Bir adamın Kafkasya'da gaddar biri olarak nam salması için Batıda hayal edilemeyecek derecede vahşi olması gerekir. İşte Rus General Pullo bunu başardı. Şamil'in ortadan kaybolmasının ardından Avaristan ve Çeçenistan halkını cezalandırmak için düzenlenen bir dizi baskının başındaydı. Çeçenler, bu ahlaksız ve acımasız adamdan nefret ediyordu. İsyan eden bir ili elindeki az sayıda adamla zapt etmeye çalışırken başıbozuk Tatarları yönetici ve subay olarak atayınca, Şamil'in ekmeğine yağ sürdü. Başıbozuk Tatarlar, dağlılara korkunç derecede acımasız ve adaletsizce muamele etti. Ancak halkın şikayette bulunup yardım isteyeceği bir yer yoktu. Kafkas illerinin silahsızlandırılıp köylü topluluklarına dönüştürüleceği, Rusya'nın taşra bölgelerinde uygulanan vergi, kölelik ve askere alma kurallarının burada geçerli olacağı dedikodusu yayılınca bütün Kafkasya ayağa kalktı. Aşiretler, bir kez daha Şamil'in siyah sancağının altında toplandı. Ahulgo'dan kaçtığından beri dağlarda saklanan Şamil, günlerini halka şeriat çağrısı yaparak, namaz kılarak, oruç tutarak ve tefekkür ederek geçirmişti. Artık harekete geçmenin zamanı gelmişti. Halkının lideri ve bir cengaver olarak bir kez daha sahneye çıkacak, ne kadar çetin bir düşman olduğunu Ruslara gösterecekti. Generallerine gönderdiği bir muhtırada Şamil'den "bu belâlı adam" diye bahseden Çar, askerleri savaşı bir an önce nihayete erdirmeleri konusunda uyarıyordu. Çar, Şamil'i kudretli ordularına denk olmayan değersiz bir düşman, bir eşkıya olarak görüyordu. Savaşın ne demek olduğunu bilmeyen Çar, komutanlarının cebelleştiği sıkıntıları anlamıyordu. Gelecek on yılda gücünün doruklarına çıkan Şamil, muhteşem ve azılı bir lider olarak Kafkasya'ya egemen olacak, geçitlerin üzerine taht kurmuş bir dev gibi dağlara hükmedecekti. Adı, her ne kadar duyanlara dehşet verse de bazı aşiret reisleri gibi vahşiliğiyle nam salmayacaktı. Örneğin Çeçen Sate'nin adını duyanın ödü kopuyordu. Rivayete göre kadının biri, ağlayan çocuğunu bir türlü susturamamış. Oğlunu kapının önüne koyup "Sate! Sate! Gel de şu çocuğu sustur!" demiş. Kör tâlihe bakın ki baskından yeni dönen Sate, bu kadının evinin karaltısında peşindekilerden saklanıyormuş. Acı bir çığlık duyan kadın kapıya koşmuş ki ne görsün! Sözünü dinleyen Sate, oğlunun dilini kesmiş. Atına atladığı gibi, daha kimse ne olduğunu anlayamadan tepeyi aşıp sislerin arasında kaybolmuş. Şamil efsanesi, işte böyle acımasız bir ortamda yayıldı. Ancak Şamil, bu tür vahşiliklerden uzak bir adamdı. Ne merhamet isteyen ne de merhamet gösteren düşmanlarına karşı son derece katı davranırdı. Ruslar tarafından kendisini zayıflatmak ya da iktidarını baltalamak için kullanılabilecek genç Bulaç Bey gibi kişileri yok etmekten çekinmezdi ancak bazı nazik ve hürmetkar tavırlarını hala muhafaza ediyordu. Özellikle çocukların üzerine titrerdi. Mahkumlara, özellikle Rus esirlere çok katı muamele ederdi. Çoğu mahkum, korkunç koşullarda çukurlarda tutulurdu ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var: Şamil'in ne nizami askeri karargahları vardı ne de kışlaları. Gerilla savaşı yürüten Şamil'in esirlerini tutabileceği doğru dürüst bir hapishanesi de yoktu. Doğuda, Batılıların aklının almayacağı gaddarlıklar yaşanıyordu. Şamil ve Kafkasyalılar ne kadar katı olurlarsa olsunlar tutumları, Buhara'daki mahkumların maruz kaldığı acımasızlıkların yanından geçemezdi. 1843'te Hindistan ordusunda görevli cesur ve mistik bir şahsiyet olan Yüzbaşı Connolly ile Albay Stoddart, Buhara Emiri'nin karşısına çıkarıldı. Ülkesi tarafından yüzüstü bırakılan bu iki asker, bir zindan köşesinde etlerini kemirmeyi bekleyen haşeratların arasında ölüme terk edilmişti. Afganlar, zaman zaman zindana atılan insanları görünce hırsla saldırsınlar diye bu işkence için özel olarak yetiştirdikleri sıçan ve keneleri etle beslerdi. 19. yüzyılın sonlarında (evraklarındaki usulsüzlükten dolayı) Buhara'da birkaç hafta hapis yatan Fransız seyyah Mösyö Moser, günlerini pencereden dışarı bakarak geçirdiğini anlatır: "Vakit geçireyim diye pazar kurulan günlerde dışarıyı seyrederdim. Koca koca çuvallar, Kalan Camii'nin minaresinden aşağıya atılırdı...."
Döne döne yere düşen bu çuvallar, aslında idam mahkumlarıydı. Kalabalıkları eğlendirmek için idam cezaları pazar kurulan günlerde infaz edilirdi. Fransız seyyahın anlattığına göre, idam kulesi olarak kullanılan Kalan Camii'nin minaresinin dibinde uğursuz bir çukur vardı. Taş zemin, yüzyıllardır minareden atılan mahkumların etkisiyle çökmüştü. Buhara'dan Orta Asya'ya kan kırmızı bir gölge yayılıyordu. Bu pis kokulu karanlıkla karşılaştırıldığında Kafkasya, hararetli ama temiz bir havaya sahipti. Burada da bir şiddet iklimi hakimdi ancak Kafkasya destansı masumiyetini muhafaza ediyordu. Kafkasyalılar için gaddarlık, sahip oldukları katı adalet ve intikam standartlarını korumak için ödedikleri sıradan bir bedeldi. Adalet ve intikam yoksa şeref de yoktu (Ve bir Kafkasyalının şerefi olmadan yaşaması mümkün değildi). Kafkasyalıların tarihi ve efsaneleri, adalet ve intikam üzerine kuruluydu. Gaddarlık ve bedel olarak çekilen acılar, pek de önemsenen konulardan değildi. Kolçar'ın hikayesi, bu duruma iyi bir örnek oluşturuyor. Hırsız Kolçar, Ortaçağ'da Dağıstan'ın korku ve gurur kaynağıydı. Sonunda Avar Hanı tarafından yakalananınca, diri diri yakılarak idama çarptırıldı. Yakılmak üzere kazığa bağlandığında, son dileği olarak bir veda şarkısı söylemek istedi. Elleri çözülen Kolçar'a bir de ud verildi. Son sözleri, kılıçla alamayacağı bir intikam fırsatı sundu ona. Şarkısında hayatını anlatmaya başladı: dul bıraktığı kadınları, yetim bıraktığı çocukları, ırzına geçtiği bakireleri... O kadınların ismini saydıkça, muhataplarının yüzü kızarıyordu. Babaları ve ağabeyleriyse öfkeden deliye dönüyordu. "Bana pencerelerinden bakan Hunzaklı bakireler.... Son bir kez daha bakın. Beni unutmayacaksınız. Her birinizi akça sinenizden öptüm, benim sevgili kahpelerim. Han'ın gözde eşinin donunu dahi çaldım ben!" Sözünü tamamladığında belindeki kırmızı kuşağı çözüp kalabalığın gözünün önünde sallamaya başladı. Kolçar'ın elinde gerçekten de ipek bir don vardı. İntikam! Etrafındaki odun yığını tütmeye başlamıştı ama Kolçar o haldeyken dahi intikamın tadını çıkarıyordu. Sesi, alevlerin çıtırtısını ve kalabalığın bağırışlarını bastırıyordu. "Duyun son şarkımı benim! Sesim tatlıdır.... O kadar tatlı ki kadınlarınızın aklını çeldi! Çocuklarınızın da... İşte böyle!" Birden kalabalığın içine daldı. Han'ın iki küçük oğlu da orada kendisini dinliyordu. Kimsenin yerinden kımıldamasına fırsat vermeden çocukları kaptığı gibi ateşin içine atladı. Çocukları yanan odunların üzerine fırlatan Kolçar, peşinden kendisi alevlere yürüdü. Çocuklar çığlık atıyordu. Daha sonra korkunç bir sessizlik kapladı ortalığı. Kolçar'ın sesi duyuldu bir kez daha: "Sessiz olun sizi gidi piçler! Sizi ben yaptım. Birlikte yanacağız! Ey Avarlar ve Han! Anneme nasıl can verdiğimi, ölürken dahi intikamımı aldığımı anlatın." Ortalık dumana boğulmuştu. Kolçar'ın sesi bir daha duyulmadı ancak adı, intikamın simgesi olarak varlığını sürdürecekti. Bu topraklarda gaddarlığın kayda değer tek yanı, getirdiği başarıydı.
Kafkasyalılar, belli standartlara göre yaşardı. Kan davalarında yaralanan ya da elini kaybedenler olurdu; ama hürriyetlerinden asla vazgeçmezlerdi. Haşin olduğu kadar cesur ve şefkatli mizaçları, Kafkas dağlarının azametini andırırdı. Şamil, halkının özelliklerini çok iyi yansıtan bir örnekti. İdam mahkumları, yakılarak ya da kılıçla infaz edilirdi ancak cezalar keyfi değildi. Kendi saflarına katılan başıbozuk Rusların, Rus esirlere nezaret etmesine karşı çıkardı. Top atışı nedeniyle yediği fırçadan dolayı Rus ordusundan kaçıp Şamil'e katılan Rus subay Kuznetsov, intikam hırsıyla yanıp tutuşuyor ve Şamil'den kendisini esirlerin başına geçirmesini istiyordu ancak Şamil bu isteği kabul etmiyordu. Bir gün Kuznetsov, esirlere bal peteği içerisinde haber iletildiğini fark etti. Prens Vorontsov'un karargahından gönderilen haberde, esirlere onları kurtarmak için bir plan yapıldığı bildiriliyor, morallerini bozmamaları ve yakında kurtarılacakları söyleniyordu. Sevinçten havalara uçan Kuznetsov, durumu hemen Şamil'e bildirdi. Şamil, Rus esirleri kurtarmaya gelecekler için tuzak kurdu. Kuznetsov, ödül olarak Rus esirleri uygun gördüğü şekilde cezalandırmak için izin istedi. Şamil izni verdi vermesine ama Kuznetsov'un öfkesinin yirmi iki esirin tamamını asmadan dinmeyeceğini hiç düşünmemişti. Bu olaydan sonra Şamil, Rus ordusundan kaçıp kendi saflarına katılan askerlere bir daha idari görev vermedi. Onları sadece savaşçı, mühendis, tercüman olarak ya da o çok sevdiği Avrupai evlerin inşasında kullandı.