Rusya ve İran, Hazar Denizi'ndeki kilit öneme sahip limanları ve Azerbaycan'ı yüz yıldır aralarında paylaşamıyorlardı. İki ülke de aralarında yer alan Kafkasya ve Gürcistan üzerinde hak iddia ediyordu ancak Rusya'nın tek derdi, saldırgan komşusunu hizaya getirmek değildi. Sömürge elde etmek için mevcut sınırlarının ötesindeki toprakları hakimiyetleri altına almak zorundalardı. En basit ifadeyle bu, politikalarının temelini oluşturuyordu. Komşu bölgeleri ele geçirmeye kararlıydılar (Bu dönemde hedef, Kafkasya'nın en uç sınırlarıydı). Herhangi bir saldırıyla karşılaşmaları durumunda bu bölgeler, Rusya ile düşmanları arasında bir tampon görevi görecekti. Bakü limanıyla Erivan ve Şirvan' daki Fars hanlıkları, Rusların amacına fevkalade hizmet ediyordu. 1828 Türk-Rus savaşında ele geçirdikleri Kars, Beyazıt ve Ahalcık sancakları ve Karadeniz kenarındaki Batum limanı da işlerine yarıyordu. Bu toprak kazanımlarının İngilizlerin inanmayı tercih ettiği gibi Hindistan'da hakimiyet kazanmayı amaçlayan sinsi bir planın parçası olup olmadığı bu güne kadar ispatlanamadı. Çar, kendisini derinden yaralayan bu tür iddiaları şiddetle inkar ediyordu. 1844 yılında İngiltere'ye yaptığı ziyaret esnasında Lord Palmerstone'a, "Bir karış Türk toprağında dahi gözüm yok. Ancak diğer devletlerin oradan toprak almasına da asla izin vermeyeceğim" dedi. Kibarca Çar'ı dinleyen İngiliz devlet adamı sessizliğini korudu ve hiçbir şey belli etmedi. Bununla birlikte, "Rusya'nın güneye doğru genişlemeyi düşünmediğine inanan biri, tarihin bize öğrettiklerini yok sayıyor demektir. Bütün hükümetler, özellikle mutlak yönetimler, ekonomik nedenlerden ziyade siyasi gayelerle topraklarını büyütmeyi isterler" diye yazacaktı. Çar Nikola, Haç'ın Hilal'e üstün gelmesini ümit ettiğini kabul ediyordu. Hayali, Kudüs'ün tamamen Hristiyanların eline geçtiğini görmekti. Hindistan'da gözü olmadığını söyledi ancak Osmanlı'dan alenen nefret ediyor, Sultan'ın Hristiyan azınlıklar üzerindeki hükümranlığına karşı çıkıyordu. Gürcistan'ın teslimiyetini kabul eden ve İranlılar karşısında Hristiyan Gürcüleri koruyan babası Çar 1. Pavel'in yaptığı gibi o da, Anadolu'daki Hristiyan azınlıkları korumaya (ve hakimiyeti altına almaya) hazırdı. Dini bağlantılarının yanına toprak kazanımları da eklenince, ortaya son derece elverişli bir plan çıkıyordu. "Rusya, büyük bir üçkağıtçıdır" derdi Lord Palmerston. 1826-1828 tarihlerinde İran'la yaptıkları savaşın hemen ardından 1829 yılında Osmanlı'ya düzenledikleri sefer, Rusların uzun süredir istedikleri sınır bölgelerini ele geçirmelerini sağladı. İmzalanan Edirne Antlaşması'yla Osmanlı, Kafkaslardaki topraklarından vazgeçmiş, Rusya'nın Anadolu'daki yeri güvence altına alınmıştı. Rusların iki yüzyıldan beri kesintili de olsa sürdürdüğü mücadele nihayet amacına ulaşmış, imparatorluğun sınırları sağlama alınmıştı. Güneyde itaatkar Kırım hanlarının yönettiği Kırım, batıda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile aralarında Rusya'nın seçtiği vali tarafından güçlükle de olsa yönetilen Polonya sınır ili bulunuyordu. Kuzeyde ve doğudaysa, Çin'le sınırlarını oluşturan Amur'a kadar olan bölgede Nogaylar, Kalmuklar, Buryatlar ve çeşitli diğer boylar herhangi bir teşkilatlı direniş sergileyemiyordu. Sibirya ve Moğolistan'ın dış kesimleri zaten doğal bir kale görevi görüyordu. Kontes Nesselrode haklıydı. Kulağa hoş gelmese de Rusya'nın artık çok büyük bir devlet olduğu gerçeğini inkar etmek mümkün değildi. Ele geçiremedikleri tek yer, o puslu ve tehlikeli zirveleriyle Dağıstan dağları ve Kafkasya'ydı. Antlaşmayı reddetmek için birleşen aşiretler, yeniden düşmanlık ve isyan emareleri göstermeye başlamıştı. Ne zor kullanmak ne iknaya çabalamak ne de kurnazca hamleler Kafkas halklarının gönlünü kazanmaya yetmişti. Ruslar, sadece milli bir direnişle değil, aynı zamanda her şeyi göze almış dini bir hareketle karşı karşıya olduklarının henüz farkında değildi. Bu hareket o kadar büyüyecekti ki her köy bir kaleye ve her adam bir cengavere dönüşecek, bütün ülke canla başla direnmelerini söyleyen bir İmam'ın peşinde savaşa girecekti.