Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Batı Avrupa, ezelden beri Rusya'ya şüphe ve belirsizlikle yakla­şırdı. Aralarında her zaman bir Demir Perde vardı. Rusya, hep kendi başına bir dünyaydı: ücra ve imkansız. Hem doğal coğrafi sınırların hem de (Çarlık Rusya'sındaki) polis devletin inşa ettiği engellerin ardında yer alan bir ülkeydi. Dr. Johnson, "Seyahat etmek hayal gücümüzü gerçeklerle den­geler" diye yazdığında insanların seyahatten anladığı şey Fransa, İtalya ve Alpleri kapsayan Büyük Tur'du. Rusya'nın düşüncesi dahi insanların hayal gücünü zorluyordu. Burada konuşulan dil anlaşılmayacak kadar zordu. Kullanılan takvim, on iki gün geri­den geliyordu. Yollar o kadar kötüydü ki posta arabaları üç hafta süren yolculuk esnasında paramparça oluyordu. Bölgeye demir yolu yapılmasından sonra dahi seyahat hatırı sa­yılır bir teşebbüstü. Hayatının büyük bir kısmını Avrupa'da bir elçilikten diğerine mekik dokuyarak ve uluslararası işlere burnu­nu sokarak geçiren Prenses de Lieven, hala kendi arabasını ter­cih ediyordu. Trende kimbilir kimlerle aynı vagonu paylaşmış birinin, sadece haysiyetini değil aynı zamanda bağımsızlığını da kaybedeceğini söylüyordu. Diplomatlar, opera sanatçıları ve tüc­carlar dışında çok az kişi Rusya'ya gidiyordu. Dahası, nüfusuyla karşılaştırıldığında, çok az kişi Rusya' dan ayrılıyordu. Siyah beyaz çizgili sınır karakolları ve muhafız evleri Rusya'nın kar, çamur, toz ve mesafeden oluşan doğal sınırlarını tahkim ediyordu. Bu­ralarda, pasaport ve izin kontrolü yapılıyor ve rüşvet isteniyordu. Aristokratlar ve zenginlerin ülkeden çıkmak ya da servetini çı­karmak için bizzat Çar' dan özel izin alması gerekiyordu. Halkın büyük kısmı, hayatlarının tamamını gündelik zorluklar, Doğulu­lara has o uyuşukluk ve kadercilik sarmalında bu sınırların ardın­da geçirmişti. De Custine Rusları "eskiden göç ederken yollarını şaşırıp kuzeye doğru ilerleyen, aslında güneşli yerlerde yaşamak için yaratılmış" sarışın Araplar, Doğulular diye tarif etmiştir. Baş­ka bir seyyah ise, "Tavırları tamamen Asyalı" diye yazmıştır. Lord Palmerstone meşhur bir Rus düşmanıydı. Yakın Doğu po­litikaları konusunda son derece mühim makamlarda bulunan üç adam, Palmerstone'un görüşlerini paylaşıyordu. Basındaki aşırı milliyetçi kesim, müşterek şüphelerini daha da güçlendiriyordu. Rusya, hiçbir şeyi doğru yapamazdı. Lord Ponsonby, Stratford Canning ve daha sonra Büyükelçi Lord Stratford de Redclitfe, İngiltere'nin Bab-ı Ali' deki temsilcileri olarak 1832- 1858 yılları arasında görev yaptı. Maceraperest bir gazeteci olan ve bir süre­liğine İngiltere'nin İstanbul' daki elçiliğinde sekreter olarak görev yapan Davir Urquhart, söz konusu Rusya düşmanlığı olunca en az bu adamlar kadar aşırı görüşlere sahipti. 1836 yılında İngilte­re'nin Tahran elçisi olarak görev yapan Dr. John McNeil, Rus­ya'nın doğuda artan gücü üzerine savaş çığırtkanlığı yapan bir yazı kaleme almıştı. Rus düşmanı bu adamlar, tüm zamanlarını öcü olarak gördükleri Rusya'ya karşı kamuoyu oluşturarak geçi­riyordu. Lord Melbourne gibi daha itidalli isimlerin sesleri, ya­şanan hengamede kaybolup gidiyordu. Kısa bir süre önce Rusya seyahatinden dönen Richard Cobden, Rus sömürge yayılmacı­lığına, özellikle Rusya'nın Osmanlı'yla ilişkilerine müdahale et­menin İngiltere'nin işi olmadığını anlatan bir kitapçık yazmıştı (Aşırılık yanlıları, İngiltere'nin sanki Dover'i savunurcasına Osmanlı'yı savunmasını istiyordu). Cobden, Rusya ve Osmanlı arasında Karadeniz limanları ve Boğaz üzerinden yapılan tica­retin İngiltere'ye zarar vermeyeceğini dahi iddia etti. Çünkü İn­giliz malları, Moskovalıların sunabileceğinden katbekat üstündü. Yine de Rusya'nın her adımı şüphe ve öfkeyle izleniyordu. Kafkasya' da ayaklanma başlayıp cihat ilan edilince, bölgedeki aşiretler arasında var olan kan davalarından yaşanan saldırı ve kuşatmalara kadar her şey yakından takip edilir oldu. İngilizlerin yanı sıra Sultan ve Papa da Rusların Kafkasya'yı işgaline karşı çıkıyordu. Din kisvesi altında bu bölgeyi ele geçirmeye çalışan başka hareket ve liderler de olmuştu. 18. yüzyılın sonlarında böl­gede en güçlü siyasi nüfuza sahip isim, Mansur Bey diye tanınan gizemli bir şahsiyetti. Mansur Bey'in gerçek adı bilinmiyor. Derviş kılığında Çerkes­leri Ruslara karşı ayaklandıran Mansur Bey, Dağıstan' daki reis­leri Hristiyan Gürcülere karşı kışkırtmıştı. Rus yayılmacılığına karşı direnmek için dini birlik çağrısı yapan ilk kişiydi. Nereden geldiği hakkında kulaktan kulağa birçok farklı hikaye dolaşırdı. Bazıları Buhara' da tasavvuf tahsili görmüş bir Tatar olduğunu söylerdi. "Vatikan'da saklanan arşivlere göre" Papa tarafından Erzurum'daki Rum Ortodoks Kilisesi'nin nüfuzunu kırmak amacıyla Cizvit misyoneri olarak Yakın Doğu'ya gönderilen Ce­nevizli bir rahip olduğu da anlatılırdı. Ancak (oldukça fırtınalı bir hayat sürdüğü) Kafkasya sınırında yer alan bu bölgede bir­kaç yıl geçirdikten sonra İslam'a geçmişti. Daha sonra Osmanlı Sultanı için çalışan bir ajan olarak karşımıza çıkan Mansur Bey, Rusların Karadeniz aşiretleri üzerinde üstünlük kurmasını en­gellemek amacıyla Çerkesya'ya gönderildi (Kırım Tatarları, asır­lardır Osmanlı'nın vergi veren tebaası konumundaydı). 1791 yılında Tatarlarla Ruslar arasında yapılan savaşta Potemkin'in askerlerine esir düşen Mansur Bey, Rusya'nın kuzeyindeki ala­cakaranlık ve buzlarla kaplı topraklara gönderildi. Son nefesini, Beyaz Deniz' de bir adada yer alan korkunç Solovetzki manastı­rında verecekti.
·
81 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.