Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Kafkasyalılar, tıpkı bir sevgiliye yazar gibi hançerleri için aşk şiir­leri yazar, adeta sevgiliyle buluşmaya gider gibi savaşa giderlerdi. Dünyanın en güzel insanları olduğu söylenen bu esmer halk için savaşmak hayatın ta kendisiydi. Hançerleriyle yaşar ve yine han­çerleriyle ölürlerdi. Cenk etmek onlar için nefes almak gibiydi. Amentüleri intikamdı. Havaya şiddet hakimdi. Paris aksanıyla Fransızca konuştuğu için Alexandre Dumas'nın hayranlığını kazanan on iki yaşındaki bir Kafkas prensi "On bir kelle aldım" diye övünüyordu. Yörede sükuneti sağlamak ama­cıyla yirmi dört eşkıyanın başını koparan babasına imreniyordu. Daha parmak emmesi gereken yaşta olan küçük prens Georgy Melikof, bunun yerine parmaklarını iki yüzü keskin hançerinin yani hıncalının üzerinde gezdiriyor, peltek konuşmasıyla elinde­ki hançeri meşhur silah ustası Murtazali'nin kendisi için yaptığı­nı anlatıyordu. "İranlı hadım" namıyla tanınan Ağa Muhammed Han 1795 yılında Tiflis'i aldığı zaman askerleri, kazandıkları zaferin bir hatırası olarak ele geçirdikleri bütün bakirelerin sağ bacağını topal bırakmışlardı. Amazonlardan geldiklerine inanılan kadınlar da savaşmayı bili­yordu. Örtüleri altında hançer taşırlardı. İşgalci Rus ordusu 1837 yılında Ahulgo'yu kuşattığında, kadınlar da erkeklerin yanında savaştı. Cephaneleri tükendiğinde, yaklaşan askerlerin üzerine taş yağdırdılar. Taş kalmayınca, erkekler kendilerini süngülerin üzerine attı. Erkeklerin hepsi hayatını kaybedince bu defa kadın­lar, çocuklarını adeta birer canlı füze gibi askerlerin üzerine attı ve arkalarından kendileri de atladı. Direniş uğruna her şeyi göze almışlardı ve yaşadıkları ortam bu denli şiddet doluydu. Düşmanların kesilmiş başları ya da elleri Kafkasya' da her zaman geçer akçeydi. Bir Tuşen kızının çeyizi bu ganimetlere göre de­ğerlendirilirdi. Kafkasyalı delikanlı ne kadar cevvalse, eyer topu­zuna o kadar fazla kesik el asılırdı. Tabii asılanlar hep sağ eldi. Sol ele değer verilmezdi çünkü sol elini kaybetmek bir Kafkasyalıyı savaşmaktan alıkoyamazdı. Kesilmiş kulakları sergilemek, alınan kellelerin sayısını göstermek için kullanılan daha basit bir yön­temdi ve kulaklar genellikle kamçının sırımına dizilirdi. Oğlunu ölü bulan Çeçen bir aşiret reisi, evladının cesedini alt­mış parçaya bölmüş, dağlara ve vadilere atlılar çıkararak her bir parçasını akrabalarına ve tebaasına dağıtmıştı. Her bir parça karşılığında bir düşmanının başı gönderilmişti. Böylece oğlunun intikamı alınmıştı. Kan davası da denilen intikam, çoğu zaman kimse sağ kalmayıp bütün aile yok olana değin üç ya da dört ku­şak boyunca devam ederdi. Sadece savaşacak kimsesi kalmamış hanelere fakir olarak bakılır ve acınırdı. Kafkasya'nın karanlık tarihi intikam ve şiddetle doluydu. Bu durum, 19. yüzyılın ilk yarısında doruk noktasına ulaştı. Doğu­ya yönelen işgalci Rus orduları, Asya ve Yakın Doğu illerini ele geçirmiş ancak Kafkas dağlarında ilk defa durdurulmuşlardı. O zamana kadar birbirleriyle çatışan bütün Müslüman aşiretler, cengaver liderleri Avar Şamil'in emrinde bir araya gelerek muaz­zam bir güç oluşturdu. Şamil, 1834 yılında göz alıcı bir Karanlık­lar Prensi edasıyla yıldırım gibi tarih sahnesine çıktı. Mücadele ettiği yüksek dağlar, siyah sancaklarını ve etkileyici efsanesini tamamlıyordu. Sarp yamaçların tepelerinde kartal yuvalarını andıran, avul adı verilen muhkem köyler bulunuyordu. Dağ ge­çitleri o kadar derindi ki sanki hiç güneş yüzü görmemişti. Taş­kın derelerin aktığı geçitlerde rüzgarın uğultusu hiç dinmiyor­du. Karadeniz ile Hazar Denizi arasında yer alan, neredeyse hiç haritası çıkarılmamış bu kayalık bölge yani vahşi Dağıstan dağla­rı Şamil'in doğum yeriydi. Sadece Kafkasya ve Şamil'in iradesi, Hindistan'a giden kara yo­lunu Ruslara kapatabilmiş ve uzun süredir kurdukları Doğuya doğru yayılma hayallerini akamete uğratmıştı. Westminster'den Bab-ı Ali'ye, Hofburg'dan Vatikan'a bütün Avrupa, Rus ordu­larının doğuya doğru attığı her adımı, aldığı her köyü, kurduğu her sınır karakolunu kaygıyla takip ediyordu. Çar 1. Nikola'nın sözcüsü Baron Meyerdorff, Rusya'nın Batı Asya üzerindeki fay­dalı etkisinden bahsediyordu. Ancak şu satırları kaleme alan Rus devlet adamının eşi Kontes Nesselrode, gelecek nesiller ve diğer kıtalar adına da konuşuyor gibiydi: "Avrupa, şu apaçık ve basit gerçeği bir türlü kabullenemiyor: Rusya, büyük bir devlet." Bu nedenle Şamil'in ve yaşadığı dönemin hikayesi, aynı zaman­da Rus sömürge yayılmacılığının da tarihi. "Şeriat Dönemi" adı verilen ve Mürit Savaşları diye bilinen bu dönemde Şamil, Hz. Muhammed'in kanunlarını tekrar yürürlüğe koyup uyguladı ve Rus işgaline karşı bir silah olarak kullandı. Allah ve hürriyet yo­lunda savaşan cengaverleri ise kuşandıkları kılıçlarını cennetin anahtarı olarak görüyorlardı. Gürcistan Krallığı, 1801 yılında kan dökülmeden Rusya'ya ilhak oldu. 1803 yılında İmereti, 1804'te ise Megrelya Rusya toprakları­na katıldı. Ancak kuzeydeki Dağıstan dağlarında direniş başladı. Bu mücadele, 1861 yılına kadar sürecek korkunç bir savaşa dö­nüşecekti. Mürit Savaşları denen bu muharebeler, adını Şamil' in savaşçılarından alıyordu. Şamil, Müslüman aşiret mensuplarını Müritler olarak bilinen bir mümin ordusu haline getirdi. Bu sa­vaşçılara, naipler liderlik ediyordu. Hiçbir naip düşmanları tara­fından sağ ele geçirilemedi. Kafkasya hakkında yazan herkes aşırılıklardan bahseder. Rusla­rın mizacını kaleme alanlarsa ölçüsüzlüğe işaret eder. İşte bu iki mizaç Kafkasya'nın savaş meydanlarında karşı karşıya geldiğin­de, korkunç sonuçlar doğurdu. İşgalci Ruslar ve Çarın Güney Ordularının tüm kudreti, önle­rine çıkan ürkütücü dağların heybeti karşısında cüce gibi kaldı. Hristiyan ve Müslüman dünyayı ayıran dev bir set gibi duran bu dağlar Avrupa'nın sınırını oluşturuyordu. Ardındakilere dair bilinenler efsane ve masallardan ibaretti. Uzaktan bakıldığında Kafkasya cazip bir Doğu rüyasını andırıyordu. "Altın Postların diyarı Kolhi, asude güney." Kıvrılan Şemaha rakkaselerinin, kına yakılmış halhallı ayaklarıyla Asya'nın altın tozunu savurduğu Doğunun tatlı, çocuksu dünyası. Ancak görülen, tatlı bir hülya­dan başka bir şey değildi. Kan ve hiddetin hüküm sürdüğü bu topraklarda altın yerine çelik, sevgi yerine nefret vardı. Dağlarda yankı yapan üç ses vardı: halkı savaşa çağıran ya da lezginka melodileri çalan davul, geçitlerde uğuldayan rüzgar ve çobanların üflediği kaval sesi. 19. yüzyılın ilk yarısında Kafkasya'ya işte böyle bir manzara ha­kimdi. Her yerde aşırılıklar göze çarpıyordu. Doğunun tropik ovalarında kaplanlar dolaşıyor, ıssız dağlarda kartallar uçuyor­du. Etraf dev gibi dağlarla çevriliydi; Kafkas Dağları. "Yarasaların gündüz vaktinde de uçtuğu, her daim gece gibi kasvetli olan geçit­ler." İçlerinde kadın ve çocuklara yer olmayan, sadece savaşçıların yaşadığı, ölüm şarkıları söyleyerek dörtnala cenge gittikleri, omuz omuza son mücadelelerini verdikleri A vul adı verilen dağ köyleri, Rus ateşine karşı canlı bir sur vazifesi görüyordu. Kulağa sert ge­len avul kelimesi dahi, çaresizlik ve kötü talihi çağrıştıran uğursuz bir tınıya sahip. Göz alabildiğince uzanan, hiçbir canlının yaşa­madığı kurak bölgelerde hiç durmadan rüzgar esiyordu. Katırla­rın dahi tırmanamadığı kaya sırtlarına, Rus askerleri silahlarını mevzilendirmişti. Çarın Güney Orduları, sömürge yayılmacılığı için kilit konuma sahip, acımasız Kafkasları zapt etmek için canla başla mücadele ederken "Oraya bir köpek çıkabilir mi? Köpek çı­kabiliyorsa Rus askeri de çıkabilir" diyordu General Grabbe. Bazı milletler ve insanlar gibi bazı coğrafyaların da ikinci bir yüzü vardır. İşte Kafkasya böyle bir yer: sert ama büyüleyici, ürkütücü ama bir o kadar da çekici. Bu toprakların ete kemiğe bürünmüş hali olan Şamil de aynı zamanda hem savaşçı hem mutasavvıf gaddar ama evliya gibi, kurnaz olduğu kadar masum, nazik oldu­ğu kadar acımasız biriydi. İnsanların ve bölgenin destansı görü­nüşünün altında zaman zaman ağıtlar da duyulurdu. O haşmetli Reis, Avar Şamil, karısına o kadar aşıktı ki ölüm döşeğinde ol­duğunu duyunca bir anda savaşı, adamlarını, davasını, her şeyi unutup yanına koştu. Dağların gölgesinden ve savaşın sıcaklığından uzakta, güneşli bir vadide yer alan Tiflis ise dalavere, zevküsefa ve siyasi entrikalar­la doluydu. Göz alabildiğince uzanan üzüm bağları ve portakal bahçeleri, tezgahlarına ipek ve baharatların yığılı olduğu pazar­lar, kilolarca firuze alıp satan İranlı kuyumcular, harika Şam çe­likleriyle dünyaya nam salmış Kafkas silah ustaları . . . Akşamları Tatar camilerinden yükselen müminlerin nidaları, Ermeni kili­selerindeki sakallı papazların ilahilerine karışıyordu. Süslemeler­le bezenmiş viran balkonlar, Kura Nehri'ne tepeden bakıyordu. Tar ve zurnanın eşlik ettiği hüzünlü Gürcü şarkıları yükseliyor­du akşamın karanlığında. Ancak güneydeki bu letafetin "aşk fı­sıldayan ormanlar ve ud seslerinin yankılandığı dalgalarla dolu, şebnemlerle kaplı güneyle" alakası yoktu. İnsanlar gibi toprak da güzelliğinin arkasında gizliyordu vahşi yüzünü. O zamanlar Tiflis'in her yerinde topallayan kara yaşmaklı yaşlı kadınlara rastlamak mümkündü. Bunlar, Ağa Muhammed' in as­kerlerinin yıllar önce topal bıraktığı bakirelerden hayatta kalan­lardı. Çocukları İranlı Türk ya da diğer kabilelerden kaynakla­nan Müslüman hakimiyeti tehdidinden korunmak için Rusya'ya bel bağlamışlardı. Akşamları çatılarda hava alıp serinleyen ceylan gözlü, uzun bu­runlu Gürcü güzeller, yumuşak deri çizmeleriyle kedi gibi sessiz­ce dolaşan fiyakalı savaşçılara bakarlardı. Sivri uçlu, siyah koyun derisi kasketleri ve pösteki burkalarıyla bu karanlık, korkutucu kişiler, güzellere kur yapar ve diğer adamlarla kavga ederlerdi. Gürcü köylü ve asillerin, Rus subayların, dağ kabilelerinin giy­diği bu kıyafet Kafkaslara özgü tüm vücudu saran bir pelerindi. Tiflis'te heybetli dağlılarla ilk karşılaşmasını anlatan bir ziyaret­çi, "Bugün, onlardan birini gördüm. Kendisi kadar etkileyici bir atın üzerindeydi. Rüzgar gibi geçtiler. Adeta bir bütün gibiydiler. At griydi. Adamın zincir zırhı göz alıyor, çelik ve gümüş silahları parlıyordu. Gümüş renginde bir ışık hüzmesine benziyorlardı. . . " Civardaki arazilerde ve kuzeydeki Valerik Nehri'nin (Ölüm Nehri) kıyılarında yer alan Kazak karakollarında yassı yüzlü, kü­çük burunlu, iri yarı adamlar yaşardı: "Sınır Kazakları". Bu in­sanlar, gitgide güneye ve doğuya doğru genişleyen sınırlardaki Rus istihkamlarını korumak için yetiştirilmişlerdi. Burada Rus işgalcilere direnmek için güç birliği yapan Kafkas aşiretleri top­luluğuna genel bir ifadeyle "Tatarlar" denirdi. Kazakların ömrü, Tatarlarla mücadeleyle geçerdi. Dar Kafkas şeridi boyunca doğuda Hazar' dan batıda Karade­niz' e, kuzeyde Rus steplerinden güneyde Türk ve İran sınırlarına uzanan bölgede Hasavyurt, Poti, Temirhan Şura gibi bir avuç kü­çük garnizon kasabası bulunuyordu. İnsanlar, bu üslerden ölü­me yürürdü. Kurumuş ırmak yataklarında mandalar horuldardı. Burada görevlendirilen genç Rus subayların (bunların arasında Tolstoy ve Lermontov da vardı) sahip olduğu tek eğlence kötü şampanya, iskambil kağıtları ve hafifmeşrep kadınlardı. Buraya gönderilen kişiler genellikle düello sonucunda, borçları, mutsuz gönül ilişkileri ya da hürriyet yanlısı fikirlerini ulu orta ifade et­meleri nedeniyle Kafkaslara sürülen St. Petersburg'un kaymak tabakasından geliyordu. Daha kuzeyde, ihtişamlı zirvelerin arasında, St. Petersburg sos­yetesinin egzotik ve tehlikeli gördüğü her şeyi bulabildiği yeni inşa edilen kaplıcalar yer alıyordu. Yakışıklı ve vahşi prensler, tropik bitkiler ve romantik harabeler... Kislovodsk ve Pyatigor­sk'taki suların özellikle frengiye iyi geldiği düşünülüyordu. Yoz­laşmış Rus aristokratları, lüks içinde her türlü rezaleti yaşıyor­lardı. Taşra hayatının sıkıcılığından kurtulmak için (Lermontov örneğinde olduğu gibi) ölümüne düellolar düzenleniyordu. Bu görmüş geçirmiş çevrede en mahir çapkınlar dahi namlarına leke sürmemek için mücadele etmek zorundaydı. Ziyarete gelen ha­nımlar, dağlıların ya da eşkıyaların peşinden koşuyordu. Başkası kurtarmazdı.İyileşmek ıçın Kislovodsk'a gönderilen, okaliptüs ağaçlarıyla çevrili yollarda dolaşan soluk benizli ve ilgi çekici yaralı Rus su­baylar, pek revaçtaydı; ancak hanımların asıl istediği şey, yerli bir asilzade yani bir Şemhal, bir Emir ya da Handı. Bestuşev'in ihtiras dolu hikayelerinden tanıdıkları unvansız, gayrimeşru bir Lezgi dahi, işlerini görürdü. St. Petersburg'un salonları, birden bire boğucu hale gelmişti. Mermer duvarlar ve kış bahçeleri, bık­kınlık vermeye başlamıştı. Bavulunu kapan, Kafkasya'ya doğru yola çıkıyordu. 1854 yılında Şamil, Çariçe'nin nedimesi iki prensesi esir alıncaya kadar (ilerleyen sayfalarda bu konuyu anlatacağım) her kadın, saf kan bir Kabardey atının sırtında kaçırılıp esmer bir dağlının arzularına boyun eğmeyi içten içe hayal ediyordu. Madame Hommaire de Heli, Lezgiler tarafından kaçırıldıktan sonra General Grabbe'nin adamları tarafından binbir zorluk­la kurtarılan bir Rus kadından bahseder. Ancak kadın, aşiret mensuplarının nezaketinden o kadar etkilenmiştir ki tekrar dağlara kaçar. İntikamın ilk kural olduğu bu etkileyici ortamda silahlar da ki­şiselleşmekte, kendine has bir şahsiyet ve varlık kazanmaktaydı. Bir bıçağın üzerinde "Ben Ammalet Bey için yapıldım" yazılıydı. "Ben sana gece gündüz (haklı da haksız da olsan) yardım ederim" yazıyordu bir başkasında. "İncitirken yavaş, intikamda hızlıyım" yazıyordu fildişi kakmalı altın hıncalın üzerinde. Birine hıncalın paslansın demek bedduaydı. Bunlar, Doğunun o anlatıla anla­tıla bitirilemeyen eğri kılıçlarına benzemiyordu. Bilakis, düz ve ağır silahlardı. Hıncal, üç karış uzunluğunda, yivli, iki yüzü de kesen bir hançerdi. Şaşka ise, hafif eğimli ve oldukça ağır, koca­man bir kılıçtı. Hiçbir Kafkas erkeği, hıncalını kuşanmadan tam olarak giyinmiş sayılmazdı. Kadınlar da biraz daha ufak ama bir o kadar etkili hançerler taşırdı kuşaklarında. Hıncal, kılıç gibi yarmak için kullanılırdı. "Kesmek" adettendi. Hançerin ucuyla öldürmek acemilik sayılırdı. Kafkasyalılar için silahları, şerefleri kadar kıymetliydi. Kafkasyalılar, her daim ve her yerde savaş halindeydi. Cenk et­mek, onlar için nefes almak gibiydi. İster birbirleriyle olsun is­ter işgalcilerle fark etmezdi. Aynı hiddetle mücadele ederlerdi. Fatih olma hevesiyle dalga dalga gelen düşmanlar, karşılarında korkunç bir hasım bulmuşlardı: Roma lejyonları, Araplar, Atilla, Cengiz Han, Timur ve Kafkaslara "Sedd-i İskender" diyen İran­lılar. Dünyayı ele geçirmek için yola çıkan kudretli komutan, burada ilk engelle karşılaşmıştı. Kafkasya'nın aşılamaz olduğuna dair efsanelerin dolaştığı İran' da şöyle bir söz vardı: "Eğer bir Şah aptalsa, Dağıstan'a saldırır." Kafkasyalıların bazı işgalcileri top­yekun savaşa girmeye değecek kadar önemli görmediği zamanlar da olurdu. Hindistan'daki krallıkları fetheden Nadir Şah, ardın­dan gözünü Dağıstan ve Kafkasya illerine dikti. Ancak karşısı­na çıkan Amazon ordusunun gazabına uğradı ve mağlup oldu. Adamlar, savaş meydanına gelmeye dahi tenezzül etmemişti. Bir Kafkasya atasözü şöyle der: "Dağlarda akan kan ne zaman duracak? Karda şeker kamışı yetişince." Bu şiddet dolu toprakların etrafında, soğuk ama bir o kadar da heybetli, yüzyıllar boyunca ihtişamından hiçbir şey kaybetme­miş dağlar yükseliyordu. Shakespeare'nin "buzlu Kafkasyası" idi buralar. İfritlerin kudretli reisi Cinler Padişahı'nın yaşadığı Yıldız Dağları; efsanelere göre Prometheus'un zincire vuruldu­ğu Kazbek, "Allah'ın izni olmadan kimsenin tırmanamayacağı" Kafkas Dağları'nın en yüksek zirvesi Elbruz buradaydı. Rivayete göre Nuh'un gemisi, Ağrı Dağı'na varmadan önce Elbruz'un iki zirvesi arasında durmuştu. Elbruz'a tırmanan ilk insan, Doug­las Freshfıeld adında genç bir İngilizdi. 1861 yılında Oxford'daki eğitimine ara veren Freshfıeld sessiz sedasız zirveye ulaşmıştı. Avullarına dönüp Freshfıeld'in zirveye ulaşmayı başardığını an­latan yerel rehberler kimseyi inandıramamıştı. Tolstoy'u hayran bırakan ve hayata bakışını kökten değiştiren bu heybetli sıradağlar karşısında Alpler dahi cüce kalır. Dağların engin ufkuna doğru atını süren Tolstoy "Dağlar, fakat dağlar!" diye bağırmıştı. Turgenyev'in Tolstoy'un en güzel eseri diye ta­rif ettiği Kazaklar'a yine bu dağlar ilham vermişti. Aklından hiç çıkmıyorlardı. Hasretini çektiği o sadeliği, bu dağlarda yakala­mıştı. Hayatının sonuna kadar bunun için mücadele edecekti. Yeniden doğuşunun kaynağı burasıydı. . . "O andan itibaren her şey, dağların o yeni, vakur ve haşmetli karakterine bürünmüş­tü . . . 'Hayat şimdi başlıyor' diye fısıldıyordu bir ses kulağına." Efsanevi bir dev gibi buralarda hüküm süren Şamil için bu dağ­lar, onun doğuştan hakkı ve krallığıydı. Siyah sancağını gaza ve cihat yolunda ilk defa bu dağların gölgesinde dalgalandırmıştı. Birbirleriyle çatışan dağ aşiretlerini amansız bir mümin ordu­suna dönüştürmüştü. Bu aşiretlerin kafir işgalcilere duydukları nefret, kendi aralarındaki kan davalarını unutturmuştu. Şamil, yirmi beş yıl boyunca hem bölgeye hem de insanlara hükmet­ti. Kafkasyalılar, Şamil'in hatırına yirmi beş yıl boyunca kendi hayatlarından feragat etti ve zorluklara katlandı. Müritlerinin hayatları, tıpkı gezegenler gibi Şamil'in varlığının etrafında dö­nüyordu. Her şartta onun sözü kanundu. Herkes, son nefesine kadar Rusya'ya direnmeye ant içmişti. Dört eşi de sevgi ve bağlı­lık içinde onun önünde eğiliyordu. Küçük oğlu hürriyet yolunda feda edildi. Kız kardeşi, Şamil' in emri üzerine iki yüz metre yük­sekten kendini dereye bıraktı. Yükümlülüğünü yerine getirme­yen bir aşiret için af talebinde bulunan annesi, Şamil' in emriyle bayılana kadar dövüldü. Ancak hayatının ilerleyen dönemlerinde bu korkunç şahsı gö­ren tanıyanlar, onun sıradan bir hokkabazın maskaralıklarına çocukça güldüğü, Rus hanımların güzellikleri ve dekoltelerini oldukça dayanılmaz bulduğunu itiraf ettiği günleri görecekti. Gerçi bunların yaşanması için yaşını alması gerekecekti. Gü­cünün doruğunda olduğu günlerde Şamil, çoğu zaman bir yer masasının arkasında bağdaş kurmuş otururken görülürdü. Tam karşısında bulunan iri, siyah beyaz kedisi çok müşkülpesent ol­duğundan Şamil onu beslemek için özel yiyecekler getirtirdi. Gerçi zaten şefkat, despotluğun geleneğinde vardır. Şamil'in ebedi düşmanı Çar 1. Nikola, fakir bir adamın cenazesinde başı açık yürürken gözünden yaşlar damlıyordu. Yanyalı Ali Paşa, kopardığı her çiçekten af diler ve gözyaşı dökerdi. Gelinlerin boğdururken gözünü dahi kırpmayan da aynı adamdı. Hatta ge­linleri, tabanı özenle delinmiş sandalla gölde ölüm yolculuğuna çıkarken, yaşananları oğullarına uzaktan izlettiren de yine oydu. Bol kadife pantolonları, süs ve takıları ağırlık yapan kurbanlar, çığlıklar içinde gölün dibini boylamıştı. Çok geçmeden eski din­ginliğine tekrar kavuşan gölün yüzeyinde, nilüferlerin arasında yüzen bir tülbent kalmıştı sadece . . . Ama Ali Paşa'nın, iki sersem kelebeği kurtarmak için aynı gölde boğazına kadar suya battığı da bilinir. Tabii Ali Paşa ve Şamil'i kıyaslamak doğru olmaz. Şiddeti bir kenara bırakırsak, çok farklı yapıda insanlardı. Şamil çocukları ve hayvanları çok severdi; çocuklar da onu. Ancak 1839 yılında yaşanan bir dizi bozgun sonucunda Ruslar Şamil'i oğlu Cema­leddin'i rehin vermeye zorladığında gözbebeğini feda edecekti. Baba olan Şamil, savaşçı Şamil için bu fedakarlıkta bulunuyordu. Kafkasya kurtulmalıydı! O andan itibaren, ilk evladını kaybe­den bir baba olarak öfkesi daha da şiddetlenmiş, gözü artık iyice kararmıştı. Cemaleddin'i geri almasını sağlayacak rehineleri ele geçireceği günü beklemeye başladı. Ve o gün gelecekti. Cema­leddin'in kara bahtı ve bu hikayedeki rolü, Kafkas tarihinin ve babasının gölgesinde kaldı. Elinizdeki kitabın sayfalarında -iç içe geçmiş birçok şahsiyetin yanı sıra- biri tarih sahnesinde şimşek­lerle dolu, diğeriyse çok geçmeden sükuna eren ağıt yüklü bu iki hayatın izini süreceğiz.
·
424 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.