Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Çocukluk: Sıkıntılar İçinde Bir Memur Ailesi Bizim yaşlarımızda, çocuk yaşta, en çok giyilen şey, cızlavet lastikler vardı. Başka türlü ayakkabı falan alamazdık. Ama amcam bize zaman zaman bayramda ayakkabı alırdı. Doktor amcam... Zaten elini öperdik amcamın bayramlarda. 5 lira, 2,5 lira falan para verirdi. Onları da getirir koşa koşa annemize verirdik. Yani, sıkıntıları hissediyorduk tabii. Memur olup da sıkıntı çekmemek mümkün değil. Üstelik dört çocuk….. İkisi kız, ikisi erkek dört çocuk... Dördü de okuyorlar. Bir İlkokulun Müze Odasında Doğmuşum - Cumhuriyetin ilk kuşağından kalan hayattaki son insanlardansınız. Kaç yılında doğdunuz? Nerede, nasıl bir çocukluğunuz oldu? - 6 Temmuz 1933 tarihinde Davutlar'da doğdum. Babam askerlik görevini Davutlar İlkokulu’nda öğretmen olarak yapıyordu. Kanûn müsaitti. Bir de başöğretmen vardı. İki kişi okulu idare ederlerdi. Annem hamile bana. Ablam doğmuş, bir yaş büyük benden. Ben okulun müze odasında doğmuşum. - Doğumu doktor mu yaptırmıştı? - Hayır, ebe... Köydeki ebeler yaptı. Geleneksel köylü ebeler... O zaman yol yok. Gidemiyorsunuz hiçbir yere. Hastane falan... Hatta odacının bir oğlu vardı, Mustafa isimli. Aynı gün doğduk onunla. Hatta o kadar susuzmuş ki Davutlar, benim yıkandığım suyla onu da yıkamışlar. Elektrik yok, bir şey yok. Davutlar o zamanlar İzmir'e bağlıymış. Şimdi Aydın'a bağlı. Dedem-babamın babası- Bulgaristan göçmeniymiş. Bulgaristan'da pehlivanlar için kıspet yapıyor. Çok da meşhur... İyi kazanmış. Mübadele yoluyla İstanbul'a geliyorlar. Fatih'te bir eve yerleştiriliyorlar. Orada da aynı işine devam ediyor. Fakat sonra meşhur Fatih yangını [1911 Aksaray] çıkıyor. O yangında ne dükkân kalıyor, ne ev... Tığteber şâh-ı merdan bir vaziyette... Bu durumda olanları bu sefer Beykoz'a veriyorlar. Beykoz'da ablası Remzet halamla beraber oturuyor. Remzet Hala, Esat Yaşar adında bir deniz yüzbaşı ile evleniyor. Sonra, Esat Yaşar zamanı gelince emekli oluyor. İskele karşısında o devir için oldukça lüks sayılan bir bakkal dükkânı açıyor. İstanbul’a zaman zaman gittiğimde, en büyük zevkim o dükkâna gidip pastırma makinesiyle oynamaktı. Sonra orada da işler durgunlaşıyor. Dükkânı satıp Beykoz yokuşunda bir ev alıyorlar. Alt katını dükkân yapıp üst katında kendileri oturuyorlar. Sevil isimli bir torunları oluyor, kız. O zamanki Ağrı valisi ile evleniyor. Fakat uzun sürmüyor bu evlilik. Bir müddet sonra boşanıyorlar. Dedem Mustafa Kemal'in Komutanıymış Annemin babası ise Osman Sabit Bey. Onun babası süvari mülazım-ı sânisi [teğmen], 1880 senesinde Yemen mutasarrıflığında hâkim imiş. Osman Sabit Bey de süvari mülazım-ı sânisi. 1916 yılında Kafkas cephesinde [Sarıkamış] İkinci Köprüköy Muharebesi'nde şehit oluyor. O sırada üç Osmanlı alayından birinin komutanı. Rütbesi yarbay. Fakat şehit olduktan sonra muharebe devam ediyor. Kanuna göre bir subay şehit olduktan sonra muharebe devam ederse rütbesi bir üste çıkıyor. Yani şehit olmuşken albaylığa terfi ediyor. Bundan evvel, Osman Sabit Bey Selanik'te görevli yüzbaşı. Atatürk ile aynı yerdeler. Beraber görev yapıyorlar. Dedem Osman Sabit Bey bölük komutanı jandarma yüzbaşısı. Atatürk o sırada teğmen. Tahsin Uzer... Eski valilerden... Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi adlı bir kitabı vardır. Bu kitabın 224’üncü sayfasında dedemden bahseder. -Anne tarafından dedeniz Osman Sabit Bey. Baba tarafından dedenizin adı nedir? - Ali... Benim bir adım Osman. Erkek kardeşimin bir adı ise Ali'dir. Birisi bir dedemden, öbürü diğer dedemden. - Baba tarafından kökeniniz Bulgaristan. Anne tarafından kökeniniz de Selanik... - Evet, dedem Selanik'te görevli. Üç kız kardeş... Anneleri ölmüş. Selanik'te dedemle oturuyorlar. Bir de dedemin kardeşi var. Gözleri kör denecek kadar... Yaşlı... Hep beraber oturuyorlar. İşte annemin babası Osman Sabit Bey orada yüzbaşı. - Peki Selanik'e Anadolu'dan mı gitmişler, yoksa oralılar mı? -Hayır, tayinle gitmişler. Sanıyorum esasen Trabzonlular. Hatta Trabzon'da Altan Öymen'in babası Hıfzırrahman Raşit Öymen. Orada hâkim. Annemin dedesi de öyle. Çok uzaktan Öymenler ile akrabalığımız var. Oradan tayinle, memuriyetle gidiyorlar. Annemler üç kardeş: Bedia, Bedriye ve Behice. En büyükleri annem. Dedem Sarıkamış'a gitmeden önce mübadele yoluyla İstanbul'a geliyor. Maltepe'de etrafı çinko kaplı basit bir ev alıyor. O mübadelede Selanik'teki evi tahakkuk ettirip o evi alıyorlar. Karşısında bir bakla tarlası var. Feyzullah Efendi Caddesi üzerinde elle tutulur en iyi evlerden biri. Dedem oradan savaşa gidiyor gönüllü olarak. Üç kız kardeşe şehit haberi geliyor. Onlara amcaları, Osman Sabit Bey'in gözleri görmeyen kardeşi bakıyor. Fakat çok yaşlı olduğu için kısa süre sonra vefat ediyor. İki kız kardeşini annem büyütüyor. Bu üç kız kardeşten ortanca olanı Bedriye Hanim, Nihâl Atsız'la evleniyor. En küçük kız kardeş, edebiyat hocası Behice Hanım, Prof. Dr. Mehmet Kaplan ile evleniyor. Annem her ikisini evlendirdikten sonra -evlerini diziyor, her şeyi yapıyor- onları orada bırakıp Anadolu'ya geçiyor. Menemen'e bir göreve gidiyor. Biçki-Dikiş Kursu Müdiresi oluyor. -Annenizin aslında bir eğitimi var mıydı? -Hayır... Diğer kardeşlerinin var. Annemin takdirnameleri falan var, rahmetli gösterirdi bize, hep saklardı. Rüştiye yani ortaokul mezunuydu. -Üç kız kardeş kaldılar diyorsunuz. Anneniz iki kız kardeşe bakıyor. Gelirleri nedir peki? Şehit maaşı mı alıyorlar, yetim aylığı mı alıyorlar? - Şehit maaşı alıyorlar, bir... İkincisi, Kartal-Maltepe'nin sırtlarında o zaman Kuleli Köşk vardı. Kuleli Köşk’ün bulunduğu bölgede arsalar kalmıştı. O arsaları satarak geçiniyorlar. Teyzelerimin zaten öğretmen maaşları vardı. Kısa zamanda öğretmen olmuşlardı. Annem de Menemen'e gidiyor. Ve orada babamla tanışıyor. Babam Davutlar'da... Gidip geliyor oraya. Ve evleniyorlar. Evlendikten sonra annem de Davutlar'a taşınıyor. Davutlar’da ilk iki üç yılı, babam askerlik görevini öğretmen olarak yapıyor. Şimdi parayla askerlik yapılıyor ya...O zaman da memuriyet karşılığı... Evet, Atatürk çok güzel düşünmüş köylüleri kalkındırmak için. Atatürk, öğretmenliği askerlik görevine saydırıyor. Babam o dönem orada öğretmen olarak çok itibarlıydı... Ben herhalde 3-4 yaşlarındaydım. Anne ve babanız Cumhuriyet döneminde evlenmiş. Anneniz Menemen'de bir okulda görevli, babanız da Davutlar'da. Nasıl evlenmişler? Görücü usulüyle mi yoksa kendileri tanışıp arkadaş olup evlenmişler? Evlilik prosedürleri nasıl olmuş? Birbirlerini nerede, nasıl tanımışlar? Hiç anlatıyorlar mıydı? -İkisi de öğretmen... O zamanlar devlet memurları çok itibardaydı. Annem biçki-dikiş kursunda çok tutulan, sevilen bir müdireymiş. Nasıl bir görevse onu bilmiyorum. Menemen ve Davutlar... İkisi de İzmir'in kazası. Nasıl tanışmışlar, onu bilemiyorum. Zaten benden evvel bir ablam var, bir yaş büyük. Ondan önce doğumda ölen bir kız kardeşim daha var. Bizden sonra da yine bir kız kardeşle bir erkek kardeşimiz var. Yani iki kız, iki erkek kardeşiz. İkimiz İzmir'de doğmuşuz. Üçüncümüz olan erkek kardeşim Amasya'da... Öbür kız kardeşim ise Amasya doğumlu... Yani, babam askerlik için görevini bitirince Amasya'ya tayin ediliyor. Babamı hayatta iki defa ağlarken gördüm. Birisi 10 Kasım'da, Atatürk'ün Ölümünde, sofrada... Annemle babam radyo dinliyordu... Tabii o zamanlar ben küçüğüm, altı yaşındayım. Çılgınlar gibi ağladıklarını gördüm. İkinci ağlayışları da Erzincan zelzelesi olduğu zaman, 39 zelzelesinde... Feci bir zelzeleydi, Amasya'da da çok hissedilmişti. Amasya'da oturduğumuz kiralık ev Ermeni mahallesindeydi. Bahçemiz büyüktü. Bütün komşuların halıları, kilimleri, yatakları, yorganları, yastıklarıyla çadırlar kuruldu ve bizim orası zelzele [toplanma] bölgesi oldu. Ondan sonra da babamın tayini çıktı zaten. İşte o arada İstanbul'a gittik biz de, teyzemlere... Babamın tayin işi bitinceye kadar. Bizleri beraberinde götürmedi, sonradan götürdü. Orada uzun bir süre, 3-4 ay kaldık. -Temmuz 1933'te doğdunuz, İzmir Davutlar'da... Amasya'ya tam olarak ne zaman gittiniz? Kaç yaşındayken tayini çıktı babanızın? -Amasya'ya tam gidiş tarihimizi şöyle söyleyeyim: 1933'te ben doğduğuma göre 3 veyahut 4 yaşındaydım. 1936 diyelim. Benden bir yaş büyük olan ablam Plevne İlkokulu'na kaydını yaptırdı. Beni çok uğraşmamıza rağmen kaydetmediler. O zamanlar sekiz yaşına basmayanlar okula kaydedilmiyordu ama kayıtsız okula gidilebiliyordu. Öyle bir sistem vardı. Ben de Amasya'da kayıtsız gidenler arasındaydım Plevne İlkokulu'na. Zaten Amasya’da fazla kalmadık. Oradan Bayburt'a naklettiler babamı, ziraat memuru olarak... Yani babamın esas mesleği ziraat... Bursa Ziraat Okulu'ndan mezun. -O zaman muhtemelen, İzmir günlerinize ilişkin hafızanızda bir şey yoktur. -Var, bir şey var ama çok zayıf bir şey. Bir yaz günü beni bahçeye oturtmuşlar, önüme bir tabak koymuşlar. Tabağın içerisine süt doldurmuşlar, sütün içerisine ekmek doğramışlar, elime de bir tane tatlı kaşığı vermişler. Oturduğum yerde, çayırların üzerinde onu yediğimi hatırlıyorum. O sırada kapkara bir yılan gelip başını tabağın içerisine sokuyor. Tabii, bunu bir yandan kendim hatırlıyorum, bir yandan da sonradan çok söylendi, anlatıldı bu olay. Ben mütemadiyen kaşıkla tabağın kenarına vuruyorum, bağırıyorum, çağırıyorum. Neden sonra farkına varıyorlar, bir koşuşturmadır oluyor, kürek alıyorlar ve... Siyah bir yılandı. Hayal meyal onu da hatırlıyorum. Ve öldürüyorlar. Hatta yılanı öldürdükleri için çok ağlamıştım. Evet... Öyle bir anım var. -Davutlar'da okulda doğum yapıldı diyorsunuz... Lojman gibi bir yerde miydiniz? -Okulun bir müze odası bir de sınıfı vardı... Onları hatırlıyorum. Bir de yatak odası gibi bir oda vardı. Üç odalı, mutfaklı... Yani lojmandı. Gayet güzel bir binaydı. Ben sonra Bağ-Kur Genel Müdürüyken birkaç arkadaşımı da yanıma aldım, pek çok da kırtasiye sağlayarak okulu görmeye gittim. Orada kendimi tanıttığım zaman bağıra bağıra tezahürat yaptılar, çok büyük ilgi gösterdiler Okulu [Bağ-Kur himayesinde] kardeş okul ilan ettik, orada... Ne ihtiyaçları varsa gördük. 1971 senesinde oluyor bu olay. Okulun gayet iyi olduğunu, sağlam olduğunu görmüştüm... Davutlar gibi bir yerde o zamanlar böyle bir binanın olmasına da şaşırmıştım. Büyük bir binaydı. Eski ve büyük bir bina... İki katlıydı. Davutlar dediğimiz yer o zaman bir köy... - Peki, orada anne ve babanızın öğrencilerle veya akraba, konu komşuyla ilişkileri; sizin herhangi bir arkadaşınız var mıydı? Yani sosyal çevrenizi hiç anımsıyor musunuz? Veya konuşulanlardan daha sonra anımsadığınız bir şey var mı? - Sene 1975... Rahmetli babamın ve annemin ısrarıyla Davutlar'a gitmiştik. Davutlar'da annemi, babamı çok sevmişler. Annem de babam da, Davutlar'a hayrandılar. Oraya gidip de muhtarla görüşüp kendilerini tanıttıkları zaman... O zaman köydü yine... Bir uğultu hatırlıyorum. Oradaki kadınların koşarak “Bedia Hanım, Bedia Hanım" diye bağırarak anneme gelip sarıldıklarını gördüm. Çünkü annem onlarla çok haşır neşir olmuş orada. O kursun herhalde devamını da orada açmış. Onlara biçki-dikiş öğretmiş. Çok seviyorlardı annemi de babamı da... Zor ayrıldık yani. Hatta bizde patatesli yumurta çok sevilir. Onlara mahsus bir yemektir. Ben çok severim. Hep onları anarız. O arada demin bahsetmiştim, okulun bir de odacısı vardı. Onun da bir çocuğu... İşte Mustafa.….. Aynı günde doğmuşuz... O Mustafa ile da orada sarmaş dolaş olduk. Sonra bu köylüler... Çok mutlu oldular gidip ziyaret ettiğimiz için, o kadar zaman sonra. Zaman zaman Ankara'ya geldiler ve beni ziyaret ettiler. Sıklıkla geldiler. Bazı ihtiyaçları vardı. Mesela İçişleri eski Bakanı İsmet Sezgin ile de çok iyi ahbaptım. Nahit [Menteşe] Bey benim bakanımdı Gümrük'teki... Müfettişken ve İstanbul Gümrükleri Başmüdürüyken... Beni başmüdür yapan Nahit Bey'dir. İsmet Bey de Nahit Bey'den ötürü ahbabımızdır. Yani hemşehrilik vardı. Mesela oraya PTT binasını ben onlardan rica ederek getirttim. Hemen asfaltın altından elektrik hattı geçiyor fakat köyde elektrik yok. Rica ettim, çok kısa zamanda elektrik de geldi. O kadar mutlu oldular ki! Ve ondan sonra da ne zaman sıkıntıları olsa bana gelirlerdi. Ben de zevkle yapardım. Dediğim gibi, Nahit Bey de, İsmet Bey de yıllarca Aydın'dan milletvekili seçildiler zaten. -Davutlar'dan arazi toplasaymışsınız, tarla toplasaymışsınız ihya olurmuşsunuz! -Onu da söyleyeyim. Çok ısrar ettiler. Davutlar'da çok mesire yeri olduğunu... Bana da bir arazi vereceklerini söylediler. Acayip bir hassasiyetle, sanki bir şeyin karşılığıymış gibi... Bir de onu alacak paramız o zamanlar yoktu. Onların söylediği bir miktar yoktu... Elbet parayla alınacağı için üstüne gitmedim. Sonraları hakikaten oralar çok zengin, çok güzel yerler olmuş. O tarafını ben görmedim. Ama almadım yani oradan. Çok ısrar ettiler bana. -Tekrar doğduğunuz dönemin öncesine dönelim. Anneniz Menemen'de, babanız Davutlar'da... Bir şekilde öyle tanışıyorlar. Anneniz genç bir kadın sonuç olarak, Anadolu'da 1930'ların başında... Bir yere tayini çıkıp öğretmenlik yapıyor. -Şimdi annem öğretmen değil, biçki-dikiş yurdu müdiresi... Özel bir yurt herhalde bu yurt. Çünkü İstanbul'dan ahbaplar annemi zorla almışlar. “Sen bu işi yaparsın” demişler. O sırada annem kız kardeşlerini evlendirmiş. Yani, Behice teyzemi de, Bedriye teyzemi de evlendirmiş vaziyette. -Peki anneniz tam olarak hangi tarihte Menemen'e geliyor? -Annemin Menemen'e gidişi... Şöyle söyleyeyim... Dediğim gibi, benden evvel ablam doğmuş... Bir sene... Bir sene öncesinde de daha büyük bir ablam doğar doğmaz ölmüş. Demek ki iki sene de oradan... En azından 1931. -1930 yılında Aralık ayında Menemen olayı oluyor. Bu olayın yankılarına dair annenizin babanızın bir şahitliği var mı? Anneniz oradayken mi olmuş mesela? -Bunu bilemiyorum... Fakat babam küfrederdi. Durmadan küfrederdi o Menemen olayını yapanlara. Bir şeyler anlatırdı o zamanlar tabii... Ama babamın küfürlerini hatırlıyorum, Menemen olayı dolayısıyla... Babam çok milliyetçi, çok Atatürkçü bir insandı. -Evde anne veya babanızın ibadet edip etmediğini hatırlıyor musunuz? Dinle araları nasıldı? İnançları nasıldı? -Annem namaz kılardı. Tâ ne zamana kadar.. İstanbul'a yerleştiğim, başmüdür olduğum zamanlara kadar namaz kılardı. Ve her namazında benim iki oğlanı da seccadenin yanına alırdı. Eğilip kalkarlardı annemle beraber. Babam ise, bir ara Kastamonu'da görevi icabıyla bulunduğu binanın çok yakınındaki camiye gidip gelirmiş... Namaz kılarmış. Ama babam annem kadar dinle alakalı değildi. Bizler kadardı diyeyim, yoktu demeyeyim de... Evde bir Kur'an-ı Kerim vardı, yukarıda asılı, eski evlerde olduğu gibi. Ben müfettişken annem bizi ziyarete gelirdi İstanbul'a. Ve kılardı namazını. Hatta ben bağırırdım, “Önünden geçmeyin seccadenin, günahtır," diye çocuklara bağırırdım. -Peki annenizin başı örtülü müydü, açık mıydı? Nasıl giyinirdi? -Annem... Çok enteresan... Diyarbakır'a tayin olduğumuz zaman mesela... Altı sene kaldık biz Diyarbakır'da. Doktor amcam vardı. Çok tutulmuş, varlıklı bir hale gelmiş. Çok sevilen, sayılan bir doktor. Babamın büyüğü... Tesadüfen babamla aynı yerdeler. O doktorun karısı, yengem açık, örtüsüzdü, başörtüsü falan yoktu. O devirlerde, mesela hatırladığımı söyleyeyim size... Mantar ayakkabı kadınlar için çok önemli bir şeydi, İstanbul kadını için... Uzun topuklu böyle... Diyarbakır'da annem de, yengem de o ayakkabıdan giyerlerdi. Ve ben annemin Diyarbakır'da örtündüğünü görmedim, hatırlamıyorum. Eğer olsaydı hatırlardım. Diyarbakır’da annem örtünmedi. Örtünme yoktu. -Peki, Diyarbakır öncesi? Mesela Amasya'dayken örtülü müydü? -Hayır, hayır, hayır! Annem hiç örtünmedi. Annemin erken yaşlarda saçı bembeyaz olmuştu. Yani üzüntüden, dertten... İşte çocukları, kızları... Kız çocuğu büyütmenin zorluklarından diye konuşulurdu. Yani hiç başörtüsü kullanmadı. Görmedim, olsa bilirdim yani. Teyzemler de hiç kullanmadı. Zaten Selanik'ten gelenlerde öyle bir şey yoktur. Öyle bir hastalık halinde saçımı örteyim, başımı örteyim falan diye bir şeyleri yoktu. Modern insanlardı. Yani günümüzde olmayan modern insanlardı. Maltepe'de belediye reisinin Nihâl Atsızlarla çok yakın olduğunu biliyordum. İki kızı vardı. Birisi avukat... Sonradan da münasebetlerimiz devam etti. Onların da örtünmediğini hatırlıyorum. Ve hiçbir sıkıntı çekmediler Maltepe'de, ki o zamanlar Maltepe ufacık bir yerdi. - Anne ve babanızla ilişkiniz çocuk olarak nasıldı? Aile otoriter bir aile miydi? Çocuklar olarak anne babanızla rahat konuşabilir miydiniz? Evde ne yapardınız? İlişkileriniz nasıldı? - Babam çok otoriterdi. Fakat çok yakınlık gösterirdi bize. Öğreticiydi. Bir şey sorduğumuz zaman uzun uzun anlatırdı. Ama annem daha eğiticiydi, eğitimciydi. Babam daha ziyade işiyle gücüyle ilgilenen bir kişiydi. Okulda annemin yardımını görürdük biz. Bir şey oldu mu anneme sorardık. Annem çok bilgiliydi. Çok az bir tahsili vardı, “lise tahsilinin muadili" derdik. Annem hep takdirnameler almış, onları biriktirmiş, bize gösterirdi. En son rahmetli ablamdaydı... Ama babamla çok rahattık. Güreşirdik. Babam da Fenerbahçeliydi mesela. Sonra Beykozsporlu oldu. Amcam Beykoz Kulübü'nün yöneticisi olunca Babam da Beykozsporlu olmuştu. Ama yani, her tarakta bezi vardı. Akşamları birer tek atardı muhakkak, rakı içerdi - Babanız evde mi içki içiyordu, yoksa dışarıda mı? Hayır, hep evde içerdi, dışarıda hiç içmezdi. Hatırlarım, annem bir tane tepsi hazırlardı. O tepsinin içerisinde mezeleri olurdu. Babam hem içer, hem bizim ağzımıza meze tıkıştırırdı. Yani bir yandan da bizi beslerdi. Ama annemin "Yeter artık Nuri!" dediğini hatırlıyorum. -Peki, lojmanınızda veya daha sonra Amasya’da küçük çocukken çevrenizdeki arkadaşlarınız... Hatırlıyor musunuz hiç? Yani bir arkadaş grubunuz var mıydı beş altı yaşlarındayken? -Bir tane üç tekerlekli bisikletle yarış ettiğim... Bir Ermeni ailesinin çocuğuyla arkadaşlık yaptım... Adını hatırlamıyorum. Evimiz köprünün altındaydı. Köprü de böyle eski bir köprü, yuvarlak üstü... Orada koyuverdik mi ayaklarımızı havaya kaldırarak kendiliğinden giderdik. Amasya'da fazla kalmadık biz. Okula da beni kaydetmedikleri için... Ablamın da öyle arkadaşları olduğunu hatırlamıyorum. -Peki mesela çocukken yatacağınız zaman sizi anneniz mi yatırıp uyuturdu, babanız mı? -Babam hiç ilgilenmezdi, annem ilgilenirdi. Babam, sadece yatarken gelir üstümüzü örterdi... Soğuk olurdu çünkü bulunduğumuz yerler. Yorganı sıkıştırırdı, bir de makas alır çıkardı. -Anneniz size masal okur muydu veya herhangi bir hikâye kitabı alıp okur muydu? -Hem de nasıl! Hem de nasıl! Şimdi şöyle söyleyeyim, iyi bir sual sordunuz. Siverek'teyiz. Babam köylere çıkmış. Birtakım böcekler möcekler... Ziraat, mücadele... Annemin okuduğu hikâye kitabı vardı. Ama kitabın ismini, yazarını hatırlamıyorum şimdi. Katıla katıla gülerdik. Her gece bize, yatırdıktan sonra yarım saat, bir saat okurdu. Ama işin enteresan tarafı şuydu; o zamanlar Yavru Türk diye bir mecmua çıkardı. Yavru Türk pazartesi günleri çıkardı, bir de Çocuk Sesi... İkisini de alırdım ben. “Bugün nedir? Pazartesi. Hani bizim Çocuk Sesi!" diye bir de sloganı vardı onun... Annem mutfakta çalışırken ben sandalyeyi yukarı alır, koyar ve o çocuk Sesi'ni ve Yavru Türk'ü anneme baştan sonuna kadar okurdum. Annem de sabırla dinler, “Aa öyle mi, böyle mi?” falan... Şimdi anlıyorum ki, bana değer verdiğini göstermek için bunu yapardı... Yani; annemden çok bilgi aldık biz. Ben Kastamonu Lisesi'ndeyken anneme sorardım sualleri, babama değil. Babamın bilgisi annem kadar değildi çünkü. -Soramadığınızdan değil ama? Çekinmezdiniz babanızdan değil mi? -Hayır, hayır. Babama çok rahat sorardık. Babama espri de yapardık. Hatta bazen dalga da geçerdik. Sonra azarı işitince susardık. - Çok sert davranır mıydı babanız size? -Hayır... Çok sevecendi. Zaten annem babamın öyle sert dayranmasına müsaade etmezdi. Kaldı ki, amcamın kızları vardı: Emel ve Gönül. Bir de oğlu vardı ufak, Temel. Temel hâlâ hayatta. Emel, Gönül, ben; üçümüz Diyarbakır'daki Ziya Gökalp İlkokulu'nda aynı sınıftaydık. İmtihana falan girerken doktor amcam bize ders verirdi. Ve orada babama çıkıştığını hatırlarım. Yani; "Sen de bir şey bilmiyorsun, hep benim üstüme kalıyor bunlar!” falan diye... Ama babam oralı olmazdı. -Anne ve babanız birbirlerine nasıl hitap ederlerdi? İsimleriyle mi? Babam anneme "Bedii" derdi, annem de babama "Nuri Bey" derdi. -Hep ölene kadar öyle “Bey” ile mi hitap etti? -Ölene kadar "Nuri Bey" diye hitap etti. -Peki hitap ederken "siz" mi derlerdi, yoksa "sen" diye mi konuşurlardı? - "Sen" diye konuşurlardı. Biz “siz" diye konuşurduk. Biz hiçbir gün annemize, babamıza “sen" demedik. Babam 56 yaşında öldü. “Babacığım” derdik. Annem ise 89 yaşında vefat etti. Ölünceye kadar "Anneciğim" dedik. "Anne, baba" dediğimi hatırlamıyorum. Hepimiz ama, ben değil yalnız... Dört kardeş de aynı şekilde... Şimdi desek dalga geçerler. -Siz dergi alıyordunuz, çocuk dergisi okuyordunuz. Onun dışında evde anne veya babanız gazete ya da kitap alıp okur muydu? - Annem devamlı surette eski Türkçe kitaplar okurdu. Babam oralı olmazdı. Babamın hayatı basitti... Ziraat Müdürü oldu. Sinop Ziraat Müdürlüğü'nden emekli oldu. Babamın işi dağlarda, tepelerde, tarım arazisinde... Efendim işte; çekirge mücadelesi, süne mücadelesi, oradan oraya... Çok çile çekti babam. Karacadağ'da çok mücadele etti. Diyarbakır'dayken... - O zaman siz okumaya ilişkin özelliklerinizi annenizden aldınız... - Tamamen. Annem, teyzem, öbür teyzem, eniştem... - Peki, evde kütüphane var mıydı? - Vardı, tabii. Annem vefat ettiği zaman annemin kitaplarını verecek yer bulamadık. Düşünün... Annem roman alırdı dışarıdan parayla. Babam da anneme "Ya bunlara para veriyorsun!" diye söylenirdi. Yani babam, başka türlü bir insandı. Ama “Alma!" demezdi, "Okuma!" da demezdi... "Bunlara giden paralar” falan... - O dönem sinemaya gider miydiniz? - Hiç kaçırmazdık. Bilhassa Tokat'ta. Her yeni film geldiğinde babam bizi; annem, babam, dört kardeş sinemaya götürürdü. Yazın, yazlık sinemaya götürürdü. Kışlığa da götürürdü babam. Ve babam o zamanlar çok mutlu olurdu, sinemaya gittiğimiz zaman. Bizi götürdüğü için... Ama biz de sinemadan dönüşte mutlaka annemize, babamıza teşekkür ederdik. Yani, teşekkür beklerlerdi. Hatta babam fazla beklerdi; bakalım gecikti mi gecikmedi mi diye... Gözümüzün içine bakardı. Memur Ailesinin Sıkıntı Çekmemesi Mümkün Değil -İlk çocukluk döneminizde maddi bir sorun yaşıyor muydunuz hiç? - Çok... Kastamonu'da babamın benim kucağıma gramofonu verdiğini, gramofonu Saman Pazarı'nda satılığa çıkardığını, götürdüğünü, sattığını, plaklarla beraber -ki, çok seviyordu o plakları ve gramofonu- sattığını hatırlıyorum. Bir... İkincisi, bakkala olan borçları ödeme zamanı geldiği zaman çok sıkıntı çekiyordu babam. Bize hissettirmemeye çalışıyordu ama... Memur olup da sıkınti çekmemek mümkün değil. Üstelik dört çocuk... İkisi kız, ikisi erkek dört çocuk... Dördü de okuyorlar. - Şöyle bir şey anlatıyorlar ya: Çok zengin ve müreffeh bir memur yaşantısı ile memurların ezdiği köylüler... Bir memur ailesi ile bulunduğunuz köydeki sıradan köylü veya işçi aileleri arasında nasıl bir ilişki vardı? Mesela Amasya'da veya Davutlar'da... Bayburt'ta... Bir çocuk olarak kendinizi nasıl hissediyordunuz çevrede? Orta halli mi, zengin mi, fakir mi? - Biz kendimizi bir bakıma, zor zamanlar olduğu için, şanslı hissederdik. Çünkü memurlara o zaman zeytinyağı ve şeker dağıtılırdı parasıyla. Halk bunu çok kolay bulamazdı. Onun için memur olmak çok büyük bir şeydi... O zamanlarda... Doğru, köylüler yokluk içerisindeydi. Yani, ne bileyim; bir basma elbise yapmak için, kumaşını almak için uğraşır, didinir, pazarlarda çırpınır dururlardı. Ama... Mesela şöyle söyleyeyim: Babam elma alıp odalardan birine yığdı mı, neredeyse tavana değerdi. Öyle alırdık elmayı. Kiloyla miloyla değil... Ucuz... Ondan sonra yiyecek maddeleri... Pazarlar vardı. Hatırlıyorum, pazarlara babamla giderdik. -Aslında şöyle bir şey olmaz mıydı? Babanız ziraatçı olduğu için normalde köylüden bir şey talep etmesi veya köylünün ona hediye etmesi gibi bir durum yok muydu? - Yok, yok... Öyle bir şey olsa kovalardı adamı. Hatta birkaç hadise olmuştu. Ne getirmişlerdi, bakayım? Tavuk mu getirmişlerdi, öyle bir şey getirmişlerdi de... Bayağı sövmüştü. Babamın o taraklarda bezi yoktu yani. - Köylünün kılık kıyafet sıkıntısından bahsettiniz. Siz o dönemki kıyafetlerinizi hatırlıyor musunuz? Mesela ayakkabılarınız... -O zamanlar en çok giyilen şey bizim yaşlarımızda, çocuk yaşta, cızlavet lastikler vardı. Başka türlü ayakkabı falan alamazdık. Ama amcam bize zaman zaman bayramda ayakkabı alırdı. Doktor amcam... Zaten elini öperdik amcamın bayramlarda. 5 lira, 2,5 lira falan para verirdi. Onları da getirir koşa koşa annemize verirdik. Yani, sıkıntıları hissediyorduk tabii. Ama yine halkın en şanslılarıydık, devlet memuru olarak. Dediğim gibi; zeytinyağı vardı, gelirdi; sandıkla şeker geldiğini hatırlıyorum. - Mesela amcanızla babanızı kıyasladığınız zaman.... -Aaa, amcam çok zengindi. Bizim oradan da istifademiz olurdu. Sık sık bize gelirdi. Gelirken işte, “Eli boş gelmez." derler ya, fileyi doldurur getirir... Allah rahmet eylesin. Bize epey faydası oldu. - O halde, 30'lu yıllar için şunu söylemek mümkün müydü? Babanız gibi düşük dereceli memurların da geçim sıkıntısı vardı. Ama amcanız gibi biraz daha serbest meslek sahibi veya üst düzey bir memur olduğunuz zaman hayat rahatlıyordu. - Evet... Ama o zaman bu zamandan iyiydi, yani genelde. Evet, samimi söylüyorum. Genelde iyiydi. Mesela dediğim gibi annem en iyi tayyörü yaptırabiliyordu Diyarbakır'da terziye…... Ben, bakın şöyle söyleyeyim, çok zayıftım. Yani yemek yemezdim, mızmızdım. - Doğumunuz 1933... 1936'da Amasya'ya geldiniz. Oradan Bayburt'a geçtiniz. Bayburt'a kaç yılında gittiğinizi hatırlıyor musunuz? -Hatırlıyorum, orada da Cumhuriyet İlkokulu'na ablam naklen gitmişti. Plevne İlkokulu’ndan, Amasya’dan. Beni yine kayıtlı olarak almadılar. Fakat babam ne yaptı ne etti, orada kayıtsız olarak birkaç ay gittim. Dokuz ay kaldık zaten Bayburt'ta. Öylece tayin ettiler babamı, durmadan tayin ediyorlardı. Diyarbakır’a gittiğim yılı şöyle hatırlıyorum: İlkokulu tamamen orada okudum. Altı sene kaldık. 1945-46'ya kadar. Arada Siverek'e tayin olduk Diyarbakır'da. Siverek'ten sonra Tokat, Tokat'tan sonra Kastamonu, Kastamonu'dan sonra Sinop. Orada emekli oldu babam. - 1936'da Amasya'dasınız. Amasya'da ne kadar kalmışsınızdır mesela? - Amasya'da zelzeleye kadar kaldık. 1939 Erzincan zelzelesi... Yani iki üç sene kalmış olmamız lazım. Zelzeleden sonra Bayburt'a geçip dokuz ay kaldığımıza göre Diyarbakır'a gelişimiz 1940-41 gibi... Çocukken Öğrenilen Atatürk "Babamın ilk ağladığını Atatürk öldüğü zaman gördüm." dediniz. Siz Atatürk kimdir, biliyor muydunuz? Size nasıl anlatılıyordu? Atatürk’ü babamla annemin ağladığı o geceye kadar bilmiyordum. Küçüğüm. Ama ablam biliyordu. Hem yaşı itibarı ile biliyordu hem de Atatürk’ü okullarda öğreniyorduk. Evde Atatürk'ü öğrenme gibi bir şey... Pek ender oluyordu. Şöyle diyebilirim yalnız, Diyarbakır'da bir sınıf arkadaşım vardı: Yaşar... Sonra profesör oldu, vefat etti, Allah rahmet eylesin. Babası Sabri Bey merkez komutanıydı. Yarbay... O bize Atatürk ile ilgili çok güzel şeyler anlatırdı. Oradan epey esinlendik yani. Evinizde Atatürk resmi yok muydu çocukluğunuzda? Valla... Hatırlamıyorum... Ama babam askerde öğretmen olduğuna göre olması lazım. Yani lojmanda vardır. O zaman 1938'e gitsek; babanız ağlıyor, Atatürk öldü. Siz “O günü hatırlıyorum" diyorsunuz. Evet, o günü hatırlıyorum. Hiç unutmuyorum; çorba içiyorduk, ondan sonra biz de ağlamaya başladık. Ve bize izah ettiler... Nasıl anlattılar size? İşte; babamızdı, büyüğümüzdü falan diye... Anlattılar, biz de ağlamaya başladık. Ama biz o ölüme değil de, anne babamızın ağlayışına ağlıyorduk. Babam çok Atatürkçüydü. Annem hele! Onlar çünkü her şeyi yaşamış insanlardı.
·
660 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.