Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Feth Ali Şah, sarayının Avrupa siyasetinin çarpışma noktası ola­cağının farkındaydı. Eşsiz konumunun tadını çıkaran Şah, hu­zuruna çıkan heyetlerle oynamaktan büyük keyif alıyordu. İn­gilizler, ilk olarak -daha sonra Sir unvanı verilen- Yüzbaşı John Malcolm'u, kendi ifadesiyle "hem Hindistan'ı işgal etmekle teh­dit eden Afganları durduracak hem de Fransa'nın (ve belki de Rusya'nın) ihtiraslarını dizginleyecek kudrete sahip Feth Ali Şah'la ittifak kurmak amacıyla" İran'a gönderdi. Napolyon, İngilizlerin bu hamlesine Mareşal Joubert'i İran'a göndererek cevap verdi. Joubert'in vardığı anlaşmayı Tilsit'te bizzat onaylayan Napolyon, yeni görevlendirilen İran elçisini resmî olarak kabul etti. Daha sonra General Gardanne, yetmiş subayla birlikte İran ordusunu ıslah etmek amacıyla Tahran'a gönderildi. İngiltere artık gözden düşmüş, İngiliz temsilciler şeh­re adım dahi atamaz hale gelmişti. 1801 yılına gelindiğindeyse, gözden düşme sırası Fransa'daydı. İngiltere (büyük ölçüde İn­giliz yanlısı duygulara sahip veliaht Abbas Mirza sayesinde) eski nüfuzunu tekrar kazanacaktı. İran'daki Fransız nüfuzunu kırmak amacıyla Şah'ı siyasi ve tica­ri anlaşmalar imzalamaya ikna etmesi istenen Sir John Malcolm görevinde başarılı oldu. Dahası, davranışları ve cazibesiyle İran­lıların saygısını da kazandı. Kibar, vakur ve zarif tavrı özellikle Şah'ı etkiledi. Örneğin, Şah'la aralarında tek eşlilik üzerine ilginç bir konuşma geçti. Batılıların çok eşliliği merak ettiği gibi Şah da tek eşliliği ilgi çekici buluyordu. Hiç vakit kaybetmeden İngi­liz'in nabzını yokladı. "Kulağıma gelen bir habere inanamadım" dedi. "Görünüşe göre Kralınızın tek eşi varmış." "Hiçbir Hristiyan prensin birden fazla eşi olamaz" diye cevap verdi Elçi. "Bunun farkındayım ama metresinin olmasına müsaade edilir diye düşünüyorum" dedi Şah. Sir John mağrur bir edayla şu ce­vabı verdi: "İran'ı elde etmeye çalışan Napolyon'un aksine yüce Kralımız III. George her konuda tebaasına örnek olmaktadır." Şah, "Bu hareketi doğru olabilir ancak böyle bir ülkenin kralı ol­mak istemezdim" diyerek karşılık verdi. Fransızların çok güçlü bir millet olup olmadığını soran Şah'a Sir John şöyle dedi: "Ke­sinlikle. Yoksa İngiltere'nin düşmanı diye anılmayı hak etmez­lerdi." Böyle bir adama İran'ın her yerinde saygı gösterilirdi. Sa­raydaki varlığı, bütün milletin yabancı milletlerden kaynaklanan saldırı tehditlerine karşı kenetlenmesini sağladı ancak maalesef basiretsiz İngiliz hükümeti, görevi biter bitmez Sir John'u geri çağırdı. Bir süre, Tahran'da İngiltere'yi temsil eden kimse kal­madı. Bu durum, Napolyon'un gözünden kaçmayacaktı. İran'a bir dizi teklifte bulundu. Rusya'ya açtığı savaşın sonucundan o kadar emindi ki 1806 yılında Fransa'nın Hindistan'ı işgaline des­tek vermesi karşılığında Gürcistan'ı İran'a geri vermeyi ve Şah'a mali yardımda bulunmayı vadetti. St. James'deki kulübünün penceresinden olayları izleyen ve artık ne tavsiyede bulunacak ne de müdahale edecek bir konumda olmayan Sir John Malcolm "Bonapart, hem Rus ayısını hem de Fars aslanını at arabasına bağlayıp Hindistan'ın bereketli ovalarında zafer turu atmayı planlıyor" diye yazıyordu. Fransız elçilerini Feth Ali Şah'ın gözü pek tutmamıştı. Napol­yon'un tekliflerini duyduğunda halen tereddüt içindeydi. Mal­colm ve maiyetinin hoş muhabbetini hatırlayan Şah, bu grubun sağlam, güvenilir ve şerefli adamlardan oluştuğunu düşünüyor­du. Keşke gitmeselerdi... İngiltere'den acil destek talebinde bu­lunan Şah zamana oynuyor ve kaçamak cevaplarla Fransız elçile­ri oyalıyordu. İngilizler şaşılacak derecede kararsızdı. Ne olumlu bir politika belirliyorlar ne de bir elçi yolluyorlardı. Şah, cazip Gürcistan vaadine rağmen Fransa'yla anlaşmayı hiç istemiyor­du ancak sonunda bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı. İran, Napolyon'un oynadığı büyük oyunda sadece küçük bir piyondu. Çar 1. Aleksandr ile barış anlaşması imzaladıktan sonra, Gür­cistan'ı Şahların Şahı'na iade etme konusunu bir daha açmadı. İngiltere, Fransa'nın Hindistan üzerindeki planlarını konuşmayı bırakıp Rusya'nın emellerini tartışmaya başladı. Telaşla İran'a askeri heyetler gönderildi. Yüzyılın başlarında Rusya, İran'ın sınır illerinden Bakü, Şirvan ve Karabağ'ın yanı sıra Karadeniz kıyısındaki bazı Osmanlı san­caklarını da ele geçirmişti. General Tzitzianov'un ferasetli idaresi sayesinde herhangi bir sıkıntı yaşanmamıştı. Ancak 1806 yılında Tzitzianov'un (ihanet sonucu) ölümünün ardından hoşnutsuz­luk baş gösterdi. İran, Karabağ ve diğer sınır bölgelerini geri aldı. Sürgündeki Gürcü Prens Aleksandr'ın liderliğinde büyük bir ordu toplandı. Aleksandr, Rusya saldırısı karşısında Dağıstan aşi­retlerine güvenebileceğini biliyordu. Ancak bu güçlü ordu dahi Rusları mağlup etmeye yetmedi. Aslandüz'de yapılan savaşta Aleksandr on binlerce askerini kaybederken, Ruslar fazla zayi­at vermedi. Kazandıkları zaferden cesaret alan Ruslar, yılanlar­la dolu Mugan steplerini aşarak İngiliz istihkamcılar tarafından tasarlanan İran kalesi Lenkeran'ı kuşattı. Beş gün süren müthiş bir direnişten sonra kale düştü. Ruslar, direnişin bu kadar uzun sürmesine çok öfkelenmişti. Bir Rus general yaşananları şöyle anlatıyordu: "Kaleyi vermemek için inat etmeleri askerlerimi o kadar çileden çıkardı ki dört bin kişiden oluşan İran birliğinin her bir askerini süngülediler. Ne tek bir askeri ne de tek bir su­bayı sağ bıraktılar." Bu katliam, bütün Kafkas aşiretleri tarafından izlenmişti. Sıra artık onlardaydı. Ancak İran'ın aksine onlar İngiliz yardımına bel bağlayacak durumda değildi. Zaten İngiltere'den aldıkları yardım İran'ı mağlubiyete uğramaktan kurtaramamış, sadece mücadeleyi uzatmaya yaramıştı. Aşiretler, Rusların on bir İn­giliz malı top ele geçirdiğini biliyordu. Topların üzerinde şöyle yazıyordu: "Kralların Kralından Şahların Şahına". Daha sonra Çar 1. Nikola'ya gönderdiği bir mesajda Erivan Fatihi Paski­yeviç şöyle yazıyordu: "İngilizlerin Doğu'da muazzam nüfuza sahip olmasının sebebi, siyasi himaye talep edenlerin çıkarlarını daima ve samimiyetle gözetmeleridir. Abbas Mirza'nın antlaş­mayla kendisine resmen taahhüt edilen veliaht unvanını dahi ona çok gören bizi [Rusları] değil de ona silah ve para veren, askerlerini eğitmek için [ve onlarla birlikte ölmek için diye de ekleyebilirdi] subay gönderen bir milleti tercih etmesini haka­ret kabul ettik." İngilizler, İran sarayında hiç olmadığı kadar güçlü bir nüfuza sahipti. 1814 yılında imzalanan üçüncü İngiliz-İran anlaşması­na göre "Rusya ve İran sınırı, Büyük Britanya'nın icazetine göre belirlenecekti." Ve tabii bir de taraf ülkelerin. Ancak yapılan yardımlar, çok geçmeden gerilime hatta hoşnutsuzluğa yol açtı. İngiliz hükümeti, askeri desteğini geri çekti ama Kraliyet Topçu Birliği'nden Albay D'Arcy ve Yüzbaşı Hart, İran'da olağanüstü itimat gerektiren konumlarını muhafaza etti. Disipline son de­rece önem veren Hart, hanedan üyelerine askerlik yaptırmasına Aleksandr on binlerce askerini kaybederken, Ruslar fazla zayi­at vermedi. Kazandıkları zaferden cesaret alan Ruslar, yılanlar­la dolu Mugan steplerini aşarak İngiliz istihkamcılar tarafından tasarlanan İran kalesi Lenkeran'ı kuşattı. Beş gün süren müthiş bir direnişten sonra kale düştü. Ruslar, direnişin bu kadar uzun sürmesine çok öfkelenmişti. Bir Rus general yaşananları şöyle anlatıyordu: "Kaleyi vermemek için inat etmeleri askerlerimi o kadar çileden çıkardı ki dört bin kişiden oluşan İran birliğinin her bir askerini süngülediler. Ne tek bir askeri ne de tek bir su­bayı sağ bıraktılar." Bu katliam, bütün Kafkas aşiretleri tarafından izlenmişti. Sıra artık onlardaydı. Ancak İran'ın aksine onlar İngiliz yardımına bel bağlayacak durumda değildi. Zaten İngiltere'den aldıkları yardım İran'ı mağlubiyete uğramaktan kurtaramamış, sadece mücadeleyi uzatmaya yaramıştı. Aşiretler, Rusların on bir İn­giliz malı top ele geçirdiğini biliyordu. Topların üzerinde şöyle yazıyordu: "Kralların Kralından Şahların Şahına". Daha sonra Çar 1. Nikola'ya gönderdiği bir mesajda Erivan Fatihi Paski­yeviç şöyle yazıyordu: "İngilizlerin Doğu'da muazzam nüfuza sahip olmasının sebebi, siyasi himaye talep edenlerin çıkarlarını daima ve samimiyetle gözetmeleridir. Abbas Mirza'nın antlaş­mayla kendisine resmen taahhüt edilen veliaht unvanını dahi ona çok gören bizi [Rusları] değil de ona silah ve para veren, askerlerini eğitmek için [ve onlarla birlikte ölmek için diye de ekleyebilirdi] subay gönderen bir milleti tercih etmesini haka­ret kabul ettik." İngilizler, İran sarayında hiç olmadığı kadar güçlü bir nüfuza sahipti. 1814 yılında imzalanan üçüncü İngiliz-İran anlaşması­na göre "Rusya ve İran sınırı, Büyük Britanya'nın icazetine göre belirlenecekti." Ve tabii bir de taraf ülkelerin. Ancak yapılan yardımlar, çok geçmeden gerilime hatta hoşnutsuzluğa yol açtı. İngiliz hükümeti, askeri desteğini geri çekti ama Kraliyet Topçu Birliği'nden Albay D'Arcy ve Yüzbaşı Hart, İran' da olağanüstü itimat gerektiren konumlarını muhafaza etti. Disipline son de­rece önem veren Hart, hanedan üyelerine askerlik yaptırmasına rağmen kimse ona kin beslemiyordu. İran, Yüzbaşı Hart'ın ikin­ci memleketi olmuştu. Azerbaycan'daki küçük ordunun komu­tanı olarak Şahkulu diye bilinen bir alay kurdu. Emrindeki hum­baracı taburunun büyük kısmı, kuzey cephesindeki mevzilerden firar etmiş Ruslardan oluşuyordu. Başlarında Rus yönetimini bir türlü sindiremeyen Gürcüler bulunuyordu. Hart'ın 1830 yılında İran' da koleradan hayatını kaybetmesi halkı yasa boğdu. Hart askerleriyle gurur duyuyordu ancak diğer İngiliz (ve Fran­sız) subaylarla birlikte İranlı askerlere o kadar talim yaptırması­na rağmen onları Avrupa standartlarında birinci sınıf bir ordu haline getiremedi. Ellerinde filleri, develeri ve sayısız savaşçıları vardı ama disiplinleri yoktu. Topçu birlikleri zayıftı. Taktikle­rini, genellikle kafasına estiği gibi savaşan ya da kaçan tez can­lı yığınlar belirliyordu. Dahası, düzenli birlik bulmak oldukça zordu. İnsanlar (İran ordusunda askerden kaçmanın ya da ita­atsizliğin cezası benzin dökülüp yakılmak olmasına rağmen) birkaç aya varmadan askerden kaçıp ailelerine ve topraklarına dönüyordu. Avrupalı subaylar, İran askerlerinde birlik ruhunun olmadığını söylüyordu. Lakin İran'ın atlı birlikleri dişli bir ra­kipti. Atları, süvarilerin altında savaşmak için eğitilirdi. Atlar, çoğunlukla aygırlardan seçilirdi. Bu adetin kökleri Ksenofon'a dayanıyordu. "Doğu'ya giden her seyyah, birbiriyle dövüşen at­ların çıkardığı o muazzam sesi bilir" diyor Ker Parter. "Birbirle­rine giriyorlar, öfkeyle birbirlerini ısırıp tekmeliyorlar. Yerliler arasındaki müsademelerde atlar da kavgaya karışıyor. Sırtların­daki sahipleri birbirleriyle dövüşürken, atlar da birbirlerine diş­lerini geçirmeye çalışıyor." 1828 yılında yapılan ikinci Rus-İran savaşından sonra Şah, Rus­ya'nın korkunç bir düşman olduğunu öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda bir komşu olarak (teslim olduktan sonra dahi) ne kadar rahatsızlık verdiğini fark etti. Rusların Türkmenşah'ta istediği ağır tazminatı bir türlü kabullenemiyordu. Ruslar, Hazar Deni­zi'nde seyrüsefer hakkının sadece kendilerine ait olmasını, yir­mi milyon ruble tazminat ödenmesini ve Ermenilerin İran'dan Rus topraklarına serbest geçişine izin verilmesini talep etmişti. Ülkeyi terk eden yaklaşık doksan bin Ermeni'ye, Ruslara yardım eden ve İran yönetimi tarafından zulme uğradıklarını iddia eden Azerbaycanlı Tatarlar da katıldı. Şah, ülkesinin azalan nüfusu karşısında endişe duyuyordu. Mareşal Kont Paskiyeviç'in o dö­nemki tavrı infiale yol açtı. Rahatsızlık veren, kazandığı zaferler­den çok kutlama şekliydi. Erivan'daki Serdar Sarayı'nı işgal eden subayları, musiki sesleri yankılansın diye tasarlanan aynalarla kaplı salonları çizmeleriyle çiğnediler. Ardından Erdebil Cami­i'nin kütüphanesindeki paha biçilmez el yazmalarına el koydu­lar. Sanki geri getireceklermiş gibi St. Petersburg' da yaşayan ünlü oryantalist Senovsky'nin bu yazmaların nüshasını çıkarmak iste­diğini söylüyorlardı (Hakikaten de bu el yazmaları bir daha geri gelmedi). Esir düşen İranlı General Hasan' dan Timur'un kılıcını alıp Çar'a hediye ettiler. Bununla da yetinmeyip Şahların Şahı'na ait olan savaş çadırını ganimet olarak aldılar. Paskiyeviç, Var­şova Prensi olarak ordudan ayrıldığında bizzat Çar'ın emriyle adına Erivansky eklendi. Kendisine minnettar olan hükümdarı tarafından hediye edilen Polonya'daki devasa Gomel Kalesi'ne yerleşti. Şah'ın savaş çadırı, kazandığı zaferleri simgeleyen kalıcı bir abide olarak kalenin içindeki geniş salona kuruldu. Tüylerle süslü bu çadır, Rus devrimine kadar ihtişamını muhafaza etti. Çocukken bu çadırın içinde oynayan biri onu şöyle tarif ediyor­du: kocaman kıymetli taşlarla, kat kat zümrüt ve yakutlarla süslü, iplerinin püsküllerinde inciler asılı, direkleri saf altından, sanki Tavuskuşu Tahtı'nın bir yansıması... Paskiyeviç'e "Erivan Pren­si" unvanının verilmesi Şah'ı çok kızdırdı ancak hislerinin bir önemi yoktu. Rus İmparatorluğuna artık karşı gelemeyeceğinin farkındaydı. Ruslara karşı beslediği öfkenin korkunç ağırlığına rağmen Feth Ali Şah, bekle gör politikası uygulamanın daha isa­betli olacağına karar verdi. Ancak Şah, Sardanapalus gibi tahttan indirildikten sonra sarayı ve kadınları fedakarca canlarını verir­ken son anlarını karalar bağlamış olarak geçirecek biri değildi. Tam tersine sadece iktidar oyunlarının yerine satrancı ve gözde­leriyle vakit geçirmeyi tercih etti.
·
106 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.