daha okula gelmediler. Ali ile Veli hakkında bir başka anımı daha anlatayım: Bu çocuklarda zayıflara koruyucu davranma eğilimi vardı. Tabiat bilgisi hocamız ufak tefek bir şeydi. Sordu bunlara, “Cevap verin bakalım ellerinize ne oldu?” Elleri köyde odun kesmekten yara içindeydi. “Peki, ne yaptınız, ne sürdünüz ellerinize?” "Sidükledüm," dedi. "Ne?!" "Sidükledüm." Hepimiz güldük tabii. Düşünün, o dönemlerde köy yerinde yara bere olunca sidik dökülürmüş. Bir de inanmadık zannedip bir daha anlattılar. 1946 gibi bir tarihte öğrenciye kötü muamele örneği var. Ama öğrenciler öğretmene karşı çıkmış, okul idaresi de sizi haklı bulmuş. 1948 Bazen 40'lı yıllara dair farklı anlatımlarla karşılaşabiliyoruz. Öğretmenler cetvelle elimize vururdu. Ama öyle tokatmış, dayakmış, bizim zamanımızda öyle bir şey yoktu. İlkokulda ise tek ayak üzerinde bekletirlerdi. Buydu. Çıkardığım İlk Gazete: "Yaltırık” Türkçem iyiydi. Duvar gazetesi çıkarmaya başlamıştım. İsmi de Yaltırık. Hocalar da benimsemişti. Tutulmuştu. Hocalar Yaltırık ismine nasıl itiraz etmemişler, şaşırıyorum şimdi. Öğrenciler yazı vermek için sıraya girerdi. Tüm hazırlık, idare işleri bizim evde yürütülürdü. Emek veren öğrenci arkadaşlar bizim eve gelirdi. Duran'ı da çalıştırırdım orada. Yıllar sonra, sene 1978, Büyük Kulüp'teyiz. Her yer dolu. O sırada İstanbul'da terör olayları oluyor. Ayakta, yer boşalsın diye bekliyoruz. Yeni üye olduğumuzdan bizimle pek ilgilenen yok. Sonradan epey söz sahibi olmuştuk orada. Oranın en güçlü insanlarından biri Emin Cankurtaran'dı. Beni kaydettiren de oydu. Orada beni ayakta beklerken görmüş, kendi masasına aldırmıştı. O sırada gayet çirkin ve hain hain baka baka bize doğru bir adam geldi. Hanım dedi ki: “Kimin nesi bu adam Ünal? Adam geldi ve sizin adınız Ünal Yaltırık mı?" dedi. "Evet." dedim. "Peki beni tanımadın mı?" "Hayır, tanımadım," dedim. "Ben Tokat Lisesi'nden Nâzım," dedi. 1. Ordu'da albaymış. İki sene önce kaybettik kendisini. Kendisi anlatır, Yaltırık gazetesinde yazıları çıksın, evimdeki ekibe dahil olsun diye bana yalakalık yaparmış. Ben farkında değilim. Kendini sevdirmiş bana. Ama yazıları iyiydi. Yani kaç senenin ardından Tokat Lisesi'nden bir arkadaşımla böyle karşılaşmış olduk. Sizin neslin eğitimi epey iyiymiş. Mesela fizik hocası Kürt Nabi vardı. Çok zorlardı bizi. Herkesi sınavdan çaktırırdı. Sanki fizik profesörü olacağız! Bir de Kürt ya, kızardık. O zaman başlamışız kızmaya. Lisede münazara da yapmaya başladık. Hatta liseler arası münazaralar olurdu. Tabiat bilgisi hocası bir ara bir çocuğu tahtaya kaldırdı. “Çinliler neyle heykel yaparlardı?" diye sordu. Ben bilmiyorum ama hoca beni kaldırsın diye sanki biliyormuşum gibi el kol kaldırıyorum. Ama hoca oralı olmuyor. Tahtadaki çocuk bilemeyince bir başkasını, o da bilemeyince bir başkasını çağırdı. Üç dört çocuktan sonra bana “gel bakalım" dedi. “Söyle bakalım, neyle yaparlarmış?" "Topraktan yaparlardı," dedim. Hoca da güldü, sınıf da güldü, ben de güldüm. Okulda arkadaşlıklarınız nasıldı? Duran Taraklı adında sevdiğim bir arkadaşım vardı. Zayıf, esmer tenli, boynu bükük bir çocuktu. Gelen vuruyor, giden vuruyor. “Ulan Kızılbaş...” “Ulan Kızılbaş...” Şakayla da olsa, sahici de olsa, o çocuğa vurmayan yok gibiydi. Ve durmadan ağlardı. Öğretmenlere şikâyet ediyordu ama faydasız... Bütün çocuklar böyleydi. Ben en önde oturduğum için Duran'ı hep yanıma çağırırdım, ona tokat atmasınlar diye. Kol kanat germeye çalışırdım. Teneffüste boynuna kolumu atardım. Bu sefer bana sataşmaya başladılar. “Ulan başka arkadaşın yok mu? Boş ver bu kızılbaşı!” Bu arada beni annemler hiçbir arkadaşımın evine göndermez, bir tek bu Duranlara gönderirdi. Birbirimize gider gelirdik. Annesi bize börekler yapardı. Bu arada şunu da belirteyim, Duran Taraklı'ya dönmek istiyorum. Tokat'ta Alevi-Sünni gerilimi mi vardı? Vardı herhalde. Duran'a sordum. “Sana neden kızılbaş diyorlar? Nedir bu kızılbaşlık? Kız kardeşiyle ilişki kurmak, anne babanın bilmem ne... diyorlar. Off rezalet, kim söylüyor bunu?" “Ağabey,” dedi, “Biz Aleviyiz ama Alevi demezler bize. Hep böyle söylerler. Ama hiç öyle olur mu." Duran'ı ve Kızılbaşlık konusunu anne babanıza sordunuz mu? “Aman oğlum,” dediler “Sen arkadaşına sakın öyle yapma,” diye tembihlediler. Ama o Duran bize gide gele annem babam da onu sevdiler. Çok iyi çocuktu. Onların evi de tepedeydi ama bize yakındı. Onlara gitmeme izin verilirdi. Annesi çırpınırdı, börekler yapardı. Bu Alevilik hikâyesinden sonra, Mülkiye'de son sınıftayken tavan arasına giden kapının önüne bir masa koydurmuştum, ders çalışmak için. Kapıcı da severdi beni. Gelip dedi ki, “Seni bir arkadaş görmek istiyor." “Gelsin,” dedim. Eciş bücüş biri geldi. Duran Taraklı. Tarım Bakanlığı'nda müsteşar olmuş. Ben bir yıl kaybettim. Müsteşar yapmışlar onu. Fakat müsteşarlıkta çalışıyorum demiş de olabilir. Net hatırlayamıyorum. Bu genç yaşta kolay müsteşar olunamazdı çünkü. Oturduk konuştuk. Ziyaretinden çok da memnun oldum. O kadar aramış etmiş... Fakat irtibatı koruyamadık. Mülkiye'nin çok ağır bir ders temposu vardı. Bugün, yarın, şu iş bitsin, bu sınav geçsin, tatile gir derken olmadı yani. Bir daha görüşemedik. Dediğim gibi, bu çocuğa çok çile çektirdiler ortaokulda. Babam benim için özel görüşüp bedenimin cılız olduğunu belirterek beden eğitiminden muaf olmamı sağlamıştı ama Duran derse giriyordu. Beden eğitimi dersinde jimnastik grupları olurdu. Kimse onu arasına almazdı. Hep ağlardı çocuk. Geceleri uyumadan önce Duran için Allah'a dualar ettiğimi iyi hatırlıyorum. "Allahım, Duran'ı kurtar..." derdim. Duran'a lüzumundan fazla ilgi gösterirdim. Hatta Ali-Veli ile görüştüm, çocuğa sahip çıksınlar diye. Onlar bile "Bırak o Aleviyi ya!" diye kesip atmışlardı. Ünal Bey, siz ciddi ciddi solcuymuşsunuz. Solcu sağcı hiç ayırmadım. Daima zayıfın yanındaydım. Evet, yaşantıma bakılırsa hakikaten bana solcu demek lazım. Benim aslında bütün sağcılığım, ona da sağ denirse, İsmet İnönü döneminde okulum olan Ziya Gökalp'ten alınmamdan ibaret. O bana çok koymuştur. Tabii bir de milliyetçiydim, o da eniştemden ve Kastamonu'daki hocalarımdan dolayı. Ve komünist değildim. Enişteniz Nihal Atsız ile ortaokuldayken de bir araya gelmiş miydiniz? Son sınıfta Halis Asarkaya beni coğrafyadan ikmale bırakmıştı. Ortaokulda coğrafyadan ikmale kalınır mı? Bu Alevilik meselesiyle mi alakalı? Atsız'ın yeğeni olduğum için mi? Ona gıcık olduğu için mi? Bilemiyorum. Oysa ki, sevdiğimiz bir hocamızdı. Onun üzerine babamın tayini de Kastamonu’ya çıkınca, hem yaz tatilini İstanbul'da geçirmek hem de teyzem beni çalıştırır düşüncesiyle ilk defa o zaman gittim. Eniştem ile esas tanışmam budur. Mahallede Deli Melahat ve kızlarından başka tanıdıklarınız var mıydı? Muhittin Tancı vardı. Mülkiye'de birlikteydik. Sonradan Danıştay Genel Sekreteri oldu. Vefat etti. Turan Ülker vardı. Ziraat Bankası'nda Başak Sigorta Genel müdürü oldu, sonra Ticaret Bakanlığı müfettişi oldu. İki yıl öncesine kadar hiç kopmadık. İkimiz de Fenerbahçeliydik. Ben Bağ-Kur Genel Müdürü olunca her ikisini de göreve aldım. Emekli olmuşlardı. Faydam olsun istedim ama onlar da çırpındı. Turan Ülker iki sene evvel vefat etti. Hem de nasıl, biliyor musunuz? MR cihazında cereyan çarptı maalesef. Tokat'ta ilgi duyduğunuz bir kız oldu mu? Deli Melahat'in kızları çok güzeldi. İki kızına da mı aşıktınız? Çocuk aklıyla bir hayranlık ve sevgi vardı. Öyle bir aşktı. Toz kondurmuyorduk. Bazen anneleri dövmeye kalkardı. “Melahat Teyze yapma" der yanlarına koşardım, onları kurtarırdım. Birsen ve Birben. Bir tanesi çirkindi. Onu hatırlamıyorum. Diyarbakır'daki aşkımın adı da Birsen'di. Tesadüf. Bundan başka... Şehrin biraz dışında kalan okulumuzun yanında birtakım dükkânlar yapmışlardı. Bir tanesi de berber. O berber dükkânına Âşık Veysel zaman zaman geliyor, hem tıraşını oluyor, hem sazıni çalıyordu. Biz o gün Âşık Veysel'in geldiğini öğreniyoruz, yemek aralarında o berber dükkânına koşuyoruz. Haber alıp çıkabilen bazen yirmi, bazen otuz öğrenciydik. Dükkânın dışından içeriyi, "Veysel Dayı"yı dinliyoruz, alkışlıyoruz. Berberin de işine geliyor tabii. O berbere gitmeye başlamıştık. Ne zaman geliyor diye sorup öğrenirdik. O zamanlar oralarda ziyaret ettiği bir köy varmış. Aşık Veysel'i bu kadar yakından görüp dinleyebildiğiniz için çok şanslısınız. Hem de defalarca... Yürekten alkışlayarak... Hakikaten öyle güzel şiirleri vardı ki... Olacak iş değil, düşünsenize. Biz o türküleri kendiliğimizden ezberlerdik. İki gözü kör bir adamın saz çalarak türkü okuması beni çok etkilemişti. Sonradan Kastamonu'da saza merak saldım ama beceremedim. Vazgeçtim. Peki öğretmenler? Aşık Veysel'i hiç okula davet etmiyorlar mıydı? Okul yönetimi onu lise kısmına davet etmişti. Orasını Yekta bilir. Tokat'ta okul ile ev arası mesafe çok demiştiniz. Nasıl gidip geliyordunuz? Yürüyerek. Mahalleden arkadaşlarla buluşup yürürdük. Zaman zaman babam, bazen annemle birlikte. Otobüse binmek, bilmem ne yoktu tabi... O dönem Tokat'ta insanların giyimi kuşamı nasıldı? Diyarbakır'da şalvar çoktu mesela. Ama Tokat'ta köylülerde bile şalvar yoktu. Yalnız, kadınlar basma giyerdi ve örtülü olurlardı genelde. Fakat memurlar gayet rahattı. Yadırgayan olmazdı. Hafta sonlarınızı nasıl değerlendirirdiniz? Ali Sabri Kitabevi ve Sineması vardı. Ayrıca bir de yazlık sinema vardı başkasının. Başka yoktu. Ben o kitabevine gider, kitapları karıştırırdım. Kahramanlık kitapları... Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun kitapları en çok. Sonradan Kozanoğlu'na mektup yazdım. Resim göndermesini istedim. Bana kocaman bir resmini göndermişti. Sinemada izlediğiniz filmleri hatırlıyor musunuz? Özellikle hatırladığım yok. O zamanın Türk filmleri... Annem kadınlar gününde götürürdü beni. Okul da götürürdü. Bu arada da, ilk defa daha küçükken, Bayburt'tayken sinemaya gitmiştim. Ablamın okuluyla gitmiştik. Ekranda denizleri, dalgaları görünce hepimiz korkup birbirimize sarılmıştık. O zaman daha Atsiz eniştemi ziyarete İstanbul'a gitmemişim. Denizi bilmiyordum. Yine Bayburt'a dair unuttuğum... Tandırlar vardı. Hem ısınırdık, hem lezzetli ekmeğini yerdik. O tandırlar çok hoşumuza giderdi. Hele Profesör Mehmet Kaplan eniştem ve Behice teyzem ziyaretimize geldiklerinde bayılmışlardı. Fotoğraflarını çektiler, resmini yaptılar. Onlar için muazzamdı. Ortaokulda şarkı söyler miydiniz? Marşları çok severdim. Ama sesim kötüydü. Ona rağmen beni koroya alırlardı. Memur çocuğu sahnede görünsün anlayışı vardı. Babanızın Tokat'taki mesai ortamı huzurlu muydu? Sonuçta Tokat'a sürgün durumundan çıkıp gelmiştiniz. Son derece huzurluydu. Orada bir sorun yaşadığını hatırlamıyorum. Annem Evimizin Temel Direğiydi Anneniz mutlu muydu? Annem her yere uyum sağlayan biriydi. Sabırlıydı. Diyarbakır'dan da, Tokat'tan da, Kastamonu'dan da memnundu. Konu komşuya da kendini çok sevdirirdi. O devirde okumuş ve okuma alışkanlığı olan bir kadındı. Meşhur tamburî Lâika Karabey vardı, bilir misiniz? Annemin halasıdır. İstanbul'da Bedriye teyzeme ut dersi vermiş, annem de ondan görüp öğrenmiş. Annem ut çalardı. Ben bebekken Davutlar'da bile çalarmış. Duvarda udu hep asılıydı. Usta bir çalışı yoktu tabii ama çalmasını istediğimizde çalardı. Babanız eşlik eder miydi? Dinleyerek eşlik ederdi. Yalnız, bu her ailede görülen bir şey değil. Değil... Esasen annem evimizin temel direğiydi. Ama bunu hissettirmezdi. Yani ilginç bir şekilde babamın ikinci planda kalma durumunu önlemek için çaba sarf ederdi. “Babanız yapar, babanıza sorun, babanız bilir," derdi mesela... Aslında kendisi biliyordu... Kendisi çok iyi biliyordu. Lisede bile hemen her şeyi anneme sorardım ben, babama değil. Her şeyi bilirdi.
456 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.