……………………………………………………………………….
Demokrasi mücadelesi, Psikanalist Arno Gruen tarafından 2002 yılında yayımlanan bir kitaptır. Mayıs 2001'de başlamış olmasına rağmen, çalışma 11 Eylül 2001 olaylarından güçlü bir şekilde etkilenmiştir. "İnsan yıkıcılığı"nın nedenleri ve çeşitli biçimleriyle ilgilenir.
«Sonra 11 Eylül geldi. Yaşam taşkın bir şiddetin tehdidine maruz kaldı. İnsanı sömüren, çektiği eziyet ve acılara kayıtsız kalan, sonunda da zayıflıkla yaftalayarak insana kara çalan bir dünyanın tepkisi tarafından ezilip geçilmiş gibi olduk bir anda.» (S. 7).
Arno Gruen'in bu kitabı "şaşırtıcı derecede güncel"dir; görünüşte sonsuz yıkım gücüne, yaşam güçlerine karşı koyuyor. Ancak bağımsız, özerk, şefkatli ve kendimize karşı sevgi dolu olursak ve böylece başkalarıyla da karşılaştığımızda, yaşamımız başarılı olabilir.
«İnsan, ruhsal yapısını ayakta tutabilmek için duygularını tersine çevirmek zorunda kalır: Acı ve incinme, acıyı verenin idealleştirilmesine dönüşür.» (S. 79).
«Dünyada olup bitenler canımızı acıtıyor. Ne yazık ki çoğunluk çözümü daha fazla acı üretmekten başka işe yaramayacak yöntemlerde görüyor. Bu tür insanlar, bizleri terör eylemleriyle korku ve dehşete boğanların birer yansımasıdır. Onların da kendi kişilik yapılarını ayakta tutabilmek için düşman imgelerine ihtiyaçları vardır. Sonuç ise durmadan daha fazla şiddet üreten ve ancak bir kıyametle son bulabilecek bir süreçtir.» (S. 107).
Gruen için terörizm, kültürel-politik ideolojilerin, ekonomik sömürü ilişkilerinin veya militan örgütlerin dolaylı bir sonucudur. Buna karşın, terörizmin çocukluk döneminde sevgi, kurtuluş ve dayanışmanın öğrenilemediği başarısız kişilik oluşumunun bir sonucu olduğu görüşündedir. "Demokrasi mücadelesi" ve aynı zamanda "İhanete Uğrayan Sevgi – Sahte Tanrılar" kitabında da okuyucuya bunun nasıl ve ne gibi etkileri olduğunu gösteriyor. Yazar, sosyal-otoriter yapıların ortaya çıkış anı ve bunların sürekli yenilenmesi olarak eğitime odaklanmaktadır.
İnsanlar kendilerini sadece şiddete maruz kaldıklarında mı canlı hissederler? «Cinayet işlemek her zaman ötekini insan olarak görmemek ve bu yüzden de öldürülebileceğini düşünmek anlamına gelir. Öteki daha değersizdir, o halde öldürebilirsiniz.» (S. 110). İnsanların, derinden travmatize olmuş ya da yaralanmış olsalar bile, başkalarına patolojik olarak itaat ettiklerini nasıl anlayabiliriz? Failler ve kurbanlar, hayatları boyunca birbirlerini aramanın en tehlikeli simbiyozunu sürdürürler.
«İnsan, ruhsal yapısını ayakta tutabilmek için duygularını tersine çevirmek zorunda kalır: Acı ve incinme, acıyı verenin idealleştirilmesine dönüşür.» (S. 79).
Sol ve sağ aşırılık, en gizli biçimlerindeki şiddet ve başkalarına ve kendine karşı açık terör: bunlar, görünüşte doğal olarak zorunlu dönen yıkım sarmalının son noktalarıdır. Durdurulamaz mı?
Ne yapmalı? Arno Gruen, kendisini güç ya da üstünlük olarak göstermeyen içsel özerklik kültürünü savunuyor. Özerklik, kişinin kendi hisleri ve ihtiyaçları ile uyum içinde olmasıdır. Bu kadar özgür olan kişinin pozlara, rollere ve kamusal kendini sahnelemeye ihtiyacı yoktur. Teröre karşı savunmak, savaş yapmak, hayata yapılan tüm yatırımlardan daha pahalıdır. Demokratik toplumları kurtarmanın tek yolu budur:
«Terör ve şiddeti engellemek ancak insanın gerçek ihtiyaçlarının kabulüyle; gerçek yoksulluğa, gerçek sefalete, bazı halkların aşağılanmasına ve dışlanmasına son verilmesiyle mümkündür. Demokratik ve keyifli bir yaşamı ayakta tutmayı ancak böyle başarabiliriz.» (S. 8).
Öncelikle Gruen, Neo-Nazilerden çok sayıda alıntı yaparak sağcı radikalizmin özelliklerini anlatıyor, bu insanların zihniyetinin arkasına bakıyor ve onları oldukları gibi yapan şeyi tezahür ettirmeye çalışıyor. Şiddet faillerinin geçmişlerini kendi başlarına düşünmediğini ve kendilerini aile durumlarının kurbanı olarak değil, mevcut komploların kurbanı olarak tanıdıklarını belirtiyor.
Gruen'in görüşüne göre, sağcı radikalizm, her türlü insan yıkımı gibi, çocuğun sağlıklı gelişimini engelleyen ve onu duygularından ayıran çocukluk ve eğitim biçimlerine kadar uzanır. Gruen buna "kendilik yabancılaşması"diyor.
Gruen'e göre bunun nedeni, bu tür çocukların ana babaları aracılığıyla yaşadıkları itaat ve sevgisizliktir. Çocukça zayıflığı nedeniyle, çocuk ebeveynlerinden sevgi eksikliği bilincini bastırmak zorundadır, çünkü sevilmeme düşüncesiyle yaşayamaz.
«Güvene, güvenin kırıldığı yerde ihtiyaç duyarız. Böylece anne-babamızla birlikte yaşayabilmek, sevildiğimiz ve kabul gördüğümüz yanılsamasını koruyabilmek için kendimize erkenden kurmaca bir dünya yaratırız. Bu yüzden uyum sağlarız, anne-babamızın beklentilerine uygun davranır, bu yolla ikame bir ilksel güven yaratırız; ancak bu güven temel bir "kişinin kendisi olması" durumuna değil de boyun eğişe, yanılsamaya ve kendini inkara dayandığı için pek de sağlam değildir.» (S. 121).
Toplumumuzdaki genel şiddeti göz önünde bulundururken, elbette, suistimallere karşı isyan eden insanlarla da ilgilenmeliyiz.
Gruen, konformist ve isyancı arasındaki farkın nedeni olarak yeniden eğitime değiniyor. Neo – Nazi son derece otoriter bir eğitim alırken, sol isyancı ebeveynleri tarafından şımartılır, Gruen'e göre, sadece sevgi dolu bir cephenin arkasına saklanan bir tür kötü muamele ve sevgisizlik yaşar.
«Sadece kendi içindeki canlılığa ve başkalarına karşı duygudaşlığını yitirmiş olanlar birisini öldürebilir.» (S. 110).
Gruen, empatiyi "insanlık için bir panzehir " olarak tanımlıyor. Bir toplumda birlikte yaşamak için gereklidir ve zulümlere karşı tek etkili korumadır.
«İkisi sık sık birbirine karıştırılsa da, şımartmanın sevgiyle hiçbir alakası yoktur. Hatta durum tam tersidir: Sevgide çocuğun bağımsızlığına saygı vardır, bu yüzden de özgür ve bağımsız bir kişiliğin yolunu açar. Oysa şımartılmada anne ile ilişki köleliğe benzer ve çocuğun içinde derin bir teröre yol açar. Bunun sonucu ise bazı çocukların yetişkinliklerinde bile sürdürdükleri anne nefretidir. Bu nefretin kaynağıysa hayatta ilk ve en önemli ilişki olan anneyle ilişkide yaşanan terördür.» (S. 114).
«Şımartan bir annenin terörü, aynı zamanda sıcaklık ve ihtimam da yaşattığından daha iyi bir dünya özlemini doğuruyor. Fakat bu isteklerdeki baştan çıkarma gücü, çocuğun özerkliğini tehlikeye sokuyor. Şımartan annelerdeki sınır belirleme eksikliği bu nedenle bir yarılmaya yol açıyor: Bir yanda yutan anneye karşı duyulan korku var, diğer yanda da sembiyotik yakınlığa ve "kendini onun içinde kaybetmeye" duyulan özlem var. Bu özlem, yaşanan korku ve terörü şiddetlendirir (anne baştan çıkarıcı olarak yaşantılanır), bu da yine çocuğun annenin teröründen kurtulması için babayı -otokrat bir otorite- idealleştirmesinin pekiştirilmesine yol açar.» (S. 120).
«Çoğunlukla abartılı biçimde, erkeğin önemine ve olağandışılığına dayalı bir ideolojinin hakim olduğu bir dünyada, şımartma anne için çoğu zaman oğullarına yakın olmanın ve aynı zamanda kendini geçerli kılmanın tek yoludur.» (S. 121).
Arno Gruen, kitabında, İkinci Dünya Savaşı'nda Tuğgeneral olan ve binlerce Alman savaş esiri ile çalışmalarını yürüten İngiliz psikiyatrist Henry Dicks tarafından yapılan bir araştırmaya atıfta bulunuyor. Tutukluların yaklaşık yüzde 10 ila 15’nin "Hardcore" kendi tabiriyle "Sert Çekirdek" Naziler olduğunu, yaklaşık yüzde 40 tanesinin ortada olduğunu, ne bu tarafta ne de diğer tarafta olduğunu ve ordudaki yüzde 12 tanesinin Nazilerin aktif muhalifleri olduğunu buldu. Buna ek olarak, benzer bir sonuca varan bir İngiliz Psikanalist olan Winnicott'un bir ifadesinden bahsediyor: nüfusun yaklaşık yüzde 30’u, "kendi"ni gerçekten tehdit eden ve örten bir çocukluğa sahiptir, bu yüzde 30’u, kişiliklerinin ebeveynler tarafından görüldüğü ve teşvik edildiği bir çocukluk gelişimine sahiptir ve daha sonra ortada olan, hem teşvik hem de reddedilmeyi deneyimledikleri karışık bir gelişime sahip olan yüzde 40 vardır.
«İnsan ne zaman kurtuluş umarak birine yaklaşsa felaketini bulur; bunun bir tanrı veya mavi gözlü, sarı saçlı bir yabancı olması önemli değildir, sonuç değişmez. Eğer kendini bir başkasının düşüne kaptırırsan sonuçlarını göze almalısın.» (S. 131).
Gruen şöyle ifade ediyor: bence bizim en büyük sorunumuz ve en büyük görevimiz, ortadaki insanlara, yani çocukluklarında hem olumlama hem de olumsuzluk yaşayan ve bu nedenle kendi özgürlüklerine karşı çatışmalarla dolu insanlara ulaşmaya çalışmamız gerektiğidir. Bu insanlara karşı dikkatli olmalı ve onların olumlu iç kısımlarını onaylamalı ve güçlendirmeliyiz. Demokrasiyi sürdürmek için gerçek işin bu olduğunu düşünüyorum.
«İnsanın kendisi olma ve kendi duygularının arkasında durma korkusu bizim kültürümüzün eğitim yapılarında o kadar derinlere kök salmış ki, şiddet her yerde var. Umut verenler, halkın bu yapılardan daha az etkilenmiş olan üçte birlik kesimi. Demokratik bir geleceğin güvencesini bu insanlar sağlayabilir. Sorun şu sadece: Politikacılar bu gerçeği görmekten çok uzaklar. "Sessiz çoğunluğun" aşırı sağın güçlenmesinde oynadığı rolü bile göremeyecek durumdalar. Aksine, takındıkları pozlarla ve iktidarı kullanarak, insanları haklan olan ihtiyaçlarından ve bunların karşılanmasından uzaklaştırıyorlar. Demokrasiyi sağlamlaştırmak için gerçek ihtiyaçları görebilmek gerekir.» (S. 75).
Gruen’in bu kitabı türünün en derin ve anlaşılması kolay kitaplarından birisi olduğunu düşünüyorum. Terör ve şiddetin psikolojik nedenleri ile ve buna bağlı olarak dünya üzerindeki siyasi politikaların ve siyasi liderlerin tutumlarıyla ilgilenen ve aynı zamanda sol ve sağ aşırılıkların arasındaki farklılıkları ayırt etmeyi öğrenmek isteyen herkes kesinlikle okumalı!
«Sağ radikal de sol radikal de şiddet kullanır, her ikisi de sevgiden ve duygulardan korkar. Ancak sol radikal bilerek olmasa da sevgi arayışı içindedir, sağ radikal ise sevgiden nefret eder. Her ikisi de bir dokunulmama mücadelesi içindedir. Sol radikal sevilmek için tahrikte bulunur. Sağ radikal ise teması engellemek için, arkadaşlık ritüellerinde bile gerçek bir duygudaşlığı reddeder. Gerçek duygudaşlığın üzerindeki tek etkisi, yıkıcılığını artırmak olur.» (S. 62).
Kitabın başlığı biraz yanıltıcı olabilir çünkü her şeyden önce kitap önce öfke, şiddet, terör ve sağ ve sol radikalizm gibi kavramların oluşmasının altında yatan psikanalitik nedenlerden bahsediyor ve bu nedenle ideal olarak daha sonra nasıl önlenebileceği ile ilgili çıkarımlarda bulunuyor.
Bugün her zamankinden daha önemli ve ne yazık ki, demokrasi mücadelesinin ilk ortaya çıkmasından çok daha önemli olduğu süreçlerden geçerken birçok şeyi daha net bir biçimde anlamama vesile olan bir inceleme oldu. Mutluka okuyun!
«Bizim için yaşamın yolundan başka bir yol yok.» (S. 133).