Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

ÜNAL YALTIRIK Diyarbakır'da İlkokul 8 yaşında herhalde Diyarbakır'a geliyorsunuz, 1940-41 arası... Kabaca 8-12 yaş arasında Diyarbakır'dasınız diyebilir miyiz? Evet. İlkokula orada başladığım için o hesaba geliyor. 8 yaşında ilkokula Diyarbakır'da başladım. Diyarbakır'daki evinizi hatırlıyor musunuz? Nasıl bir evdi? Sur içinde miydi yoksa dışında mıydı? Hayır, oranın eşrafı vardı. Faik Göksu, Göksular... Diyarbakır’ın meşhur eşrafı... Kocaman bir ev, bir avlu, avlunun içerisinde bir havuz, etrafında bir tane hamam, iki katlı bir ev. Öbür tarafta solda iki katlı bir ev daha. Bir de bize kiraya verdikleri, yani kendi oturmadıkları iki katlı bir ev daha. Üç tane ev iç içe girmiş, etrafı çevrili, bir tane ahırı olan bir ev. Hamam dediğiniz... Kurnalı murnalı hamam yapmışlar. Evvela onlar yıkanıyorlardı. Sonra hamamı temizliyorlardı. Sonra bize devrediyorlardı. Onların bir çalışan kızları falan vardı, onlar giriyorlardı. Yani çok temiz baktıkları bir şey. Şehrin içi sayılırdı. Orada, biliyorsunuz Urfa Kapısı, Mardin Kapısı falan vardı. Jandarma karakolunun olduğu, hemen onun bitişiği gibi bir yerde... Giderken yollar çakır çukur, berbat. Ne asfalt var, tabii o zamanlar, ne bilmem ne var. Geceleri hele, bir yere gittiğimiz zaman ayağımızı akrep sokacak diye zıplaya zıplaya karanlıkta gezdiğimiz bir yer. Çok korkar mıydınız akşamları? Akrepten çok korkardım. Akrepten ve yılandan... Akrepten korkma sebebimiz de şuydu: Rahmetli babam her akşam biz uyuduktan sonra saat bire ikiye kadar akrep toplardı. Nereden toplardı biliyor musunuz? Karyolaların ayağından... O karyolanın ayakları suyun içerisinde, kaplarda dururdu. Akrep geldiği zaman suda boğulurdu. Babam da onları maşayla, kürekle biriktirirdi. Sabahleyin bizim ilk işimiz terliklerimizi silkelemek olurdu, arkasından da babam akşam kaç boğumlu kaç tane akrep yakalamış onu sayardık. Çok lüks bir hayatınız yoktu yani... Evet. Babam da bir kahraman gibi, işte; siyah akrep, sarı akrep, şu kadar boğumlu akrep diye övünürdü bize. Ama, bizim en büyük sıkıntımız.... Diyarbakır'da herkes damda yatardı. Ve biz kapali odada kepenkler ve pencereler kapalı, Diyarbakır sıcağında, cibinlik içerisinde yatardık. Sebebi de şu: Orada şark çıbanı vardı. Hem ondan hem de işte bu muzır şeylerden korunmak için... Zaten Diyarbakır’a girerken babama anneme tembih etmişler. Demişler ki, Diyarbakır'da tren gara girerken pencerenin oradan bir yerinizi kaşıyın. Çıkmasın çıban. Herkes kalçasını kaşırmış Diyarbakır'a girerken ama herkeste de çıban vardı. Biz altı nüfustuk. Hiçbirimizde çıban çıkmadı. Orada çıbanla meşgul olan bir doktor vardı. Amcam da orada doktordu. Ama o doktor Kamil Tayşi, meşhur bir doktordur ve ömrünü çıbanla mücadeleye vermiştir. Diyarbakır'daki insanlara baktığınız zaman mor mor bütün yüzlerinde, her taraflarında çıban vardı. Babamla beraber Karacadağ'a giderlerdi. Köylüler üzerinde araştırma yaparlardı, iğne yaparlardı. Numune mi topluyorlardı? Hayır, köylüler üzerinde inceleme yapıyorlardı. Yani kobay diye kullanıyorlardı açıkçası o köylüleri. Babam da ziraat dolayısıyla, iş için gittiğinde beraber gider gelirlerdi. Fakat o ilaç kesin olarak çıbanı Diyarbakır'da bitirdi. Hatta bütün o bölgede... Okuldan bahsedelim mi biraz... Hangi okul, hangi ilkokul Diyarbakır'da? Diyarbakır'da amcamın iki kızı vardı. Emel ve Gönül. Üçümüz aynı sınıfta, birinci sınıfa başladık, Ziya Gökalp İlkokulu’nda. Ziya Gökalp, oranın en güzel, en modern okuluydu. Ekabirden kimseleri verirlerdi oraya. Hatırı gönülü olanların çocukları oraya giderdi. Ömer Öner diye bir başöğretmeni vardı. Sonra, yıllar sonra, ben Gümrük ve Tekel Bakanlığı müfettişi iken bir müfettiş arkadaş onun damadı çıktı. Kaç sene sonra... Eniştem Nihal Atsız Yüzünden Evimizde Arama Diyarbakır'da Ziya Gökalp İlkokulu'nda dört sene okudum. Dört sene sonra eniştem; ortanca teyzem Bedriye teyzemin kocası Nihâl Atsız dolayısıyla ayrıldım... Avni Doğan umumi vali... O zamanlar umumi valilikler vardı. 8-10 tane valilinin başında bir umumi vali olurdu. Diyarbakır'daki Avni Doğan. Oğlu var. Kemik veremi... Amcam çok iyi bir doktor. Nazlı da bir doktor. Avni Doğan'ın oğlunu iyileştirmeye çalışıyor. Ve çok iyi ahbap olmuşlar. Geceleri de poker oynuyorlar vali konağında, bazı arkadaşlarla beraber. Bir gün umumi vali çekiyor kenara amcamı, diyor ki: "Ankara'dan haber geldi. Evinde arama yapılacak. Ben bir gün geciktiririm polisleri. Sen erkenden git, polisler gelene kadar Atsız'la ilgili resim, yazı, mektup vesaire ne varsa hepsini imha etsinler. Durum hiç iyi değil. Herhalde tevkif etmeyi düşünüyorlar bacanağını." Sene 1944 tabii... 44 hadiseleri... Eniştem zaten içeride. Peki siz ne yaptınız? Apar topar, ağlaşarak yaktık... Eniştem çok güzel mektuplar yazardı. Her mektuba da karikatür yapardı. Mesela, eniştem hapse girmeden evvel, sofra hazırlanmış, balıklar kızartılmış, biz hepimiz - ben, daha ufağım, evin büyükleri, hepsi- radyo başında İkinci Dünya Savaşı'nda olup bitenleri dinlerken, üçüncü kardeşimiz, erkek kardeşimiz sofraya oturmuş, ne kadar balık varsa hepsini yemiş. Haberlerden sonra hepimiz bir baktık ki, ortada balık malık kalmamış. Çok gülmüştük. Eniştem hep mektuplarına tabakta balık resmi yapardı... Onları falan hepsini yaktık... Taştı, yerler taştı. Ev sahiplerinin de öğrenmesini istemiyoruz. Polisler gelecek, bilmem ne yapacaklar, ne söyleyeceğiz diye düşünüyorlar o zaman. Yaktık... Yani; şakır şakır yaktık, bütün onlar yakıldı. Mektuplarını da mı yaktınız? Hepsini, ne var ne yoksa. Çok şeyi vardı eniştemin. Eniştem mektup yazmayı severdi. Üstelik dediğim gibi hep karikatürle bir şey yapardı, ilaveler yapardı. Ertesi gün hakikaten polisler geldi. Sekiz on polis. Annem ağlar, babam sinirli... Amcam... Amcam da bulundu. Onu teskin etmeye çalışır. Babam sinirli, amcam sakin. Geldiler, aramadık yer bırakmadılar, her tarafı aradılar. Ondan sonra bir zabıt tuttular. Tabii ben bunları anlatırken o gün gördüklerime göre söylemiyorum. Ben o zamanlar çok küçüğüm. Bilemiyorum, zabıt nedir bilmiyorum. Ama anlatılanlar oluyor tabii sonradan. Konu komşuya anlatıyoruz... Ve hiç unutmuyorum. Yüklükler vardı bir de orada... Fazla yorganlar, yataklar falan... Onların içerisine kedi girmiş, yavrulamış. Polis de orayı, perdeyi bir açıyor ki, üç tane yavru. Ve kedi neredeyse üstlerine fırlayacak, yavrularını korumak için. Ondan kaçıştılar. Tabii gülüşmeler oldu. Sonra zabıt tutmuşlar. Hiçbir şey, en ufak bir şey bulunmadı, diye. Ama vali demiş ki, “İşine son verecekler Atsız'ın bacanağının. Haberin olsun." Hakikaten hemen ertesi günü telgrafla açığa almışlar babamı. Soruşturma devam ediyor, diye. Öyle bir maceramız oldu. Sonra tabii ev sahiplerimiz vardı. Ev sahibimiz, çocukları üniversitede okuyan münevver bir hanımdı. Çok itibarlı bir hanımdı. Halleri vakitleri çok yerindeydi. Kızlarının bir kısmı Diyarbakır dışında, Mardin'deydi. Bir kızı lise okuyordu. Liseyi bitirdikten sonra Irak'ta bir zenginle evlenmiş, oraya yerleşmiş. Sonra Sabite Abla vardı, kızların en büyüğü. Sabite Abla beni çok severdi. Ben ekibin akıllı çocuğuydum. Ben Bağ-Kur Genel Müdürü iken ziyaretime geldi. Boşanmış, ikinci evliliğini yapmıştı. Oğlu olmuş, oğlunun ismini Ünal koymuş. Sizi çok sevdiği için... Evet, çok sevdiği için. Bir gün baktım ki, sekreter geldi, “Efendim, Sabite Ablanız geldi, sizinle görüşmek istiyor." demesin mi... Almış çocuğu, gelmiş el öptürmeye. Çocuk da büyümüş tabii. Epey büyümüştü. Çok hoşuma gitti tabii. Çocuğa görev verdik bir süre sonra. Bağ-Kur'da görev verdim. O da çok akıllı, çok çalışkan bir çocuk çıktı. Mahcup etmedi beni. Ve Sakarya Müdürlüğüne kadar yükseldi. Oradan emekli olmuş. Babanızın memuriyetinde açıklık durumu ne kadar sürdü? Onu hatırlamıyorum ama o zamanlar, Allah vermesin yani, bir içeri girdin mi kolay kolay kurtulamıyorsun. Ama zannetmiyorum, o kadar çok bir ayrılık olmadı babamla. Ama bir şey bulunmadı tabii? Babanız kovuşturmaya uğramadı... Hayır, babam kovuşturmaya uğramadı. Zaten babam ile eniştem öyle fazla görüşmezlerdi. Yüz yüze görüşme yoktu. Babam Anadolu'da. Biz giderdik tatillerde falan yani... Yoksa eniştemin de öyle kalkıp gelmezdi... Mesela Mehmet Kaplan eniştem ta Bayburt'a bizi ziyarete gelmişti Behice teyzemle beraber. Ama Nihâl eniştemi ziyarete biz giderdik. Okul anılarınıza değinelim mi? Aklınızda hâlâ unutamadığınız bir arkadaşınız var mı? Aşık oldunuz mu? Birsen diye bir kıza aşık oldum beşinci sınıfta. O arada Ziya Gökalp İlkokul'undan beni aldılar. Oranın en külüstür okulu Süleyman Nazif'e verdiler. Son sene, düşün... Peki, neden böyle bir şey yaptılar? Bakın Yağmur Atsız kitabında bu durumu anlatıyor: Nuri eniştem ziraat memuruydu. 1944 hadiseleri sırası henüz memur olarak Diyarbakır'da görev yapıyordu... Ünal [Yaltırık], 6 Temmuz 1933 doğumludur. Benden 6 yaş 3 ay büyük. O sıralar Diyarbakır’ın en gözde eğitim müesseselerinden biri olan Ziya Gökalp İlkokulu’nda devam ediyor... Amcası, yani Nuri eniştemin kardeşi Mehmet Tevfik Baykara ise Diyarbakır’ın en ünlü hekimlerinden biri, dahiliyeci. Öz ve öz kardeş olmalarına rağmen soyadlarının farklı oluşu Soyadı Kanunu'nun azizliklerinden. Babam biraz gururuna düşkün bir adam. İki ağabeyi var. Onlar telgraf çekiyorlar Davutlar'a: “Baykara soyadını aldık, acele sen de al Baykara'yı.” Babam da onlara cevap veriyor. "Ben Yaltırık soyadını aldım, acele alın." diye. Ve gidiyor... Üç kardeşin ikisi Baykara. Hâlâ devam ediyor o aile. Babamınki Yaltırık. Yağmur Atsız, ondan sonra anlatıyor: O yıllarda tek partide umumi müfettişlik falan derken Avni Doğan bir gece Doktor Mehmet Tevfik Bey'i bir kenara çekip kulağına şunları fısıldıyor: “Kardeşin Nuri Yaltırilık Nihâl Atsız'ın bacanağı imiş. Onun için başı adamakıllı dertte. Ankara'dan talimat geldi. Evi aranacak, ayrıca derhal açığa alınacak. Ben arama işini biraz geciktireceğim. Kardeşini uyar, evde Nihâl Atsız'la ilgili mektup, resim, hatıra ne varsa yok etsin. İş ciddi, ona göre." diyor. İşte, eniştem ve teyzem o gece evlerinin bahçesine fotoğraf, mektup, Atsız'ın çocukluk eğlencesi diye yaptığı karikatürler, yazdığı ne varsa ağlaya ağlaya yakıp yok ediyorlar. Böylece ertesi günü evi arayan polisler bir suç unsuruna rastlamıyorlar. Nuri eniştem açığa alınıyor ama iş bununla da bitmiyor. On buçuk yaşındaki Ünal Yaltırık da alıştığı, sevdiği arkadaşlar edindiği Ziya Gökalp İlkokulu'ndan kovuluyor. Zorla Diyarbakır'da en yoksul aile çocuklarının gittiği Süleyman Nazif İlkokulu'na sürülüyor. Dedim ya, bizim ailede İsmet Paşa'ya karşı pek de öyle aman aman bir sempati yoktur. Hakikaten, o olaydan sonra hepimiz, ben de büyüdüğüm zaman dahil olmak üzere İnönü düşmanı kesildik. Hazır politikadan açılmışken... Çocukluğunuzda bu olay yaşanana kadar evde hiç İnönü ile ilgili sohbet geçer miydi? Bir bahsi olur muydu? Zelzelede Erzincan'a gitti. Kazazedeleri teselli etmeye. O zamana kadar öyle başkanlar, başbakanlar bir felaket oldu mu gitmezlerdi. İlk büyük felaket oydu bizim bildiğimiz. Ve İnönü de oraya gitti. Bu evde konuşulurdu. Ondan sonra babamın açığıyla ilgili... Çünkü öyle bir şey ki, kimseye bir şey izah edemiyorsun. Niye açığa alındı bir ziraat memuru? "Bir yolsuzluk, suistimal vardır.” diye düşünebiliyorlar. Herkese bunu izah etmek zor olur. Tabii o izahlar da yüzde yüz doğru olmayabilir o zamanlar, ben hatırlamıyorum ama. // Diyarbakır'da İlkokul Hayatı Arkadaşlarınızda kalmıştık. Evet. Şimdi, Ziya Gökalp İlkokulu'nda amcamın iki kızı ile aynı yaşlardayız. İki kız arasında bir yaş fark var: Emel, Gönül... Bir de Birsen diye güzel bir kız var. O da Diyarbakır'da... Babasi mahallî gazete çıkarıyor. Onlar Diyarbakırlı. Ben de amcamın kızlarının vasıtasıyla onunla epey haşır neşir oluyorum. Galiba o da hoşlanıyordu benimle olmaktan. Oyunlarda, jimnastik derslerinde; efendim, işte sıralarda otururken falan hep beraber olmaya çaba sarf ediyorduk. Aşkımız bu kadardı. Bir el ele tutuşma veya bir ifade... Benim okul numaram 565'ti o zamanlar. Bakın şimdi aklıma geldi... Birsen'in numarasını hatırlıyorum: 262. Tahtaya yazarlardı. 565=262 diye. Arkadaşlar yazarlardı... Ziya Gökalp İlkokulu biraz kalburüstü bir okuldu dediniz. Kaç kişiydi sınıfınız? Okul kalabalık bir okul muydu? Sınıfta 40-45 kişiydik. Biz 4’e kadar beraber okuduk arkadaşlarla. Yani ölüm olmadı arkadaşlar arasında, eksilme olmadı. Sağdan soldan, torpilli kimsenin çocuğu... Hatırlamıyorum geldi mi gelmedi mi.... Ama aşağı yukarı 45 olduğunu çok iyi biliyorum. Çünkü sınıf mümessilliği yapıyordum. Sınıf mümessilliğinde gürültü oluyordu. Gürültü yapanları ikaz ediyordum. İkazımı dinlemeyenlerin de numaralarını yazıyordum. Bana herkes "Niye Birsen'i yazmıyorsun?" falan diye kızardı. Yani 45'ten aşağı düştüğünü pek zannetmiyorum. Öyleyse, o zaman şöyle bir sistem yoktu: 1. sınıf, 2. sınıf, 3. sınıf birlikte ders görürmüş eski dönemde... Öyle bir şey yok muydu sizde? Hayır, hayır... Kat'iyen! Sınıf sınıf hepsi ayrıydı. Peki, okuldaki çocukların giydiği tek tip kıyafet mi vardı? Biz önlük giyerdik mesela. Sizde de öyle var mı? Evet. Örnek kıyafet vardı. Kurşuni önlükler vardı hatırlarsanız eskiden. Genelde herkesin öyleydi yani. Diğer okullardakinin de o kumaştandı. Bir de beyaz yaka vardı. Kolalı beyaz yaka... Ziya Gökalp'te kızlar uzun çoraplar giyerdi, biz de kısa pantolon... O zaman uzun pantolon yoktu. Biz de kısa pantolonun üzerine kısa siyah çorap ve ayakkabı giyerdik. Diğer yerlerde cızlavet vardı. Meşhur cızlavet... Lastik... Ucuz takımından bütün herkes çocuğuna cızlavet giydirirdi. Ama Ziya Gökalp'te biz ayakkabı giyerdik. Oraya uyalım diye. Pantolon niye yoktu? Uzun pantolon pek yoktu o zamanlar, bilmem. Hep kısa pantolon... Yani diz kapağımıza kadar pantolon giyerdik. Peki kız öğrenciler ne giyerdi? Kız öğrenciler önlük giyerlerdi. Etek gibi bir şey mi oluyor? Yani önlük giyerlerdi. Onların da arkadan galiba düğmeleri vardı. Arkadan düğmeleniyordu. Onlar da beyaz yakaları takarlardı. Temizliğe çok riayet edilen bir okuldu. Çok iyi de bir başöğretmen vardı. Hepimizle ilgilenirdi. Öğretmenleri çok iyiydi. Bir Ömer Hoca vardı. Onu çok severdik. Evden okula nasıl gidiyordunuz? Kendiniz mi gidiyordunuz okuldan eve? Amcamın evi çok yakındı okula. Bizim ev oldukça uzaktı. Sabahları ya babam götürürdü bizi, yahut annem. Annem götürdüğünde orada yengemle beraber sohbet de ederlerdi. Yani onlar getirirlerdi, yalnız gitmezdik. Belki son sınıflarda kendimiz gidiyorduk, 3'te 4'te falan. Binecek bir araç yoktu herhalde, yürüyerek gidiyordunuz değil mi? Yürüyerek, tabii tabii. Araç hiç yoktu. Yani amcam çok iyiydi, doktordu, zengindi... Onun bile aracı yoktu. Yalnız; orada bir yarbay, Sabri Bey vardı. Onun da oğlu Yaşar Atan... O da bizim sınıftaydı. Aile dostuyduk. Onun motosikleti vardı. O bazen oğlunu onunla gönderirken... Bize de uzanır, bizi de alır, bıraktırırdı bir ere. Peki Ziya Gökalp'te durumu mütevazı seviyede olan veya yoksul ailelerden kimse yok muydu? Valla hatırlamıyorum. Süleyman Nazif'te çok vardı. Ondan sonra oradan da arkadaşlarım oldu benim. Süleyman Nazif son derece biçimsiz bir yerde, çamur deryası içerisinde bir okuldu. Hemen oraya gider gitmez -nasıl oldu onu bilmiyorum- beni kooperatif başkanı yaptı öğretmen. Yani bir kooperatif vardı. İşte, kalem, defter, silgi falan satılırdı. On paralar vardı o zaman, on paralar... Yüz paralar, on paralar vardı…... Orada en iyi arkadaşım Dodanlı'ydı. Cahit Dodanlı... Sonradan iyi bir iş adamı oldu. Vefat etti, Allah rahmet eylesin. Yıllar sonra Dodanlı geldi, beni buldu. Ben o zamanlar boştaydım. Vural Arıkan Maliye Bakanıydı, benim çok samimi arkadaşım mektepten. Benden iki sene önce mezun olan... Bütün günümüzü beraber geçirirdik. Sonra o Maliye Bakanı olunca benim ismimi duymuş... Cahit'in sıkıntıları varmış. Best sigaralarını çıkarıyor Bitlis'te. Çok kıymetli tütünleri var. Padişahlar falan oradan tütün alıp yetiştirip içerlermiş. Fakat İngilizlerle birlikte Best sigarasını ortak çıkarmaya başlamışız biz. Ama problemler var. Bir türlü halledemiyorlar. Onun üzerine demiş ki: "Ya Ünal bizim Maliye Bakanının çok yakın arkadaşı." Karar almışlar, bana genel müdürlük teklif ettiler. Başlangıçta “Sıkıntımız falan var" demiyorlar. Genel müdürlük ve yönetim kurulu başkanı olarak beni Best Anonim Şirketi'ne dahil ettiler. İyi de bir Ücret verdiler. Sonra yavaş yavaş biz Bitlis'te fabrikayı kurduk. Özal başbakan. Açılışa muazzam bir kafileyle geliyor. Ben de o kafiledeyim. Arka arabalarda... Oranın avukatlarından birkaç kişi baktım, kahvede yanıma geldiler. Dediler ki; “Sen Nihâl Atsız'ın yeğeniymişsin. Burada öyle Nihâl Atsız falan geçmez. Açılışta sen konuşmayacaksın...” Yahu yönetim kurulu üyeleri de Bitlisli. Onlar da beni tutuyorlar. Fakat fazla konuşamıyorlar. Çünkü tehdit var. Ben de "Bir genel müdür açılışta nasıl konuşmaz!" diyorum. "Konuşmayacaksın! İşte o kadar!" Beni konuşturmuyorlar yani. Söyleyemiyorum da kimseye. Vural'a da ulaşamıyorum, Başbakanın yanında. Ondan sonra baktım olacak gibi değil. Bir ara Vural tuvalete gitti galiba. "Ağabey," dedim, "Bunlar beni konuşturmuyorlar. Zaten benim konuşmamın gereği yok. Sen bakansın, sen konuşsana." dedim. Özal konuştuktan sonra o konuştu. Böylelikle ben de konuşmamış oldum. Ama; bir genel müdür olarak beni konuşturmadılar. Düşmanlıktan. Bu dediğim o kadar uzakta değil. 80'lerde... Sonra baktım bana fazla müdahale ediyorlar... Ayrılacağımı söyledim. Ayrılmadan evvel de tazminat anlaşmamız vardı. Vural Bey öyle yaptırtmıştı bana. O anlaşmayı yapmadan evvel, böyle böyle böyle yap diye notlar vermişti bana. İyi ki de yaptırtmışım. Tazminat verdiler. Orada son derece de başarılıydık biz. Mesela Bitlis Belediye Reisi vardı. Çok mutluydu fabrika yapılacak diye. Şirketin İstanbul Şişli'de genel müdürlük binası vardı. Oradan ayrıldım. Dodanlı, patronunuz ve arkadaşınız... Kürt müydü? Valla o da... %99'u Kürt'tü onların... O çok uğraştı... Çok kişiyle kötü oldu. Benim kendisinin ilkokuldan arkadaşı olduğumu falan Bitlislilere anlatamadı. O zaman işte bu fabrika dolayısıyla Altamur Kılıç İngilizleri ve Dodanlı'yı bulmuştu. İkisi arasında o rolü oynuyordu. Onu da ben İngilizlerle bizim aleyhimize çok konuşuyorlar diye bir gün dövmek için kovaladım genel müdürlükte... Allah rahmet eylesin. Sonra ölmeden evvel de bizde yazı yazmaya başladı. Ondan sonra... Altemur Kılıç'a sen ne biçim şeysin; işte falan filan... Çocuklar alay ediyorlardı Altemur Kılıç'la. Altemur Kılıç kendi saçını kesmiş, bir cam kavanozun içerisine koymuş, "Bu Atatürk'ün saçı?" diyor. Bitlisliler de kabul etmiyor, alay ediyorlar. Bitlislilerle arası iyiydi onun. Sonra... Bir gün Cahit Dodanlı dedi ki: “Bak bunun yalan söylediğini nasıl ispat edeceğim." Kendisi saçlarını kesti. Beyaz saçları... Onun içine koydu. Oradaki saçları da aldı. Anlattılar kendisine, inanmadı. Altemur Kılıç... Tip bir adamdı, Allah rahmet eylesin. O benden memnundu. Çünkü ben varken ona iş düşmüyordu. Aksi takdirde bütün iş onun üzerindeydi. Onun ve karısının... Karısı Bitlislilerle çok ahbap olmuştu. Epey sözünü dinliyorlardı karısının. O da uğraşıyordu kadıncağız, epey uğraşıyordu. Diyarbakır'a dair başka ne var aklınızda? Mesela mahalleden çocukluk arkadaşınız var mıydı? Hayır, hayır. Mahallede sokağa çıkmamız mümkün değil, bırakmazlardı. Yani evden bırakmazlardı. Okulda arkadaşlarım vardı. Sokak güvenli değil miydi? Değildi. Şöyle güvenli değildi yalnız; öyle sağ sol meselesi degil. Öyle bir şeyler yoktu. Bakkala gönderirdi annemiz yoğurt al diye, değil mi... Biz yoğurt almaya giderken orada Diyarbakırlı çocuklar yılanı elleriyle tutup üstümüze doğru gönderiyorlardı kuyruklarından tutup da. Yani korkuyorduk yılandan. Yılanlarla falan korkutuyorlardı bizi. Şimdi anlıyorum, şey vardı biraz. Hani... Kürtlük... Biz de yavaş yavaş Kürtçeyi öğrenmeye başlamıştık. "Hudeybide" diyorduk dilencilere. Allah versin... "Tünne” diyorduk, "yok" mesela. Yavaş yavaş biz de öğrenmeye başlamıştık. Kolay değil, altı sene kaldık Diyarbakır'da. Yani, Kürt olmadığınız için size karşı bir önyargı mı vardı orada? Onu da diyemeyeceğim... Yılanları böyle atarlardı. Yılan... Yani siz korkmaz mısınız? Yılan atarlardı... Bir de gittiğimiz yerlerde eşek arısı yuvalarını... Beklerlerdi biz çıkalım diye. Tam gelirken oraya taş atarlar. Ve o arılar kızışır, bizi sokardı. Onlar için böyle sıradan bir eğlence miydi insanları korkutmak? Eğlenceydi, evet. Biraz da kıskançlık vardı işte... Memur çocuklarına karşı... Ailelerde, büyüklerde saygı vardı. Mesela dediğim gibi ev sahibimizde olsun, çocuklarında olsun, müthiş saygı vardı.Çok sayarlardı babamı, annemi. Ama sokak çocukları tabir ettiğimiz çocuklar böyleydi. Sokakta oynayan çocuklar sataşmaktan zevk alırlardı. Yoksa Türk'sünüz falan diye öyle bir şey hiç hatırlamıyorum. Böyle bir şey olmuyordu yani. Ama şöyle bir şey oluyordu: Bizim okulda, her sabah İstiklal Marşı söyletirdi başöğretmen. Sonra sonra anlıyorum, kızı da damadı da beni tasdik etmişlerdi, çok milliyetçi bir başöğretmendi. Atatürk’ün resimleri hep merdiven başlarında, duvarlarda vardı. Ve dediğim gibi, “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım..."ı söylemeden sınıflara girmezdik. Süleyman Nazif'te bu yoktu. Son sınıfı Süleyman Nazif'te okudum. Yoktu... Öğretmenimiz çok iyiydi. Mesela öğretmenimiz bir gün beni ve arkadaşımı çağırdı yanına. Dedi ki: "Galiba ben evde ütüyü prizde unuttum. Kimseyi gönderemiyorum, alın anahtarı, eve gidin, bakın bakalım prizde mi değil mi...” Biz tabii çok memnunuz... Gittik ama priz ne, yani ütü ne bilmiyoruz ki! O zamanlar elektrikli ütü yok. Pek az kişide var. Mesela öğretmen nereden bulmuşsa bulmuş. Kömür ütüleri vardı. Gittik, geldik, etrafa bir baktık; elektrik falan tel sarkıyor. "Geldik hocam, unutmamışsınız." dedik. Orada hoca biraz iltimas yapıyordu bize. Sonra dediğim gibi mahalle çocukları çoktu. İşte top oynarlardı sokakta falan. Okumazlardı. Daha çok akrep toplarlardı bunlar gece. Böyle konserve kutuları vardı. Boşalmış konserve kutularının iki tarafından ağzını yukarıdan delerler, oraya bir tel geçirir sap yaparlardı. Ve geceleri ahırlara gelirler. Her evde ahır vardı aşağı yukarı. Yalın ayak, çıplak, afsunluydular. "Afsunluyuz, bizi akrep sokmaz." derlerdi ve hakikaten sokmuyordu. Gelirler maşayla, bir bir toplarlardı. Yüz paraydı boğumu. Götürürler, Hıfzıssıhha'ya giderdi oradan. Halde birikirdi torbalar içerisinde. Mesela sebze almaya gittiğinizde Diyarbakır'a, hale, orada sebzeleri önünde beyaz torbalar içerisinde kıpır kıpır yılanlar kıpırdarlardı siz alışveriş yaparken. Sonra oradan... O manavlar biriktirirler, nasıl götürürlerse, gönderirlerse Hıfzıssıhha'ya gönderirlerdi. İlaç yapımı için mi? İlaç yapımı için, evet. Şimdi o Hıfzıssıhha da kapandı, biliyorsunuz. Bunlar Hıfzıssıhha'yı da kapattılar. Süleyman Nazifte kız öğrencilerin oranı nasıldı? Azdı, hatırlamıyorum bile. Yani birkaç hırkalı kız vardı. Önlüğünün üstüne hırka giyen.... Peki okulda şimdi öğretmeniniz var, bayan bir öğretmendi galiba. Yani kadın öğretmen 1940'lı yıllarda Diyarbakır'da görev yapıyordu... Hem de nasıl! Kaç tane! Ziya Gökalp'te aşağı yukarı bütün sınıfların hocalarının yarısından fazlası kadındı. Peki Diyarbakır'da kadınların toplumsal yaşamda bulunması nasıldı? Annem, yengem; mantar topuklu, İstanbul'da o ayakkabı çıkınca, Diyarbakır'da o ayakkabıyı alabiliyorlar ve giyebiliyorlardı. Tayyör giyebiliyorlardı. Ve ikisi, üçü... Caddede yürüyebiliyorlardı. Diyarbakır'da... Peki, Diyarbakırlı kadınlar ne giyiyorlardı? Mesela örtülü müydüler? Modern kıyafetleri mi vardı? Hiç hatırlıyor musunuz? Başörtüler vardı…... Uzun... Kalın kumaştan... Halktan olanların şalvarları vardı. Ama memur kadınlarına karşı bir şeyleri yoktu. Bilakis, yakınlık gösterirlerdi. Yani biz hiçbir zaman orada bir düşmanlık hissetmedik, bu yılan hikâyelerini saymazsak. Onun da düşmanlıktan yapıldığını sanmıyorum. Çünkü bu sûalleri eniştem de sormuştu. Ve memnûn olmuştu. Mesela Atatürk Köşkü vardı orada. Atatürk Köşkü çok ziyaret edilen, gidilip çay içilen bir yerdi. Gündüzleri halk gider, otururdu orada. Ama sonuçta şunu da söylediniz: Süleyman Nazif'te İstiklal Marşı okunmuyordu. Onu pek kesin olarak söylemeyeyim. Hatırlamıyorum yani. Bir sene... Okunmuyordu herhalde. Yani okunsa hatırlardım. Hatırlardım... Doğru söylüyorsunuz. Peki, ilkokulda çocuklar öğretmenleri ile Türkçe mi konuşuyorlardı, Kürtçe mi? Süleyman Nazif'te hem Türkçe hem Kürtçe. Öğretmenler kendi aralarında? Türkçe. Peki mesela diyelim ki çocuk öğretmene bir soru soracak ve Türkçe değil de Kürtçe sordu. Hiç böyle bir şey hatırlıyor musunuz? Hayır, hatırlamıyorum. Kendi aralarında Kürtçe konuşurlardı. Bizlerle Türkçe konuşurlardı. Kendi aralarında da işte öylesine... Ama siz Kürtçe bilmiyorsunuz. Bir iki kelime biliyorsunuz veya. Ama yanınızdaki Kürt öğrenciler kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlar ve siz dolayısıyla anlayamıyorsunuz. Belki sizin hakkınızda konuşuyorlar, belki başka bir şey. Ne hissederdiniz, hiç hatırlıyor musunuz? Arada sırada “Ne diyor, ne diyor?" derdik. Yani söylerdik... Ama bizimle ilgili konuşmalar olmazdı onlar. Yani mesela bir kız için konuşulur, bilmem ne konuşulur falan... Yani ne bileyim; işte bir kavga edilir... Muazzam kavga edilirdi Süleyman Nazif'te. Birbirleriyle kavga ederlerdi. Siz hiç kavga etmez miydiniz? Bizim Ziya Gökalp'te kavga diye hiçbir şeyimiz yoktu, kavga diye bir şey yoktu. Bizimle de hiç kavga etmediler Süleyman Nazif'te. Yani; böyle ne bileyim, bir omuz atmalar falan olurdu ama... Hatırladığıma göre öyle kasten mi değil mi, onu da bilemezdik. O zaman okulla ilgili şöyle bir anınız yok: Dayak yediniz ve eve geldiniz... Hayır. Bizde Ziya Gökalp terbiyesi 4 sene hakim olduğu için öyle bir şey olmuyordu. Yani; Ziya Gökalp'te öğretmen, başöğretmen, amcam, babam... İşte valisi... Memur çocukları evden tembihliydi, öğretmene karşı terbiyeli olacaksın, şunu bunu yapmayacaksın diye... Böyle yetiştik 4 sene. Süleyman Nazif'te bunun tersi olamazdı. Zaten, şöyle söyleyeyim; orada böyle bir şey olsa eşek sudan gelinceye kadar dayak yerdin. Çünkü yaşları büyüktü oradaki çocukların. Geç gitmişler okula. Öyle bir sıkıntılı devremiz olmadı. Ama tabii üzüntülüydüm, Ziya Gökalp'ten gelen çocuk olarak. Diyarbakır'daki bu son yılınız çocuk olarak sizin, ve tabii aile olarak tenzili rütbeye uğradığınız bir yıl. Aile içinde huzursuzluk oldu mu? Yani moraller bozuldu mu? Yoksa neşenizi korumaya mı çalıştınız? Evin havası nasıldı? Biz tabii çok çok üzüldük. Ev aramasına maruz kalmak, polislerin eve gelmesi, babamın açığa alınması... Dört tane çocuk. Annem bir de... Bereket versin ev sahiplerimiz, Kürttü onlar, aslen Kürtlerdi, bununla birlikte fevkalade yakınlık ve dostluk gösteriyorlardı. Teselli ediyorlardı. Hiç yalnız bırakmıyorlardı. Annenizi mesela bu olay üzerine ağlarken gördünüz mü? Çok. Çok... Her gece. Yani Diyarbakır'ı terk edinceye kadar... Her gece... Teyzemi soramıyor. Düşünün, eniştem İstanbul'da, içeride. Bir şey yapamıyorlar, telefon görüşmesi olmuyor. Kocasına böyle etraf ne diyecek? Bir de tabii, şöyle bir şey vardı; annem pencerenin kenarında oturur, pirinç ayıklarken, sokağın karşısında aynı hizadaki evin damında bir çocuk çatal lastik atıyor. Bilirsiniz çatal lastiği... Sapan diyorsunuz, değil mi? Lastikli sapan. Atıyor. Cama geliyor. Annemin kolundan kan fışkırıyor. Ev sahipleri ne yapacaklarını şaşırmışlar. Biz çocuğuz, bizim bir şey yapacak halimiz yok. Annemizin halini görüyoruz ama... Ölecek mi, diye ağlıyoruz. Onlar hastaneye götürdüler. Hastanede amcama haber verdiler. Dikiş yaptılar. Ve kurtardılar yani annemi. 90 yaşına kadar yaşadı. 89 yaşına kadar... Yani çok dost oldular. Dediğim gibi... Sabite ablanın gelişi, annemle konuşması, hep gelenle gidenle haber göndermeleri... Hiç bırakmadılar yani, o kadar yakınlık gösterdiler. Evde radyo mu vardı? Haber dinleniyordu gibi bir şeyden bahsetmiştiniz. Teyzemlerin... Eniştemlerin evinde radyo vardı. Haber zamanı eniştem aşağı inerdi. Onun çalışma odası yukarıdaydı. Teyzem, annem falan holdeydi. Yani sokak kapısından içeriye girerken bir hol vardı, radyo oradaydı. Küçücük bir yerde yani. Ve İkinci Cihan Harbi'nin haberlerini dinlerlerdi. Evde lamba var mıydı bugünkü gibi? Elektrik vardı. Ama o kadar sönüktü ki, geceleri göz gözü görmezdi. Ve akşamları da elektrikler erkenden kapanırdı. Gece sabaha kadar elektrikler yanmazdı. Sokaklarda göz gözü görmezdi. O sokaklarda çok zayıf lambalar kullanılırdı. Yani, çok az bir elektrik sarfiyatı olurdu. Diyarbakır'dan ayrılışınız nasıl oldu? Yani, babanızın tayini, annenizin tayini mi çıktı? Babanız kendi mi tayin istedi? Alt sene kaldığı için... Mesela, Siverek'te dokuz ay kaldılar. Siverek'e mi geçtiniz? Evet, Siverek'e geçtik Diyarbakır'dan sonra. Amcamın yanında okudum. Amcamın kızları Amerikan Koleji'ne gitti. Onlar ilkokulu bitirince oraya gittiler. Mükemmel Ingilizce öğrendiler falan. Yengem de onlarla gitti. Onları boş bırakmadı. Amcam beni yanına aldı. Orada birkaç ay ortaokula gidip geldim ama... Diyarbakır'daki ortaokul felaketti. Anne babanız Siverek'e gitti, siz amcanızın yanında mı kaldınız? Amcamın yanında kaldım, evet. Hangi ortaokul? Adını hatırlıyor musunuz? Diyarbakır Ortaokulu. Ondan sonra babama falan anlattım, sızlandım; ben memnun değildim hiç orada. Onun üzerine babam dedi ki: "Ben tayinimi istedim. Okuma."Netice gelinceye kadar beni de Siverek'e aldılar. Aşağı yukarı dokuz ay okumadım ortaokulu. Sonra Tokat... 1946'da herhalde Tokat'a gidiyorsunuz, öyle mi? 1946, evet. Diyarbakır Ortaokulu berbattı dediniz. Sataşmaya mı başladılar size okulda? Yok, öyle değil, bizimle uğraşarak değil. Herkes birbiriyle kavgalı; herkes birbiriyle bağırtılı çağırtılı, disiplin yok. Gözüm tutmadı hiç onların o halini. Sevecen insanlar değillerdi. Ne bileyim... Sanki 30 yaşındaki adamla 15 yaşındaki çocuk aynı yerde okuyorlar gibiydi. Öyle bir şey içerisindeydi. Yapamazdım. Babam da onun üzerine dedi ki: "Nasılsa tayinim çıkacak benim..." Haber de almış babam. Ziraat'ta arkadaşı vardı, Ankara'da. "Seni iyi bir yere vereceğiz." demiş. Ben de orada ablam gibi evde oturdum. Oradaki çocuklar da tam kavgacı. Mahalle kavgaları çıktı. O sapanlar... Onların uzun sapanları vardı. Ucunda da taş koyacak yer vardı. Yolda giderken her an taş gelecek kafamıza! Orada Kürtçülük - şimdi anlıyorum- vardı, çok vardı. Yani Diyarbakır gibi değildi. Mesela, kuyudan su çekiyorlardı. Onlar bizim ev sahibiydi. Biz onların kiracısıydık. Mahmut diye bir oğulları vardı. Benden bir iki yaş büyük. O benimle çok meşgul oluyordu. Çok dostane bir hali vardı. Fakat kuyudan su çekerken eski bir tabanca çıktı mesela. O gün hepsi telaşlandılar. O tabancayı sakladılar. Yani gidip polise vermek falan filan yok. Paslanmış, kabzası mabzası kalmamış, yalnız demirleri kalmış bir tabanca. Kuyudan çıktı. Sonra, üç beş mahalle birleşir, öbür taraflara... Öbür tarafın da üç beş mahallesi birleşirler. Hepsi bunlar Kürt çocukları. Birbirleriyle sapanlarla bilmem nelerle mahalle kavgasına girerlerdi. Bir iki sefer beni de götürmüşlerdi hatta. Benim de hoşuma gitmişti. Çevirip çevirip atıyorduk. Sonra babamdan epey laf işitince gitmedim. Babam onlara da kızdı götürmeyin falan diye. Sonra bağlar vardı orada. Üzüm bağları vardı. Oralar... Çocukların da üzüm bağları vardı. Oraya götürmeye başladılar. Orada bir taş vardı. Annesine el kaldırmış bir çocuk, Allah onu taş kesmiş diye... Herkes onu tas kesilmiş çocuk kabul ediyordu. Siverek'te ekmek yok. Yufka var. Yufkaya elinizi ıslatıyorsunuz, yumuşatıyorsunuz, öyle yiyorsunuz. Fırın mırın, ekmek yok, hak getire... Bu bizim dediğimiz senelerde tabii. "Sen Türk'sün" diyorlardı. Kendi aralarında vuran vurana, öldüresiye kavga ederlerdi. Yani, sokak çocuğu tabir edilir ya, öyle. Kürtçülüğü bilmiyorum ben o zaman. Sadece komşu var. Halbuki milliyetçi bir ailenin çocuğusunuz. Atatürkçü bir ailenin çocuğusunuz. Nihal Atsız gibi bir enişteniz var. Kürt çocuklarının arasında yetişmenize rağmen Kürtler aleyhinde ailenizde herhangi bir söz edilmedi size? Hayır. Yani sizi Kürtlere karşı olumsuz duygularla yetiştiren bir aileniz yoktu. Belki, annem babam ara sıra olmuştur. Çünkü babam devamlı sorardı: "Arkadaşın kim? Kimlerle konuşuyorsun? Babası ne iş yaparmış?" Devamlı surette kontrol altındaydık. Şöyle bir şey söyledi mi anne babanız: "Bak şu çocukların ailesi Türk, onlarla oyna. Ama bu Kürtlerle oynama." Hayır, hayır. Söylemedi. Onu söyleselerdi herhalde, işte o zaman mesele çıkardı. Çocuklar çok kavgacı diyorsunuz. Siverek içinde, Süleyman Nazif içinde... Peki aileler nasıldı? Büyükler arasında da kavgalar oluyor muydu? Hayır. Çok saygılıydılar. Memurlara karşı çok saygıları vardı. Mesela, domates salçası yapmak için taşları vardı. Bir de kör adam vardı. Onu yıkarlardı mıkarlardı. Domatesleri adam ayağıyla çiğnerdi. Buradan da bir delik açmışlardı. Oradan da domates salçası yaparlardı. Kendilerininkinden önce bizimkini yaparlardı. Ondan sonra kendilerine yaparlardı. Üzüm suyunu aynı şekilde öyle yaparlardı. Müthiş saygıları vardı memurlara, müthiş... Yalnız şunu söyleyeyim size, ben bunu askerliğimde de hissettim. Keşan'da... Orada da Kürt vardı. Ev sahibimiz Kürttü. Memurlara karşı büyük saygı vardı. Gittiğimiz yerlerin çoğunda memura saygı çoktu. Kürt ailelerin kendileri arasında kavga, dövüş, geçimsizlik var mıydı? Büyükleri şöyle biliyorum, akşam eve şikâyete ya babası gidiyor ya annesi gidiyor. Çocuğun kaşı gözü yaralı. Babası iki tane patlatıyor mesela, niye kavga ettiler... Öyle... Öylesine... İşte, "Bir daha görmeyeceğim, kırarım bacaklarını!" diye. Yani kendi aralarında bir anlaşmaya giderlerdi yani. Ama biz memur çocuğu diye, Atatürk sevgisi var diye, Ziya Gökalp'te okuyor diye öyle bir düşmanlik hissetmedik. Yalnız şöyle söyleyeyim, Harp yıllarıydı. Memurdan çok şey bekliyorlardı. Biz onlara ekmek veriyorduk, yiyecek veriyorduk, şeker veriyorduk, zeytinyağı veriyorduk. Açtılar yani... Bizden gördükleri iyiliğin karşısında bunu yapmamış olabilirler. Best'te yaptılar ama. Hem de en âlâsını yaptılar. Aynı adamlar, aynı çocuklar... Avukat olmuşlar orada, aynı şeyi yaptılar. Bana bir açılış konuşmasında dahi söz vermediler, tehdit ettiler. Ki, kendi arkadaşlarının kurmuş olduğu bir kuruluş. O zaman vardı. Ama ilkokuldayken böyle bir şey hissetmedik. Diyarbakır'daki günlerinizi Amasya ile kıyasladığınızda halkın durumu Diyarbakır'da, Amasya'dakilere göre nasıldı? Çok mu yoksuldular? Diyarbakır'dan ziyade Siverek'tekiler... Ben müfettiş olarak da, memur çocuğu olarak da çok gezdim. Türkiye'nin gezmediğim az yeri kaldı. Türkiye'nin en berbat yeri Bitlis ile Siverek'tir. Ama o tarihte Diyarbakır en modern yerdi. Onu da söyleyeyim. Diyarbakır'dan aklınızda kalan en mutlu anınız nedir? Amcamlarla bir araya gelişimiz... Babam, yengem... Onlar üç kardeş, biz dört kardeş... Ondan sonra... Okul... Ziya Gökalp'te okumam... Diyarbakır'da gazete satan bir bayi vardı. Haftalık falan gelirdi gazeteler. Nakliye dolayısıyla.... Yani, günübirlik gazete okumak diye bir şey yok. Kastamonu da öyleydi. Orada aynı zamanda ders araçları satardı o adamcağız. Fakat Millî Piyango biletleri de satardı. O zamanlar, yarım bilet almak istiyorsanız yarısını keser, verirdi size. Parçalarda aynı numaralar var. Adam onu kıvırır, tırnaklarıyla iyicene iz yapar ve cetvelle tak tak tak... Yarım bileti size verirdi. Dörtte bir bilet yoktu. Yarım bilet, tam bilet alırdık. Bilet alınca mutlu mu olmuştunuz? Evet, bilet alınca mutlu olurduk para çıkacak diye. Çıktı mı hiç? Hayır. Bir de en mutlu olduğum zamanlar Yavru Türk gibi mecmuaların her hafta çıkışı ve onları anneme okuyuşum, onlarla meşgul oluşum. Kitaba, dergiye çok meraklıydım. Bir de en yakın arkadaşlarımdan birisi, Yaşar Atan... İşte Yarbay Sabri Bey'in oğlu... O çok bilgili bir çocuktu. Onunla beraber olmamız... Bizden biraz da korkarlardı şimdi tabii... Şöyle; Sabri Bey merkez komutanı orada. Sabri Bey'in motosikleti var. Motosiklet o zamanlar büyük bir araç. Öyle cip mip yok. Asker evimize sık gidip geliyor. Asker bizi getirir götürür. Ama polis aramasından sonra zaten itibardan düşmüştük. Bayağı düşmüştük. "Kim bilir neyin nesidir..." dediler, çıktılar işin içinden tabii. Şimdi düşünüyorum da kimsenin iyi düşünmüş olması mümkün değil. Evimize geliyorlar, arıyorlar, tarıyorlar saatlerce, gidiyorlar. Yani niye gelinir sizin evinize, değil mi? Ateş olmayan yerden duman çıkmaz... Evet, derlerdi, herhalde... Yani asker korkusu vardı... Amcam doktordu Diyarbakır'da... Çok sevilen, sayılan, çok iyi bir doktordu. Onun için günün birinde ona muhtaç olurlar diye korkarlardı. Çocukları Ziya Gökalp'te okuyor. Ziya Gökalp belalı bir okul. Çünkü bir şey olsa, orada anneler babalar da birbirlerine destek olacaklar. Bütün memur çocukları orada, Ziya Gökalp'te. Yani onların etkisi olmuş olabilir. Mesela o çocuğun anneme sapanla taş atması... "Kazayla oldu" diyorlar ama bilmiyorum, kazayla olduğunu zannetmiyorum. Çünkü çok korkaktır bu millet. Yani öğretmenden çok korkarlardı mesela. Müthiş! Başöğretmenden çok korkarlardı. Evinize polis baskını yapıldıktan sonra okulunuzu değiştirmek zorunda kaldınız. Diyarbakır Ortaokulu kötüydü, orada kalamadınız. 1,5-2 yıllık döneminiz... Aslında büyük bir travma olması gerekir sizin açınızdan. Ziya Gökalp'ten alındıktan sonra çok kötü oldum. Çok seviyordum okulumu, öğretmenimi. Hayatınızda ilk defa kaybeden oluyorsunuz.... Efendim, her gece evinizde İnönü'ye küfredildiğini düşünün. Babam... Her gece... İşte, bilmem ne çocuğu... Eniştem hâlâ içeride, babamın kendisi açığa alınmış. Babam duramazdı. Zor tutarlardı babamı. Ben de öyle olmuşum. Ondan cesaret alırdım. Bunu neden yaşadığımızı sorduğumuz zaman da işte bir şeyler söylerlerdi. O çocuk aklımla anlamazdım. Nihâl Atsız milliyetçiliği işte şöyle yaptı da, böyle yaptı da dese anlamam ki.…... Ben Nihâl Atsız'ı esas 1949 senesinde tanıdım. Yani lisedeyken... Karşı tarafta komünistler orak-çekiç çizmeye başladıkları zaman, okulda tuvaletlere falan... Ve Atatürk sevgisinin çok olduğu zamanlarda, asker sevgisinin çok olduğu zamanlarda kendimiz alakadar olduk yani. Bir de evde annemin çok rolü oldu. O mecmualardaki Atatürk ile, askerle, bayramlarla ilgili yazıları yüksek sesle okumamı sabırla dinlerdi. Dinlerdi ve anlatırdı. Annem anlatırdı. Annem daha uyanıktı. Okulda da hep takdirname alırmış. Kastamonu ise sürgün yeriydi. Komünist hocaları oraya veriyorlardı. Milliyetçi hocaları oraya veriyorlardı. Okulda komünist hocalarla milliyetçi hocalar duruyor, okutuyor bizi. Orada uyanıyoruz. Milliyetçi hocalarımızı seviyoruz. Onların etrafında birikiyoruz. 1944'teki o olaydan sonra anneniz ve babanız size şöyle bir uyarı da bulundu mu: "Bak şimdi okulda sakın İsmet Paşa'dan bahsetmeyeceksin. Ağzını sıkı tut, çeneni sıkı tut..." falan gibi. Babamdan hiç öyle bir uyarı gelmedi. Milliyetçi öğretmenlere olan sevgimiz annemi belki biraz ürkütüyordu. "Oğlum, sen bu işlere fazla karışma, derslerinle meşgul ol." diye nasihatler aldım ama babam "S...et eşekoğlueşek!" der, çıkardı işin içinden. Evet, hakikaten... Demokrat Parti kazandıktan sonra durum çok değişti Kastamonu'da. Tevfik İleri geldi, miting yapıldı. Orada elini omzuma atmıştı. Millî Eğitim Bakanı aynı zamanda... Ben Mülkiye imtihanına girmek için otobüse bindiğimde, Ankara’ya gidecekken... Baktım; müdür talebelerden bir ekip yapmış, kendisi de var. Beni geçirmeye geliyor. Ve nasihat ediyor. Aman evladım, evladım karışma sakın oralara falan; korkudan. Yani orada, lisede de bu işler başlıyor. Fakat 1946 seçimlerinde siz Diyarbakır'dasınız. Ama o seçimleri, herhalde hatırlamazsınız. Seçim olarak hatırlamıyorum tabii. Şunu hatırlıyorum sadece: Karneyle ekmek alınmayı, kumaş alınmayı... Mesela fırında ekmek kuyruğuna girerdik. Tam fırından çıkarken Diyarbakırlı bir çocuk kapar kaçardı. Biz ağlayarak eve giderdik. Ekmek yok... İşte orada memur çocuğu düşmanlığı vardı muhakkak. Siz o çocuklara düşman oldunuz mu? Çok antipati duydum. Çünkü kılık kıyafetleri, oyun şekilleri, küfürbazlıkları... Hiç bizimle alakası olmayan şeyler... Beraber olabilecek bir şeyimiz yoktu. Siverek'te bir tek Mahmut'tu arkadaşım benim. Buyurun! Mahmut'la benim arkadaşlığım ne olabilir? Ama arkadaşsızlıkla da olmuyor. Ziya Gökalp'in güzellikleri buradaydı. Yani bu gibi çocuklar o okulda yoktu. Tabii, bu belki anne babalar üzerine çok menfi tesir ediyordu öbür taraftan. Anne babanız Siverek'e geçerken siz ortaokula devam etmek için Diyarbakır'da amcanızın yanında kalmışsınız. Ama o arada kızları İstanbul'daki Amerikan Kız Koleji'ne gitmişler. Onları kıskandınız mı? Hayır... Ama amcamın kızları -Allah rahmet eylesin- bana poz attılar, onu da söyleyeyim! Normal karşıladım. Lisan öğreniyorlar çünkü. Mesela hiç unutmuyorum, çok enteresan... Bir kelimeyi yanlış söylemişim de, düzelttiler. Kolej... Geldiler, konuşuyoruz, dedim; "Kollej nasıl?" "Kollej değil, kolej!" diye düzelttiler. Yani iki tane “l” ile değil de, tek “l” ile konuşacakmışız. Mesela o aklımda kaldı, ona sinirlenmiştim. Ama öyle bir kıskançlık falan olmadı. Ama benim Mülkiye'ye girişimden sonra çok kişide bu oldu. Akrabalarda oldu. "Nuri'nin oğlu Mülkiye'yi kazanmış" diye kıyamet koptu. O zamanlar tabii, Mülkiye daha ağırbaşlı bir okuldu.
950 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.