Rusların Güney Ordusu, Kafkas aşiretlerine direnmeyi Kazakların nasıl savaştığını izleyip taklit ederek öğrendi. "Öncü birliklerin öncü birliği" olarak görülen cephedeki Kazaklar, Kafkasya' da doğmuş ve büyümüşlerdi. Nesillerdir sınır bölgelerinde yaşayan Terek ve Grebenski Kazakları, çoğu zaman doğal bir sınır oluşturan Terek Irmağı boyunca yer alan dağ köylerine yaptıkları baskınlarda esir aldıkları Kafkas kadınlarıyla evleniyordu. Bazen dağlıların baskınlarına cevap vermek bazen de yağma yapmak için Kabardey ve Çeçen topraklarının içlerine kadar girdikleri oluyordu. Hayatta kalmak için hasımlarıyla aynı şartlarda mücadele etmek zorundaydılar. Bu nedenle Kafkasyalı aşiretlerin gerilla taktiklerini kullanıyorlardı. Küçük ve güçlü atlarıyla sanki yekvücut olmuşlardı. Kafkasyalı atlıların övündüğü bütün hareketleri yapabiliyorlardı. Bulundukları arazinin imkanlarından faydalanarak hayatta kalmayı biliyorlar, ormanda isyancılar kadar iyi savaşıyorlardı. Sınır karakollarında görev yapmak şartıyla Rus ordusunda askerlik yapmaktan muaf tutuldukları için ne talim yapmayı ne de nizami harbi biliyorlardı ancak savaşta mevzilerini korumalarını sağlayan kendi yöntemleri vardı. Sınır hattındaki çatışmalar savaşa dönüştükten sonra bölgeye çok sayıda Rus alayı gönderildi ama tek bir Kazak karakol birliği, düzenli askerlerden oluşan koca bir bölükten daha iyi savaşıyordu. Tecrübesiz kuzeyliler, savaşı açık alana çekemedikleri takdirde dağlılara karşı pek bir şanslarının olmadığını fark etti. Düşmanlarıysa Gazi Molla'nın Vnezapnaya kuşatmasından sonra yaptığı gibi onları kayalık ya da ormanlık araziye çekip yok etmek için ellerinden geleni yapıyordu. Kazaklar, Rus İmparatorluğu'nun sürekli genişleyen sınırlarını korumak için yetiştirilen bir birlikten fazlasıydı. Cepheye gönderilen Kazaklar, kendi hayat tarzı ve gelenekleri olan, gönderildikleri askeri yerleşim yerinde kendi milli özelliklerini yaşatan koca bir halkın küçük bir bölümüydü. Yerel halkla akrabalık bağları kurmalarına ve bölgesel nitelikleri benimsemelerine rağmen hiçbir zaman tam anlamıyla benliklerini kaybetmediler. Neticede her şeyden önce Kazaktılar. Başkalarına benzemeleri mümkün değildi. Kazak kelimesi Tatarca'da toplumdan kopuk anlamına geliyordu. Ukrayna Kazakları katı Ortodoks'tu. Don-Volga bölgesindekilerse Eski İnananlar mezhebine mensuptu. Poltava'da Deli Petro tarafından mağlup edilene kadar hem kafirlere hem de Ortodokslara direnmişlerdi. Son derece inatçı bir gruptular. İki parmakla istavroz çıkarmak, dini ayinlere özel önem atfetmek, Ortodoks usullerinin aksine mihrabın etrafında güneşin yönünün tersine hareket etmek gibi Moskof din adamlarına ters düşen çeşitli ayinleri sürdürmüşler, gördükleri zulmü ve sürgünü metanetle karşılamışlardı. Bunların yanı sıra Kuban ve Ural Kazakları da vardı. Ruslar, Karadeniz'den Sibirya'ya yeni aldıkları sınır bölgelerine bu grupları yerleştiriyordu. Dolayısıyla, Baykal Gölü'nün öbür yakasında Moğol sınırlarını koruyan muhafızlar, Türk ve Moğol kanı taşıyordu. Çerkesler ve Tatarlarla akrabalık bağları bulunan Terek, Grebenski ve Kuban Kazakları, kartalı andıran esmer bir güzelliğe sahipti. Birbirinden oldukça farklı bu ırkların özellikleri sarışın, düz yüzlü Slav tipinin üzerine işlenmişti. Slavların tipinin ganimetleri, hayvanları ve aileleriyle birlikte bozkırlarda dolaşan göçebe aşiretlerden geldiği söylenir. Tarih sahnesine ilk olarak 12. yüzyılda batı Moskova ve Küçük Rusya dolaylarında tarım toplumları olarak çıkan bu grup şiddet yanlısı ve dik kafalıydı. Ne manevi ne de dünyevi bir otoriteyi tanıyorlardı. Ancak zamanla Ortodoksluğu kabul ettiler ve Moskova Prensi'ne biat ettiler. Zamanla farklı toplumlara bölündü ler. Rus Şirketi'nde çalışan iki İngiliz tüccarın 1573 yılındaki ifadesiyle aralarındaki "kanun tanımayan, sürgün edilen" eşkıyaların sayısı arttı. Bu adamlar, kanun kaçaklarıydı. Askerden ya da dini zulümden kaçan kölelerdi. Kaybedecek bir şeyi olmayan bu maceraperestler, yakalanma korkusuyla sürekli yer değiştiriyor, yetkililerin kendilerine dokunamayacakları kadar güçlü bir grup haline gelmeye çalışıyordu. Tabur adı verilen Kazak kampları, zamanla sadece erkeklerden oluşan ve manastırı andıran kurumlara dönüştü. Kampta yaşayanlar -kendi tercihleri olmasa da- bekar askerlerdi. İmkan buldukça bekarlıktan kurtulmaya çalışıyorlar, yağmaladıkları köylerdeki kadınları kaçırıyorlardı. Bazen bu kadınları yanlarında götürseler de çoğu zaman üslerde bırakıyorlardı. Liderleri, Ukrayna'da Hetman diğer bölgelerdeyse Ataman adıyla tanınırdı. Bogdan Hmelnitski ve Mazepa, Ukrayna Kazaklarının önde gelen isimlerindendi. Don Kazaklarının Ataman'ı Platov, Napolyon'a karşı mücadele etmişti. Bir diğer ünlü Kazak lider olan Y emel yan Pugaçev, Volga Ural bölgesindendi. "Vatan ve Hürriyet" uğruna başlattığı ayaklanma hayatına mal oldu. Adına ister Hetman ister Ataman densin Kazak liderler halklarının üzerinde mutlak güce sahipti. Katı kanunlara ve ahlak kurallarına göre yaşarlardı. Gogol'un enfes hikayesinin başkahramanı olan Hetman Taras Bulba, halkına ihanet eden öz oğlunu kendi elleriyle öldürüyordu. Gogol'u eleştirenler, bu olayın abartıldığını düşünüyorlardı. Taras Bulba hayali bir karakterdi ancak türünün özelliklerini yansıtıyordu. Töreye göre hem öz oğlunu öldürmeli hem de düşmanlarının elinde işkence gören diğer oğlunun çektiği acıyı, toplanan kalabalığın arasında sonuna kadar gururla izlemeliydi. Sonunda oğlunun intikamını alan Taras Bulba kazığa bağlanarak yakılacak, böylelikle türünün vahşi döngüsünü tamamlayacaktı. Taras Bulba, Zaporog Kazaklarındandı. Bütün Kazak toplulukları arasında en vahşi grup onlardı. Adları, Rusça porogi -şelale kelimesinden geliyordu. Siç adı verilen üslerini, Özü (Dinyeper) Nehri'nin hızlı aktığı bölgelerin ötesine, geniş nehir yatağı boyunca yayılan adalardan birine kurmuşlardı. Bu bölgede nehir, koca bir iç deniz görünümünü alıyordu. Issız bataklıklar ve göz alabildiğince uzanan sazlıklarla çevriliydi. Sadece yaban kazlarının kanat çırptığı bu topraklara kimse kazma vurmamıştı. Şiddet dolu bir hayat yaşayan Kazaklar, Polonyalı zalimlere ve geleneksel düşmanları Yahudi tefecilere karşı bazen yağmaya gidiyor, bazense onları cezalandırmak amacıyla baskın yapıyordu. Sultan ve Çar'dan gelen tehditlere de karşı koymaya çalışıyorlardı. Destansı savaşlar ve vahşi zevkler bu topraklarda hayatın ritmini oluşturuyordu. Arabalarını burada tamir ediyorlar, savaştan sonra yaralılarını buraya getiriyorlardı. Hırsları korkularından ağır basan Yahudi ve Ermeniler, dönüp dolaşıp Siç'e geliyor; kuyumcu, debbağ, terzi, silah ustası ve tefeci olarak ticaret yapıyordu. Kazaklar, herkesin eşit olduklarına inanırdı. "Kazaklar, kimsenin önünde şapkasını çıkarmaz; Çar'ın bile" sözünü çok severlerdi. İhtişam konusunda kendi standartları vardı. Çizmelerinin ökçeleri, gümüş plakalarla kaplıydı. Zıplayarak yaptıkları Gopak dansı esnasında ve prisiadkanın yere topuklarını vurarak çömelme hareketinde metalik bir ses çıkardı. "Karadeniz kadar geniş" olan bol kadife pantolonlarının üzerinde genellikle katran lekesi olurdu (Burada amaç, maddeye önem vermediklerini göstermekti). Başlarını tıraş ederler ancak çoğu zaman elli santim uzunluğunda perçem bırakırlardı. Siç'te nişan talimi yaparlar, Özü Nehri'nde akıntıya karşı yüzmeyi öğrenirler, ava çıkarlar ve içerlerdi. Düzenledikleri devasa ziyafetler, doymak bilmeyen iştahlarına yaraşır cinstendi. Sarhoş olmak adetten sayılırdı. Dışardan bakıldığında disiplinsiz görünen ama aslında çok katı bir şekilde yönetilen bu maceraperestler cumhuriyeti kendi kanunlarına göre yaşardı. Kendi halkından çalmak idamla cezalandırılırdı. Suçlu, Utanç Direği'ne bağlanır ve yanına sağlam bir sopa konulurdu. Yanından geçen herkes, ona bir sopa vurmak zorundaydı; ta ki suçlu ölene dek. Katilleriyse korkunç bir son bekliyordu. Açılan mezara canlı canlı yatırılır, kurbanının tabutu üzerine konur ve mezara toprak atılırdı. Sonra bütün kamp, gümüş ökçeli çizmeleriyle mezarın üzerinde tepinirdi. Hiçbir genç, Özü Nehri'ni yüzerek geçip Siç'e ulaşmadan (Şaykalar sadece kendini ispatlamış adamlar, tüccarlar ve atlar içindi) ve en az bir Müslümanı öldürmeden gerçek bir Kazak sayılmazdı. Esir ve ganimetlerini Siç'e getirirlerdi. Meşhur atlarını yine bu topraklarda yetiştirirlerdi. Bu küçük, ince kafalı, geniş göğüslü, tüylü hayvanlar, son derece dayanıklı ve hızlı atlardı. Ivan Mazepa, bu atlardan birinin sırtında stepleri aşmıştı. Uzun zaman sonra Kazak atlarının cinsi değişecekti. (II Katerina'nin gözdesi) Kont Orlov, Tambov'da Kazak atlarıyla Arap atlarını çiftleştirdi ve ortaya dünyaca ünlü Orlov Tırısçısı çıktı. Yüzyıllar sonra dahi katıla katıla attıkları kahkahaları duymak mümkün. Bağıranlar, geğirenler, zıplayanlar, haykıranlar... Civardaki bataklıklardan yayılan kan ve kurumuş ter kokusu, yaşanan vahşeti hatırlatıyor. Yağmaladıkları köyün kömüre dönmüş harabeleri arasında yanan ateşin ışığında, koca bir öküzü çevirdiklerini, devasa bir kazanda "slava" yani "şan" adı verilen votka, kırmızı şarap ve biberli balın karışımından yapılan sert bir içkiyi karıştırdıklarını görür gibiyiz. Kazınmış kafaları ve pala bıyıklarıyla bu sansar suratlı, çekik gözlü, gedik dişli adamlar, girdikleri yüzlerce çatışmada aldıkları yaraları taşıyor. Çıplak bedenlerinin üzerinde eski püskü kurt ve tilki postları, başlarında can çekişen bir Türk'ten aldıkları sarıkları, korkudan titreyen bir boyardan aşırdıkları altın sırmalı kaftanları, avaz avaz bağıran bir kızdan çaldıkları incileri, üst düzey devlet görevlilerinin elbiseleri, palaları ve zincir zırhları... Bu adamlar ganimet için yaşardı. Muazzam hayvani gücüyle Kazakların şiddet dolu özelliklerini taşıyan Potemkin, Zaporog Kazaklarını yok etmeye gönderilecekti. Çariçe Katerina, Kazakların fazla güçlendiğini ve küstahlaştığını düşünüyordu. Gözdesine onları dize getirmesini emretti. Ada üzerine kurulu karargahları Siç, asırlardır zapt edilemez konumunu korumuştu ancak Potemkin'in ordusu bir dizi korkunç çatışmadan sonra Kazakları bozguna uğratmayı başardı. Bazıları Türk topraklarına kaçtı. Kalanlarıysa Azak Denizi'nin doğu kıyılarında Karadeniz Kazakları olarak yeniden teşkilatlandı. Eski taşkınlıklarından eser kalmamıştı. Bundan böyle yeni ele geçirdikleri toprakları korumaya çalışacaklardı. Bu nedenle, uçsuz bucaksız Rus imparatorluğunu bir uçtan diğerine geçip Üzerlerine atlamak için fırsat kollayan düşmana karşı yaşayan bir kale vazifesi gören diğer Kazak yerleşimlerine katıldılar. Bu, sömürgeciliğin zaferiydi. Çariçe Katerina, 25 Nisan 1785 tarihinde kaleme aldığı bir mektupta şöyle yazıyordu: "Rus İmparatorluğu yok edilemez. Zira biz her yerde düzeni sever, arar, bulur ve tesis ederiz. Düzen kök salar. Güçleri yetiyorsa yok etsinler."